30 Kasım 2009 Pazartesi

Gemiler Başka Diyarlara...

Karpuz kabuğundan gemiler yaparak Türkiye'nin "Nuovo Cinema Paradiso"sunun altına imza atan adam artık yok. Sinemanın varoş yanını resmeden, aldığı ödülün ardından "Bu ödülü hiçbirinizin yaşamadığı yoksulluğu yaşayan eşime armağan ediyorum" diyebilecek kadar güzel insanın ardından fazla söz söylemeye hakkım yok. Karpuz kabuğundan yapılma gemiler onu bekliyordu, dümeni kaptı, beraber sonsuzluğa yelken açıyorlar bugün.

Pazartesi Notları #100

  • İlkini dün gibi hatırlarken 100 olmuşuz, haberimiz yok.
  • Dünyada spam yayan ülkeler sıralamasında % 8 ile ikinci sırayı almışız. Zirveyi zorluyoruz. Bu maddeyi listenizdeki arkadaşlarınıza iletirseniz 3 gün içinde iyi şeyler oluyormuş.
  • Arda Turan da gidecekse gitsin artık. İkinci bir Hasan Şaş vakası görmek istemiyorum. O yöne doğru gidiyor çünkü.
  • Briçe merak saldım son zamanlar. İlerletmeye fırsat yok maalesef.
  • Bayramda kapı zilini çalıp da şeker isteyenler çocuk olurdu eskiden. Bayram süresince gördüklerimin birçoğunun sakalı vardı yahu.
  • Cep telefonu kullanırken çekilmiş fotoğrafını Facebook'a yükleyen arkadaşlarıma laflar hazırladım.
  • El Classico'nun adı Barca Classico olarak değişse ya artık.
  • Binlerce hayvanı kesip de adını bayram koymak ne garip şey değil mi?
  • Biz askerden dönene kadar Lost bitecek, HIMYM bitecek, Supernatural bitecek, Heroes bitecek... Bitecek Allah, bitecek!
  • Mustafa Pektemek Fırını.
  • TRT süper yahu. Geçtiğimiz hafta içinde "Darwin'i bitiren balığı" ekranlara taşıyıp, evrim teorisini yerle yeksan ettiler. Merak edenler şöyle buyursun. Evrim yok demişsin ama basbayağı Samanyolu TV'ye evrilmişsin be TRT.
  • Geçen haftadan ne mi öğrendik? RTÜK Başkanı olabilmek için ağzınızın ayarının olmaması yetiyormuş mesela. Belki de samimi olmaktır bunun adı, bilemedim şimdi.
  • Bu arada... Akademi, Michael Moore'nin Kapitalizm'ini Oscar'a aday göstermedi. Normal şartlarda şaşırmak gerek ama biz şaşırmıyoruz tabii.
  • Karadenizliler müthiş insanlar. Karla kaplı yollarının açılması için mahsur kaldıkları yalanını uydurabilecek başka bir halk yok.
  • Hey gidinin Cine5'i... Lig maçlarından ve vizyon filmlerinden sonra gelinen nokta Diyetteyiz olmuş. Hey gidinin Cine5'i, hey!
  • Askeriyeden 30 lira 91 kuruş tutuşturdular elime "yol parası" adı altında. Bu neye mi yaradı? İlk kez 1 Kuruş gördüm yahu, bundan güzel bir duygu mu var?
  • 5 saat sonra da resmen asker sayılmaya başlıyorum. Ne yapacağım ben yahu!

23 Kasım 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #99

  • Son 100 yılda 61 gazetecisini öldüren ülke hangisidir? Çalışmadığınız yerden mi geldi yoksa?
  • Sıcak süt mü, soğuk süt mü? Yoksa hiçbirisi mi?
  • Lost'un son sezonu 2 Şubat 2010 tarihinde başlayacakmış. İşin daha sevindirici tarafı 2 saatlik bir açılış bekliyor Lost izleyicilerini... Tabii ben o sıralar ekranlardan ve Lost'dan epey uzakta olacağım. Olsun. Bölümleri birikmiş halde izlemek çok daha güzel olacak. Kendimi avutuyorum sanırım.
  • Son günlerde İsmail YK'nın Facebook şarkısı dilimden düşmüyor. Nasıl musallat oldu bilemiyorum, bilemedikçe hasta oluyorum. Bir de adam Facebook'u çöp çatanlık sitesi gibi anlatmış eserinde. Garip vallahi.
  • Cumhuriyet Halk Partisi için "Nasıl Muhalefet Yapılır" isimli bir kurs açılsa, başta O.Öymen olmak üzere partili vekillerin tümü katılsa nasıl olur?
  • Sudan'da 6 çocuk idama mahkum edilmiş. Dünya ne güzel yer, güzel yer dünya!
  • Çocukluğunuzda izlediğiniz, izlerken bayıldığınız (hayranlıktan), hafızanızın yıllara yenik düşmesi sonucu ismini unuttuğunuz filmler mutlaka vardır. Varsa öyle, bir hatırlatsanız güzel olur. Tadı ayrıdır o filmlerin be.
  • District 9'ın 38 bin kişi tarafından izlenildiği ülkemde Kolpaçino iki haftada 350 bin rakamını buluyorsa denilecek çok şey var demektir.
  • Disko Kralı'nda Aylin Aslım-Yeşim Salkım düellosu müthişti. Okan Bayülgen-Yeşim Salkım kapışması ise anbıliyvıbıldı.
  • Geçtiğimiz günlerde Ahmet Özal babasının ölümü ile ilgili şüphelere yanıt vermek için bir haber kanalındaydı. Daha sonra muhabbet farklı bir yöne kaydı. Sunucu Ahmet Özal'a babasının bir ermiş olup olmadığını sordu. Bunun dayanak noktası ise Turgut Özal'ın cenazesi ile ilgili bir hikâye... Ahmet Özal canlı yayında anlatmak istemedi bu olayı tabii. Ben ise, işim gücüm yok, gece gece merak edip internette küçük bir araştırma yaptım. Uzun uzadıya anlatacak değilim olayı. Merak eden buradan öğrenebilir. Benim kafama takılan nokta ise başka. Hikâyede Çanakkale Savaşı'nda kalma kahramanlar var anlaşılan! Bir sakallı amca gölgeler içinden çıkıp geliyor ve rahmetlinin mezar taşını yapıyor. Daha sonra aslında olmadığı anlaşılan bu esrarengiz amcalar neden hep sakallı oluyor? Olayın ne denli gizemli olduğunu aktarmak için olabilir sanırım.
  • Fransız bilim adamları insan derisi üretmişler. Doktor Frankenstein'in canavarının yaratımına bir adım daha yaklaştık!
  • Oku ey halkım, unutma bunları!

