30 Temmuz 2008 Çarşamba

Carandiru

2 Ekim 1992. Yer, eşcinselliğin rahatsız edici boyutta yaşandığı, uyuşturucu kullanımının önüne geçmenin mümkün olmadığı, sakinlerinin kesici aletler yardımıyla her gün birilerini doğradığı Brezilya'da bir hapishane. O gün çıkan bireysel bir kavga patlamak için küçük bir kıvılcım bekleyen 6000 mahkuma istediğini veriyor. Carandiru'da ayaklanma başlıyor, gardiyanlar atılıyor, mahkumlar kontrolü ele geçiriyor. Kısa bir süre sonra içeriye giren polis orantısız güce başvurup savunmasız insanlara dokunulmazlık zırhının da verdiği güvenle ateş açıyor. Maksat tamamıyla asayişi sağlamak. Neticede tam 111 mahkum polis kurşunu ile can veriyor. Sonrası malum, insan hakları örgütleri hükümete polisin dokunulmazlığının kaldırılması için baskı yapadursun, katliama karışmakla suçlanan 80'in üzerindeki polisin tek bir tanesi bile yargı önüne çıkarılmıyor. Ve bu olup bitenlere nedense bize hiç de yabancı gelmiyor.
Sanırım uzak doğudan gelen bir felsefe... Her iyinin içinde yer alan bir ufak bir kötülükten ve her kötünün içinde yer alan bir nebze iyilikten bahsedip durur. Gerçekten böyle midir? Ben şüphe duymuyorum. Bu noktada sorulması gereken daha önemli soru ise şu: Hangisi tercih edilmelidir. Benim nazarımda ne kadar iyi olursa olsun bir insanın içindeki kötülük en tehlikelisidir. Bu bağlamda ben tercih hakkımı kötünün içinde yer etmiş olan bir tutam iyilikten yana kullanırım. Bir insanın işlediği bir suçtan ötürü - ki bu suç ne kadar ağır olursa olsun - içeriye girmiş olması o insanın tüm zulümlere göğüs germek zorunda olduğu manasını taşımamalı. Kanunların izin verdiği ölçüde cezalandırılmalı. Dünyanın bize uzak bir köşesinde insanların yaşam tarzları bizimkinden hiç de farklı değil. Carandiru bize bunu kanıtlıyor. Varoşlardaki halk her zaman hor görülüyor ve geri kalmışlığı son haddinde yaşıyorlar. Türlü hastalıkla, parasızlıkla uğraşıyorlar. Bunların yanında bir de polisin zulmü ekleniyor ve dokunulmazlık zırhı görünmez bir kalkan gibi koruyor onları. Ülkemizde de böyle değil mi? İnsanlarımız inançları doğrultusunda seslerini duyurabilmek için gönül rahatlığıyla sokağa çıkabiliyorlar mı? Peki ya 1 Mayıslar? Hak istemenin ödülü müdür biber gazı ve cop yemek?
2003 yılında çekilen Carandiru, aynı isimli hapishanede bundan 16 yıl önce yaşanan gerçek olayları anlatıyor. Brezilya sinemasının Cidade de Deus ile birlikte en fazla bilinen iki filminden biri. 1992 yılında cezaevinde yaşanan katliam sürecini mahkumların yaşam hikâyelerine inerek anlatmaya çalışan bir yapım. Kader mahkumu diye adlandırırız onları biz. Her şeyi kadere yükleriz. Alnımızda yazılmışsa vardır, öyle derler çünkü. Hayatımız programlanmıştır ve olay örgüsü çok önceden belirlenmiş bir hayatı yaşarız birçoklarına göre. Buna inandırılmışızdır. Yine de mahkumların hikâyeleri her zaman binilen bir takside dinlediğimiz şoförlerin hikâyelerine benzer. Elbette ki içerik bakımından birbirine benzemez - gerçi bir taksiciden hapishaneden yeni çıkmış olduğunu duymuşluğum da vardır - ancak benzer hisleri verir insana.
Filmin yönetmeni Hector Babenco. Kiss of the Spider Woman isimli filmi ile Oscar adayı olmuş ancak ödüle ulaşamamıştır. Bunun yanı sıra Carandiru ve adı geçen diğer dahil toplam 3 film ile de Cannes'da Altın Palmiye'yi kovalamış, fakat yine heykelcik ellerinde yükselememiştir.
Adeta bir sistem eleştirisi olan Carandiru'da, her türlü hastalığı ve özellikle eşcinsel ilişkiler yüzünden ortaya çıkan AIDS vakalarını incelemek üzere hastaneye gelen bir doktorun gözünden izleriz olayların akışını. En nihayetinde de kan döker polisler. Sonrasında duvarları mermilerin ağırlığını kaldıramamış ve tüm koridorları koyu kırmızıya boyanmış Carandiru detarjanlı suyla kaplanır. Bu yaratılan kiri çıkarmaya yetmez.

