14 Ocak 2008 Pazartesi

Mutluluk

Dünyanın neresine gidersek gidelim, neresinde yaşarsak yaşayalım Türkiye gibisini bulamayacağımız kesinlik aşikâr. Bu hem olumlu hem de olumsuz yönden kabul edilebilir. Etrafımıza bir göz atalım. Çok uzun yıllardır bütün dünyanın gıpta ile baktığı, elde etmek için türlü oyunu oynadığı bir coğrafyanın sahibiyiz. Karnımızı burada doyuruyoruz, aldığımız nefesi burada alıyoruz. Dünyanın birçok yerinde eşi benzerine rastlanamayacak türlü doğal güzelliklerin içinde yaşıyoruz. Duruma bu açıdan yaklaştığımızda bizden şanslısı yok. Zira kazın bir de öteki ayağı söz konusu tabii.
Devletler anayasalara sahiptir ki bu sayede vatandaşlarına arzu edilen hizmeti verebilsin, daha da önemlisi adaleti dağıtabilsin. Devlet toplumda refah için bu düzeni kurarken vatandaşlarından da devletin anayasasından başka bir şeyi temel almamalarını bekler. Aksi takdirde anayasa tüm işlevselliğini kaybedecektir. Fakat maalesef toplumumuzdaki bazı kesimler tarafından anayasanın bir kereye mahsus delinmesinden hiç kimseye bir zarar gelmeyecektir.
İşte Zülfü Livaneli’nin yazdığı Mutluluk romanı devletin anayasasını değil de, töre denen “baba yasaları”na titizlikle bağlanan insanların yaşadığı, yurdun doğusunda bir yerlerde başlar. Kitapta modern Türkiye’deki siyasi ve dinsel baskıdan nasibini almış bireysel mücadeleler okuyucuya içinde yaşadığımız toplumda her an rastlanabilecek meseleleri temsil eden birkaç karakterin gözünden aktarılır.
Meryem bir göl kenarında tecavüze uğradıktan sonra orada öylece bırakılan ve kendisini bulan çobanlar tarafından ailesine teslim eden ömrü boyunca mutluluktan nasibini alamamış, gencecik bir kızdır. Maruz kaldığı olayın ardından ailesi tarafından adeta bir hayvan muamelesi görür ve ahıra kapatılır. Akabinde kendisine intihar etmesi için fırsat tanınır. Meryem bunu başaramayınca da askerlik deneyiminden büyük bir psikolojik darbe alarak çıkmış olan Meryem’in amcasının oğlu Cemal genç kızı öldürmesi için görevlendirilir. Tüm bu plânın üzerine bir güzel “İstanbul” kılıfı giydirilip Meryem’e göz göre göre yalan söylenir. O andan itibaren başlar iki kuzenin İstanbul yolculuğu.
İstanbul’a ulaştıklarında ise hiçbir şey köyde plânladığı üzere gitmez. Cemal büyük kente geliş amacını ifa edemez. Haliyle artık köye de dönemezler. Akabinde yolları Ege’ye düşer. Orada ülkeyi arşın arşın kat eden ve materyalist yaşamından bıkarak amaçsızca denize açılmış olan profesör İrfan ile tanışma fırsatı bulurlar. İşte o an tertemiz Meryem’in hayatının dönüm noktası olur. Üç tane kayıp ruh buluşur. Tertemiz yürekli, pırıl pırıl Meryem’e, onun celladı bellenen hassas ruhlu Cemal’e ve edindiği tüm başarılara rağmen hayatın anlamını bir türlü elde edemeyen İrfan’a yıldızlar kadar uzak olan mutluluk dağların ardından bir güneş gibi doğmaya başlar.
Meryem karakteri kitapta anlatıldığı üzere son derece zeki, içi kıpır kıpır, cin gibi bir genç kızdır. Maruz kaldığı tecavüz olayından sonra olayı unutma isteği tüm iç dünyasını sarsmıştır. Artık ne varoluşlarından utandığı insanları görmek ne de konuşmak istiyordur. Aslına bakılırsa istediği tek şey bulunduğu topraklardan uzaklaşmaktır. Karakter Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu en uç noktasından yakalamış ve bir ip misali peşi sıra çekerek ipe tutunan herkese de “Aslında bu benim hikâyem olduğundan çok sizin hikâyeniz. Ben sadece bir kılıfım” mesajını iletmiştir.
Kitapta söz konusu karakterin öykü boyunca çok büyük bir dönüşüm geçirdiğine de tanıklık ediyoruz. Başlarda son derece içine kapanık duran Meryem zamanla daha konuşkan bir tavır takınır. Profesör İrfan ile yaptığı bir konuşmada kendi hayatının başka ellere bırakılması gerçeğini şu sözlerle insanın yüzüne tokat misali çarpar: “Ama bu hayat benim be İrfan ağabey!”

1 yorum:

Mobius dedi ki...

Kitapta (ve sona filmde)benim beğendiğim 2 can alıcı yer vardı. Biri senin de yazdığın gibi Meryem'in "Ama bu hayat benim..."dediği yer. Diğeri ise bibisi ile yaptığı konuşma.
" horozlar niye artık ötmüyor" diye soruyor Meryem
" horozlar hep öter ama bazı insan duyar bazısı duyamaz"diye yanıtlar
bibisi
"ama ben artık duyamıyorum dediğinde Meryem bibisinin cevabı çok hoştur;
"sabah olmasını istemiyorsun da ondan..."