16 Kasım 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #98

  • Bu hafta geç kaldım ama pazartesi bitmeden yetiştim. Mühim olan da bu sanki.
  • Bu geç kalmanın nedeni de bugün bilgisayarı kucağıma pek fazla alamamış olmaktır.
  • Kanaltürk açık şu anda. Dün oynanan Galatasaray - Fenerbahçe maçını provoke eden biri bayan iki zat ile canlı bağlantı yapılıyor. Fenerbahçe seyircisinin alınmaması gereken maça girmiş olmalarını geçtim de bir bayanın rakip tribüne dönüp orta parmağını göstermesi ne kadar doğrudur? Yapılan olayların en ufak bir bölümünü dahi kabul etmiyorum o ayrı, fakat kimse kendisini sütten çıkmış ak kaşık gibi de göstermeye çalışmasın. Çubukluysanız çubukluluğunuzu bilin!
  • 2012'yi de bugün izledim. Sinemanın sanatsal yönüne atıfta bulunan bir çalışma bekleyen varsa baştan izlemesin zaten. Roland abimiz her zaman yaptığını yapmış ve göze hitap etmiş. Onun sinemaya bakış açısını da tartışmak anlamsız. Amacına ulaşan gayet de güzel bir yapım olmuş. Fakat filmi ikinci sıradan izlemiş olmanın boynuma yaptığı etki canımı sıkmakta.
  • İzlediğim salondaki kopya dublajdı. Dublajı güzel nadir filmlerden biri olduğunu da henüz izlememiş olanlara not düşelim.
  • Askerliğe de pek bir şey kalmadı yahu. 1-2-3 Aralık'da yedek subaylık sınavı için İzmir'de olacağım. Ayın 10'unda sınav sonuçları ve dolayısıyla askerliğimi yapacağım yer belli olacak. 12 Aralık'tan itibaren de Allah bana kolaylık versin.
  • Carrefour'un yeni reklamında yaşlı teyzemiz ürünler için "Dinimize uygun" gibi bir not düşüyor. Bu notu düşecek noktaya da geldik ya...
  • Vodafone'nin kendi reklamını tiye alması da müthiş. Hakkı Devrim'in sahne aldığı reklamın Şafak Sezer tarafından taklit edilmesi olayınadn bahsediyorum tabii ki.
  • Daha Enke'nin acısı tazeyken De Nigris'in ölüm haberi son darbeyi indirdi futbol dünyasına. Doktorların ani ölüm riski bulunduğunu ısrarla belirtmesine karşın futbol sevdası hayatının önüne geçti. 31 yaşındaydı...
  • Üst kat komşularımızın suratlarını betona gömsem kaç yıldan başlar?

15 Kasım 2009 Pazar

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 70

- "Living here day by day, you think it's the center of the world. You believe nothing will ever change. Then you leave: a year, two years. When you come back, everything's changed. The thread's broken. What you came to find isn't there. What was yours is gone. You have to go away for a long time... many years... before you can come back and find your people. The land where you were born. But now, no. It's not possible. Right now you're blinder than I am." (Philippe Noiret)
+ "Who said that? Gary Cooper? James Stewart? Henry Fonda? Eh?" (Marco Leonardi)
- "No, Toto. Nobody said it. This time it's all me. Life isn't like in the movies. Life... is much harder." (Philippe Noiret)

(Nuovo Cinema Paradiso)

Hasankeyf'i Bilir misin?

14 Kasım 2009 Cumartesi

Tim Burton

Gençliği ve Vincent Price

İzleyeni kaç yaşında olursa olsun masal dünyasının o büyülü kapılarından içeriye çekmeyi başaran ve bunu yaparken adeta zamanı birkaç saatliğine durduran filmlerin mimarı Tim Burton’un çocukluğu da yetişkinliğinde olduğundan farklı değildi. 25 Ağustos 1958 yılında California’nın Burbank kentinde sonraları masalsı bir havaya bürüyeceği dünyaya “merhaba” dediğinde belki de doğduğu kentin bir zaman sonra hayallerini gerçekleştirmesine olanak tanıyacağından haberi yoktu. Burton’un Burbank gibi Warner Brothers, NBC ve Disney gibi dev sinema şirketlerinin stüdyolarına ev sahipliği yapan bir kentin evladı oluşu tesadüf müdür bilinmez fakat sırf bu özelliğinden dolayı Burbank’ı Hollywood’un kalbi olarak niteleyenlerin sayısı da küçümsenecek düzeyde değildir. Birkaç yıl sonra, henüz lise çağındayken, Burton’un kapısı bu üç büyük devden biri tarafından ısrarla çalındığında ne kadar şanslı olduğunu anlayacaktır.
Akranları ve arkadaşları her gün ekran başında vakitlerini çizgi film izleyerek öldürürken, kıvırcık saçlı küçük Burton ise bir çocuğun yapması beklenenden çok daha farklı şeyler yapıyordu. Edgar Allan Poe ve H.P. Lovecraft okuyup, hava kararana dek korku ve gerilim filmleri izliyordu. En çok hayranlık duyduğu isim ise korku filmlerinin unutulmaz aktörü Vincent Price idi. O vakitler daha sonra Price ile çalışma fırsatı bulacağından bihaberdi tabii. Tüm bunların dışında sokağa çıkıp oyun oynamak yerine odasına çekilip, çalışma masasında çizimler yapmayı daha makul gördü her zaman. Öyle ki henüz dokuzuncu sınıfta iken çalışmaları ilgi görmeye ve ödüllendirilmeye başladı. Okyanusta mücadele etmek istiyorsanız, amatör de olsanız bir yerden denize açılmayı göze almalısınız. Burton’un da yaptığı tam olarak buydu işte. Yerel bir çöp toplama şirketi başlatmış olduğu kampanya için yarışma düzenledi ve katılımcılardan çizimlerini göndermelerini istedi. Elbette ki Burton’un çizimi ipi göğüsledi ve şirket bu çizime bir yıl boyunca çöp kamyonlarında yer verdi. Tim Burton artık adını duyurmaya başlamıştı.
Disney Yılları

Lise hayatını da noktalayan Burton’un sonraki durağı California Sanat Okulu oldu. Bu okuldan mezun olan isimlerin pek çoğu dev sinema şirketlerinde çalışma fırsatı yakalamıştı ve Burton gibi hayal gücü sınır tanımayan birinin bunu başaramaması için de hiçbir neden yoktu. California Sanat Okulu’nda animasyon eğitimi aldı ve bu sayede Walt Disney stüdyolarında animatör olarak çalışma fırsatı elde etti. 1981 yapımı The Fox and the Hound (Tilki ve Köpek) ile Disney bünyesinde ilk kez bir filmin kamera arkasında aktif görev aldı. Bunu 1985 yapımı The Black Cauldron (Kara Kazan) izledi. Disney çalışmalarından memnundu ve Burton ilk kısa film denemesi olan Vincent için izni koparmıştı. 1982 yılında stop-motion animasyon olarak çektiği filmde Vincent Price’ye özenen ve onun gibi olmak isteyen, Edgar Allan Poe eserlerini hayal dünyasında canlandıran yedi yaşındaki Vincent Malloy karakterine hayat verir. Vincent, Burton’un mekan yaratma konusunda ne denli başarılı bir yönetmen olduğunu ortaya çıkarması bakımından da son derece önemlidir. Son derece gotik bir atmosfere sahip olan bu 5 dakikalık kısa film aynı zamanda Burton’un çocukluk kahramanı olan Vincent Price ile ilk kez ortak bir projede yer alması açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Usta aktör her ne kadar bu animasyon filmde bedenen görünmese de filmin seslendirmesini yapmış ve filmin elde ettiği başarıda büyük pay sahibi olduğu gibi Tim Burton’un önünün açılmasında da gizli kahraman hüviyetine bürünmüştür.
Vincent’in yakalamış olduğu başarının ardından hiç hız kesmeden diğer projelerini hayata geçirmek için çalışmalara başladı ve bir diğer kısa filmi olan Frankenweenie’de The Shining’den aşina olduğumuz Shelley Duvall, Daniel Stern ve Sofia Coppola gibi önemli oyuncularla birlikte çalıştı. 1984 yılında çekimi tamamlanan bu yarım saatlik filmde Burton, bir Frankenstein portresi çizer. Köpeği ölen küçük bir çocuğun onu yeniden hayata döndürmek için verdiği mücadele filmin temasını oluşturur. Özellikle köpeğin diriltilmesi için çocuk odasının aldığı düzen Burton’un önünde düğme ilikletecek cinstendir. Tüm bunların yanında Frankenweenie, Burton ile Disney arasında soğuk rüzgârlar esmesine de sebep olur. Zaten hiçbir zaman hiçbir iş planlandığı kadar iyi olmamaktadır. Bunu Tim Burton kendisi söylüyor… Her ne kadar Frankenweenie pek çok festivalde beğeni toplamış olsa da Disney filmin çok fazla korku öğesi barındırdığını ve bunun da çocukların izlemesi için uygun olmadığını düşünüyordu. Bu sebeple Frankenweenie şirket tarafından rafa kaldırıldı ve film vizyona giremedi. Bu durum en nihayetinde Burton ve Disney’in yollarının ayrılmasına neden oldu. Burton yıllar sonra Disney bünyesindeki çalışmalarına “Her şeyi düşünüp çizmeme izin veriliyordu, fakat hiçbirisi kullanılmıyordu” yorumunu getirerek esprili bir yaklaşımda bulunacaktı.
Sinemanın Yeni Dehası

Tim Burton, Frankenweenie konusunda küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ama bu durum onun önünde yıkılması gereken büyük bir duvar da yaratmamıştı. Frankenweenie’den oldukça kısa bir süre sonra, 1985’de, oyuncu Paul Reubens kafasındaki film projesinde yönetmen olarak çalışması için Tim Burton’un kapısını çalar. Reubens, Frankenweenie’yi izleme fırsatı bulmuş ve filmin atmosferinden bir hayli etkilenmiştir. Çekmek istediği Pee-Wee’s Big Adventure (Pee-Wee’nin Büyük Serüveni) adlı filmi yönetebilecek en doğru kişi olarak da Burton’u görür. Warner Brothers’ın yapımcılığını üstlendiği filmin yönetmenlik koltuğuna geçmeyi severek kabul eden Burton için bu iş bulunmaz bir fırsattır. Bedenen büyük ama ruhen çocuk Pee Wee Herman adlı bir karakterin, hayatının yegâne anlamı olan bisikletinin çalınmasının ardından gelişen olayları aktaran film, beklentilerin oldukça üzerinde bir başarı elde etmiş, gişede maliyetinin neredeyse beş kat fazlasını kazanmış ve bir anda dikkatleri yönetmenin üzerine çekmişti. Bu, Tim Burton’un ilk uzun metraj film denemesinde başarılı olduğu anlamına geliyordu ve haliyle bir anda popülaritesi de tavan yapıyordu. Artık yeni, çok daha iyi ve özellikle kendi filmlerini çekmenin de zamanı gelmişti.
Pee-Wee’s Big Adventure’den sonra araya üç yıl koyan Tim Burton, iyi başlayan kariyerinde bir basamak daha yukarıya çıkabilmek için çalışmalarını sürdürüyordu. Sıradaki projesi ülkemizde Beter Böcek adı ile yayınlanan Beetle Juice idi. Beetle Juice yönetmenin tarzının oturması hususunda da büyük öneme sahiptir. Yeni evli bir çiftin trafik kazasında hayatlarını kaybetmelerinin ardından ölüler dünyasına alışmakta zorlanmaları ve hayattayken sahip oldukları evden yeni sahiplerini kovma çabası içine girmelerini konu alan film, Burton’un mekân yaratma konusunda her geçen gün daha iyiye gittiğinin ve oyuncu seçimlerinin oluşmaya başladığının da göstergesiydi. Öyle ki Michael Keaton ile çalışmaya başlaması bu filme tekabül eder. 1988 senesinde vizyona giren film 80 milyon Dolar’ın üzerinde hâsılat elde ettiği gibi en iyi makyaj kategorisinde de Oscar kazanır. Burton için çıta artık çok daha yüksek bir yere konulmuştu ama hikâye anlatmadaki bu yeteneği sayesinde ortada korkmasını gerektirecek bir şey yoktu. İlk büyük işi Oscar kazanmıştı ve bu iyiye işaretti.
Yarasa Adamı Sinemaya Aktarmak

Bir çocuğun hayal dünyasının büyüklüğü elbette ki okudukları ve gördükleri ile doğru orantılıdır. Bu bağlamda Burton’un çizgi romanlara ve peri masallarına paralel bir çocukluk evresi geçirdiğini bilmekte fayda var. Filmlerinde izleyeni masalların kollarına bırakan bir adamın çocukluğunda çizgi kahramanların peşinden sürüklenmediğini iddia etmek pek inandırıcı durmaz. Çocukluğunda Burton’un favori süper kahramanı Batman’di. Gotik mekânlar ve karanlık atmosferler yaratmayı seven bir adamı Gotham’dan farklı bir yerde düşlemek mümkün değil zaten.
1980’li yılların sonuna doğru Warner Brothers film şirketi sinemaya uyarlanacak ilk Batman filmi için kolları sıvamıştı. Bu filmin yönetmenlik koltuğu için düşündükleri isim ise bu yazının kahramanı Tim Burton’du. Burton, Batman rolü için Beetle Juice’de beraber çalıştığı Michael Keaton’u uygun gördü. Filmin yetişkinleri de sinemaya çekebilmesi için izlenen yol ise farklıydı. The Joker rolüne verilen isim usta aktör Jack Nicholson olunca, ilk Batman filmi için taşlar oyun alanına dizilmiş oldu. Gişede yılın (1989) en büyük başarısına imza atan film, ABD’de 250 milyon Dolar ve dünya genelinde yaklaşık 400 milyon Dolarlık bir başarıyla Burton’un adını zirveye yazdırdı. Her ne kadar Christopher Nolan’ın 2005 ve 2008 yıllarında yeniden beyaz perdeye uyarladığı filmler, 20 senelik teknolojinin getirdiği avantajla birlikte, pek çoklarına göre en iyi Batman filmleri olarak nitelense de, Kara Şövalye’nin hayranları tarafından Tim Burton’un Batman’i çizgi romana daha yakın görülür. Hiç şüphesiz bu kanıya varmalarındaki en büyük neden Burton’un Gotham şehrinin suç dolu karanlık hüviyetini en ince ayrıntısına kadar aktarması ve asıl adamın duygusallıktan sıyrılıp, gerçek acımasız karakterine bürünmesi olmuştur.

Düş Kırıklıkları ve Kral Tacı

Burton’un kariyeri hep tozpembe devam etmedi elbette. Çok şey beklediği, fakat sonunda eleştiri oklarına hedef olduğu yapımları da oldu. Bunların başında Batman’in devam filmi olan Batman Returns (Batman Dönüyor) geliyordu. Bu filmde izleyiciye çok daha karanlık bir film sunan yönetmenin belki de en büyük hatası ana karakteri olduğundan çok daha abartılı göstermesi oldu.
Yine 2001 yılında vizyona giren ve 60’lı yılların kült eseri Maymunlar Cehennemi’nin yeniden uyarlaması olan Planet of the Apes kimilerine göre Burton’un en kötü işi olarak kabul edilir. Baştan sonra hız kesmeden ilerleyen filmdeki mantık hataları ve özellikle değiştirilmiş finali eleştirilerin odak noktası olmuştur.
Tüm bunların yanında Burton’un kariyerine baktığımızda artılarının eksilerini neredeyse yok etmiş olduğunu görüyoruz. Beyninde bir araya gelen ve daha sonra kamerasına yön veren öyküler daha şimdiden sinema tarihinin modern klasikleri arasına girmeyi fazlasıyla hak etti. Şimdi bu filmlere yakın plan bakmanın tam zamanı…

En İyi 5 Filmi
Edward Scissorhands (1990): Burton’un en duygusal eseri olarak addedilen film, ayrıca yönetmenin oyuncu Johnny Depp ile birlikte çalıştığı ilk eser olması bakımından da önemlidir. Mucidinin zamansız ölümünün ardından tamamlanamadan ortada kalmış mahcup, hüzünlü, tertemiz bir karakterin öyküsünü anlatan film karla başlar, karla devam eder ve tepenin başında konuşlanmış yalnız köşkten kasabaya lapa lapa yağan keder dolu karla birlikte sona erer makas elli Edward’ın hikâyesi.
The Nightmare Before Christmas (1993): Burton’un yoğun işleri dolayısıyla yönetmen koltuğuna oturamadığı fakat yapımcı olarak destek verdiği film stop-motion teknolojisi ile çekilmiş bir animasyondu. Burton’un yapmaktan en çok zevk aldığı işin stop-motion olduğunu ve bu işin de saniyede 25 kare yakalayabilmek gibi zor bir süreçten geçtiğini de bilmekte fayda var. Film, Cadılar Bayramı Kasabası’nın kralı Jack Skellington’un kasabaya bir farklılık getirmek düşüncesiyle Noel hazırlığına girişmesini konu alır.
Batman (1989): Batman süper kahramanlar içinde belki de acıların çocuğu olmayan tek karakterdir. Aileden zengindir bir kere… Ebeveynlerinin trajik ölümlerinin akabinde yaşadığı şehrin karanlık sokaklarına adalet getirmeyi kutsal dava olarak görmektedir. Mazgallarından inadına duman çıkan, yarasasız sokağın bulunmadığı, güneşin neredeyse hiç doğmadığı bir kenttir Gotham City. Bu filmin ‘en iyi Batman filmi’ olarak nitelenmesinin altında Burton’un sınır tanımayan düş gücü, karakter irdelemeleri ve usta işi mekân yaratımı yatmaktadır.
Big Fish (2003): Burton’un masallar anlattığını zaten söyledik. Sadece çocuklarına anlatmıyor o, çocukluğunun saf ruhunu ısrarla içinde taşımayı beceren her bünyeye haykırıyor “Bir varmış bir yokmuş”larını… Big Fish ise belki de bu masalların gerçeğe en yakın olanı. Babalarımızın yatağımızın başucunda kendi öykülerini anlattığı günlerden kalma bir masal bu. Gerçek olduğuna inanılmayan fakat ümidin asla kesilmemesi gereken türden bir masal… Ölüm döşeğindeki babasının çocukken kendisine anlattığı masalların birer düzmece olduğuna inanan William Bloom’un en nihayetinde babasının geçmişine inmeye karar verişinin ve attığı her adımda adrenalininin ve şaşkınlığının biraz daha artışının öyküsü Big Fish.
Beetle Juice (1988): Müzikler, senaryo, oyuncular ve yönetmen harika bir kare as oluşturarak Beetle Juice’yi başlı başına bir film yapıyor. Yeni evlenen Maitland çifti geçirdikleri bir trafik kazası sonucu hayatlarını kaybedince ölüler dünyasına alışmakta zorluk çekerler. Üstelik hayattayken büyük bir özenle aldıkları evlerini de kaybetmişlerdir. Evlerinin yeni sakinleri artık Deetz ailesidir. Bu duruma epey içerleyen Adam ve Barbara Maitland çifti çareyi Deetz’leri korkutarak evden kaçırmakta bulur. Fakat bu bir işe yaramadığı gibi Deetz’lerin bu ‘hortlak’ öyküsünden para kazanmalarını dahi sağlar. Maitland’ların tek bir seçeneği kalmıştır; işi halletmesi için efsanevi yaratık Beetle Juice’yi çağırmak.
Burton’un Favorileri

Şimdiye kadar yarattığı en ciddi eserde bile öyküsel bir atmosfer yaratan Tim Burton için filmlerinde müziğin önemi son derece büyük. Filmlerinin en can alıcı sahnelerinde devreye giren o müthiş müzikler tamamlayıcı bir görev üstlendiği gibi filmlerin vurucu bir özelliğe sahip olmasına da katkıda bulunuyor. Film müzikleri konusunda Burton’un yoldaşı bugüne kadar sürekli Danny Elfman oldu. Pee-Wee’s Big Adventure ile birlikte çalışmaya başlayan ikili daha sonra Beetle Juice, Batman, Edward Scissorhands, The Nightmare Before Christmas, Sleepy Hollow, Big Fish, Charlie and the Chocolate Factory ve Corpse Bride başta olmak üzere neredeyse Burton’un hiçbir filminde ayrı yollara sapmadılar.
Birçok yönetmende olduğu gibi Burton’un da vazgeçemediği oyuncular var. Bunların en başında aynı zamanda yakın dostu da olan Johnny Depp geliyor. Depp bugüne kadar Burton’un 6 filminde aktif rol aldı. 2010 yılında vizyona girecek olan Alice In Wonderland ile bu sayıyı bir basamak daha yukarıya çıkaracak.
Depp’in yanı sıra yönetmenin şu anki eşi Helena Bonham Carter, Christina Ricci, Winona Ryder, Michael Keaton ve Danny De Vito da Burton’un vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Aslına bakılırsa herkes tarafından anlaşılmakta güçlük çeken böylesine bir yönetmenin sürekli aynı fakat kendisini anlayabilen oyuncular ile birlikte çalışması son derece makul görünüyor.
Hayat verdiği karakterlerin sıra dışı olmasının yanında hiçbir zaman masumiyetlerinden ve hümanist özelliklerinden mahrum olmayışları ile bambaşka bir yönetmen portresi çiziyor Tim Burton. Korkulanın iyi olandan aslında çok daha fazla insancıl olduğunu, her şeyin, bu dünyanın bile, en nihayetinde büyük bir masal olduğunu aktarması bakımından Hollywood’un en iyi yönetmenlerinden biri olarak anılmayı fazlasıyla hak ediyor. Belli aralıklarla ruh dünyamızı ele geçiren bir isim o… Anlattığı masallar ile farkında olmadan yakalanıp, buyur ediliyoruz iç dünyasının kapılarından içeriye… Şimdiye kadar hiç şikâyetçi olmadık bundan.

(Bu yazı RoadLife dergisinin Eylül 2009 sayısında yayınlanmıştır.)

12 Kasım 2009 Perşembe

Up

Pek çok hayal var fakat kaçı gerçekleşiyor ki! Soru ya da sorun bu olmalı aslında. Son günlerde televizyonlarda sıkça yayınlanan bir reklam var. Güzel bir emeklilik hayali kuran çifte soruluyor "Hayalinizin gerçek olması için ne yaptınız?" diye. Akabinde bulutlar dağılıyor ve gerçek dünyaya dönüş. Elbette ki hayaller olmadan yaşamak namümkün. Miskinliğin de getirisiyle harekete geçme ihtimalimizi sürekli erteleriz. An gelir ayna karşısında gördüğümüz şahsı tanıyamayız. Her şeyin bittiğini düşünürüz. O vakitten itibaren kurulmuş olan hayaller de artık bir hayaldir. Belki de bu yüzden "Yaş 70 iş bitmiş" lafına yıllardır surat asarım. Bir futbol maçı gibi düşünelim. Maç 90 dakikadır neticede. Son düdük çalana kadar golü atma şansınız vardır. Niye hayatta da bu olmasın ki? Niye son saniye basketi atamayalım ki?
Carl Friedricksen'in en büyük ve kuvvetle muhtemel ki tek hayali gökyüzüdür. Gökyüzü derken... Basbayağı gökyüzü işte. Ona erişmek... Uzanmak ama bir türlü tutamamak. Her uzanışta biraz daha havalanmak ve sonuç; uçmak! Çocukluğunu sinema salonlarında uçmak eyleminin bol bol yerine getirildiği filmleri izleyerek, hayalini sayfaları arasında barındıran dergilerin içinde kaybolarak geçirir. Ve bir gün Ellie ile tanışır. O Ellie, bir süre sonra Ellie Friedricksen olacaktır. Ortak hayalleri olan bireylerin birbirleriyle anlaşamaması mümkün mü? Olabilir tabii, neden olmasın ki? Bu hikâyede değil ama. Çocukluk, dostluk, gençlik, evlilik, aynı evi ısıtan iki yürek, ortak hayaller, evi bir arada tutan iki kolon ve kolonlardan biri yıkıldığında ayakta kalan diğeri üzerine bir öykü Yukarı Bak.
Carl Friedricksen eşi Ellie ölünce giderek betonlaşan kentin orta yerinde masumca duran müstakil evinde kalan günlerini beklemektedir. Bir gün tozlu raflar arasında bulduğu bir defter oturduğu koltuğu fırlatıp atmasına neden olacaktır. Defter Ellie'den kalmıştır. Üzerinde de kocaman harflerle "Stuff I'm Going to Do" yazmaktadır. Fakat ardı ardına çevrilen tüm sayfalar gösterir ki Ellie hayallerini de beraberinde götürmüştür. Carl Friedricksen tahmini mümkün olmayacak kadar helyumla dolu balonu evinin bacasından salar ve en büyük hayallerini gerçek kılar: O artık gökyüzünün hakimi olma yolundadır.
Şayet Yukarı Bak damarlarında kan dolaşan aktör/aktristler ile çekilen bir film olsaydı rahatlıkla burun kıvırabileceğimiz bir yapım olabilirdi. Fakat film bir animasyon olunca ve arkasına Disney ile Pixar gibi iki devi alınca size yayılıp izlemek ve keyfine varmak kalıyor. Animasyonlar ile istediğinizi yapabilirsiniz sinema dünyasında. Gerektiğinde çocukların ihtiyacı olanı verip onları eğlendirebilirken, kimi zaman yetişkinleri yüreklerinden yakalayabilirsiniz. Üstelik ne yaparsanız yapın kimse sizi yadırgamaz, "Bu da olur mu canım?" diye sormaz. Pastel renklerin büyüsü bunu emreder çünkü. Issız Adam'da yakalayamayacağınız duyguyu Up'da rahatlıkla elde edebilirsiniz mesela. Fakat yine önyargılarınızın süzgecinden geçmelisiniz. Neticede animasyon film. Pardon, "çizgi film" demeliydim sanırım.
Animasyon filmler duyguyu daha mı güzel anlatıyor bilemiyorum ama her daim beni görece daha fazla duygulandırdıkları kesin. Nedenini bilemiyorum. Gülmeyi ve üzüntüyü harmanlayabiliyor olmaları duygularımı köpürtüyor olabilir pek tabii, yine bilemedim. Ziyanı da yok... O defterin başlığı "Stuff I've Done" olarak değişiyor ya nihayetinde, cidden ziyanı yok.

10 Kasım 2009 Salı

10 Kasım...

...kimine göre açılım, kimine göre anma günü!

Çok yaşa Atam, çok yaşa!

9 Kasım 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #97

  • Deli Dana, Kuş Gribi, Domuz Gribi... Can alacak diğer "hayvansal" hastalık ne olacak acaba? Bahisler açıldı. Zebra 1,10'luk oran ile mutlak favori.
  • Ahmedinejad'ın yeni ziyaretinde kapanan yol olmadı sanırım İstanbul'da.
  • Adalet Bakanlığınca hazırlanan yeni yasa tasarısına göre herhangi bir suçtan ötürü mağdur olan kimseye 26 bin TL'ye kadar tazminat ödenecekmiş. Yok mu beni mağdur edecek biri?
  • Teknosa doğum günümü kutladı bugün. E-posta göndermişler öyle kuru kuru. Koskoca Teknosa doğum günü armağanı olarak Play Station 3 gönderemiyorsa ne yapayım ben öyle kutlamayı, değil mi ama!
  • Ben özledim galiba Desmond Brotha'yı...
  • Tuvalete girsem, amuda kalkıp şarkı söylesem ve tüm bunları da kayda alıp internete versem ben de çıkar mıyım ki Beyaz Show'a? Beyaz Show oldu BeyazTube...
  • İzmir havalimanından Gaziemir'e en kolay nasıl gidilir? Yedek Subaylık Sınavı orada olacakmış da o yüzden şeettiydim. Bir bilen yardımcı olsa iyi olacak. Son katılım tarihi: 1 Aralık'dan önce herhangi bir gün.
  • Meğer ne kadar yalnız ve güzel bir ülkeymişiz. NBC'den sonra Manga da aynı cümleyi kurdu MTV Video Müzik Ödülleri'nde.

2 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Zahmet!

Cem Yılmaz'ın Bir Tat Bir Doku'su bir dönem ne kadar meşhurdu, hatırlarsınız. Bir Tat Bir Doku'nun bir bölümünde Cem Yılmaz TRT ile ilgili bir anısını aktarır. Mizah dünyasına adım attığı ilk yıllarda TRT'de yayınlanan bir programa davet edildiğinden, düzgün bir Türkçe'ye sahip olan TRT spikerinin karşısında utançtan nasıl yerlere düştüklerini söylüyordu... Sözün özüne dönmek lazım. Demem o ki TRT bir zamanlar saygın bir kurumdu. Artık ne denli öyle, tartışılır.
Türkiye insana biçilen değerin üç kuruş olduğu, her gün türlü zorbalıkların yaşandığı bir ülke maalesef. Ülkenin en saygın kurumlarından biri olması beklenen TRT ise bu gerçeğe çanak tutmakta. Yol kesenlerin, otopark mafyalarının cirit attığı ülkemizde herhangi bir sokaktan geçerken bir anda önünüzde biten it kopuk tayfasını bir hayal edin. Ellerinde bir sopa, ayakta kumaş pantolon, gömleğin üstten üç düğmesi açık... Üstelik sayıca da fazlalar. "Höt!" diyorlar, sus pus kalıyorsunuz. Kafanıza sopa indireceklerine adınız kadar emin olduğunuz için ne derlerse yapıyorsunuz. En nihayetinde izin verirlerse de toz oluyorsunuz dört nala. Her gün olan şeyler bunlar. Kötü olanı övme, bundan eğlence çıkarma gibi hasta ruhlu bir alışkanlığımız var bizim. Yoksa Recep İvedik neden hâlâ bir halk kahramanı yaftası taşısın ki üzerinde? Az sonra izleyeceğiniz görüntülerde de çakma, aslında belki de daha gerçek, bir Recep İvedik vakası izleyeceksiniz. Kendine has bir tarza sahip olan genç bir vatandaşımız sırf farklı oluşunun bir getirisi olarak yolunu kesen iki maganda tarafından aşağılanıyor, özünü inkar etmekle itham ediliyor. Yeri geliyor çocuğa "Rockçı mısın lan sen? Özüne dön türkü dinle." deniliyor. Üstelik durumun vahameti tüm bunlarla sınırlı kalmıyor. Yol kesenler kurbanın cebindeki paralara ve nüfus cüzdanına da el koyuyor. Biraz eğlenip, keyif yaptıktan sonra da ceplerinden çıkardıkları 5000 TL'yi gencin ellerine tutuşturup kendi deyimleriyle arazi oluyorlar, hiçbir açıklama yapmadan... Evet, bu gizli kamera yardımıyla yürütülen bir yarışma programı. Bundan eğlence çıkarmaya çalışan, bir gencin gururunu 5000 TL'ye satın alan, farklı olmayı özünü inkar etmek olarak yansıtan kurum ise TRT.
Hayırlı işler efendim...

Pazartesi Notları #96

  • Bu blog çok boşlandı, evet, farkındayım. Can sıkıntısı, belirsizlik, sinir ve hatta stres... Bir geçiş dönemi olarak nitelenebilir belki. Bir yandan da gelecek aya kadar elimden geldiği kadar yazmak istiyorum ama fayda etmiyor. Yakın bir zamanda vereceğim zorunlu ara blogun şahlanması bakımından işe yarayabilir belki. Yine de kısa bir zaman aralığından bahsetmiyoruz tabii. Aylar var önüm(üz)de...
  • Televizyon kanallarından yer alan HD TV reklamlarına anlam veremiyorum ben. Şimdi, sıçrayan damlalar, kopan çimenler falan gösteriyorsunuz, iyi hoş da televizyonu HD destekli olmayan bir vatandaş reklamı yapılan televizyonun anlatmak istediğini nasıl anlayacak ki? Televizyonu HD destekli olan vatandaşın da zaten işine yaramaz bu reklam. Yanlışsam söyleyin yani.
  • Ercan Saatçi'nin sanatçılığı neydi ki spor yazarlığından ve hatta spor müdürlüğünden ne olsun? İçgüveysinden hallice...
  • Bugün çok garip bir şey oldu. Sabah saatlerinde Twitter'im verdiği uyarı şöyleydi: "Şahin K is now following you!" Şokun etkisinden kurtulmak ve işimi şansa bırakmamak için kendisini bloklamıştım ki Twitter'im bu kez başka bir takip edilme haberiyle uyardı beni. Bu defa durum daha vahimdi: "Allah (c.c.) is now following you!" Sıçtık desenize!
  • Nefes Vatan Sağolsun'un bir günlüğüne de olsa IMDb Top 250'ye girmesini sağlayan insanımıza çok fena laflar hazırladım.
  • Yaşadığı teknik aksaklıklar dolayısıyla lig maçlarının tüm platformlarda yayınlanmasına sebep olan ve bu rağmen türlü saçmalıklarla maç zevkinin içine etmeyen Digiturk'e de teşekkür edelim.
  • Digiturk demişken... Çok garip ödeme sistemleri var bu adamların. Siz aylık 50 lira ödeyebiliyorken, sizinle aynı pakete üye olan bir başkası aylığını 35 liraya getirebiliyor. Bu durumun üstesinden gelmenin yolunu da buldum ben. Arıyorsunuz Digiturk'u ve "Ben memnun değilim, kapattırmak istiyorum bu dijital platformu" diyorsunuz. Bunu güzel sesli operatörün "Neden efendim? Size indirim yapalım, bla bla"ları takip ediyor. Cüzi bir fiyat indirimini cebinize atıyorsunuz bu sayede.
  • "If there's something strange in your neighborhood, who you're gonna call?"
  • Bir süredir TRT ekranlarında dönmekte olan mide bulandırıcı bir yarışma programı var. Yarışmaya katılabilmek için "yoldan geçen bir vatandaş" olmanız gerekiyor. Yarıştığınız süre boyunca maalesef bir yarışmanın orta yerinde olduğunuzu ve gizli kameraya alındığınızı bilemiyorsunuz. Yapmanız istenilen şeyleri yerine getirirseniz 10 dakika gibi süre içinde 5000 TL'ye kadar kazanabiliyorsunuz. Bu yarışmanın başkarakteri Recep İvedik ruhlu, itici mi itici biri... Öyle ki sırf üç kuruş para için insanların onuruyla dakikalarca oynayabiliyor. Tüm bu ekran faciası ise Türkiye'nin en saygın kurumlarından biri olması beklenen TRT'nin çatısı altında yer alıyor. Söz konusu yarışmanın geçtiğimiz hafta yayınlanan bölümlerinden birinde insanın sinirini bozacak bir sahne ekranlara geldi. Anlatmakla olmayacak sanırım. Gün içinde bu bölümü sinirlenmeniz için olmasa bile en azından düşünmeniz için bloga koymaya çalışacağım.
  • Saygılar...