The Dark Knight

Heyecanlıydım! Hem de çok. Anlatmaya dilim varmaz. Sadece aylar vardı önümde. Her filmi bu denli beklemem ben. Bir gariplik vardı ama ne. Sonuna dek bu heyecanı, bu mutluluğu saklayabilecek miydim? Lanet olası ocak ayı geldi. Haberler kötüydü. Merakla beklediğim filmin, en merakla beklediğim performansını sergileyen oyuncu sırtına ölüm ceketini geçirdiğinde ne moral kaldı, ne sevinç. Heyecanım söndü, kursağımda kaldı, yutkundum ama gitmedi. Bir müddet kalmalıydı orada. Bu kadar kolay olmamalıydı hazmı. Can çekişmeliydim biraz. Canhıraş bir çığlık koyuverdiğimde farkında değildim çevreme dolan birkaç bedenin sessizce beni izlediğinden. "O gitmiş"ti, benim için. "Kim"di onlara göre.
En sevdiğim kötü kahraman... The Joker! Bundan önceki birkaç yazımda da bahsini etmişimdir illâ ki. Ben hatırlıyorum çünkü. Küçükken ders kitaplarımın arasına sakladığım her çizgi romanda o vardı. Kendine has oyunları, yürüyüşü vardı... Gülüşü vardı yüreklerde yankılanan. Oyuncaklarımdan bahsettiğimi da hatırlıyorum, hani şu hepsini kırıp dökmekten zevk aldığım. İyi adamım hep Batman'di. Alınan her yeni oyuncağın kabri olurdu çöp kutusu. Ancak bir türlü kıyamadığım oyuncağımdı, anti-kahranımdı o. Bu yüzdendir bir türlü iki oyuncağı yeniştiremem. Bir üstünlük yoktu. Açık olmam gerekirse kalbim The Joker'den yana olurdu ama nedense iyiliğin yok olmasına hiçbir zaman olanak tanımak istemezdim.
Aradan yıllar geçti ama ben ne The Joker'e olan sevgimden ne de çocuksu ruhumdan vazgeçtim. İnadına perçinledim hatta. Boyalı ve pencereli sayfalardan, plastik oyuncaklardan, çizgi dizilerden sonra beyaz perdede rastladım sonra ona. Canlandıran isim öylesine büyüktü ki The Joker biraz daha büyüdü onun sayesinde. Jack Nicholson'un üstüne giydirmiştim artık, ötesi yoktu. 2005 yılında Batman karakterinin beyaz perdedeki son filmi olan Batman Begins vizyona girdiğinde filmin son sahnesine en çok sevinen ben olmuşumdur herhalde. Bir sonraki filmin üzerine oturtulacağı zemin belli olmuştu çünkü. The Dark Knight isimli devam filminde hayatımın anti-kahramanını bir kez daha, başka bir bedende izleme fırsatım olacaktı. Sonraki süreç The Joker'i kimin canlandıracağını merak etmekle geçti ve en nihayetinde de isim belli oldu; Heath Ledger. "Have you ever danced with the devil in the pale moonlight?" tümcesini bu kez onun ağzında duyup, kendimden geçecektim. Sonra Ocak ayının sonlarına doğru gelen bir haber... Heath Ledger'in ölümü. Çekimlerini tamamlamayı başardığı The Dark Knight'in yakalayacağı büyük başarıya tanıklık edemeden gitti. Başarının en büyük nedeni...
Aylar göz açıp kapayana dek geçti. Çok hızlı. Filmin vizyona girişini takip eden günlerde şaşkınlığım arttıkça arttı. Amerika'da tüm zamanların en iyi açılışını yaptı ve hem yapımcıları sevindirdi hem de düşüşe geçen Hollywood'a moral verdi. İnternetin en büyük sinema veritabanı olarak nam salan IMDb'de yarattığı deprem ise şaşkınlıkların asıl sebebiydi. Kullanıcıların oylarıyla oluşan ve bu bazda tüm zamanların en iyi 250 filmini sıralayan IMDb Top 250 listesine aldığı 9,4 ortalama ile ilk sırada girdi. Yıllardır bu listede bir numarada yer alan The Godfather ve The Shawshank Redemption gibi yapımlara bir anda basamak düşürdü, benim de IMDb'nin gözümdeki imajını... The Dark Knight bir anda tüm zamanların en iyi filmi olarak nitelenebilir miydi?
Aslında uzun zamandır IMDb'nin popülaritesinin artmasından oldukça şikayetçiydim. Bir şey ne kadar fazla rağbet görürse o kadar çok ayağa düşüyor. IMDb de bu modaya uydu ne yazık ki! Sinemaseverler izledikleri yapımlara farklı gözle bakmaya başladı. İzlerken filmi yaşamak yerine, filme 10 üzerinden puan biçmeye başladı. Akabinde IMDb'ye koşup günah çıkartma, rahatlama. Açıkçası filmler gerçekte hakettiği değerleri layıkıyla yansıtamaz oldu. Pek çok sinemasever açısından da IMDb izlenmeyen filmler için başvurulacak bir kriter merkezi olmaktan çok her şeye benzedi. Yine de yanlış anlaşılmasın, The Dark Knight kesinlikle kötü bir film değil. Hatta son derece kaliteli kotarılmış bir devam filmi. 10 üzerinden puan biçme meraklılarının yüksek puanı kesinlikle verebilecekleri bir film. Ancak hele bir oturup soluklanmak, mümkünse bir bardak su içmek gerekli. İzleyici karşısına henüz 1 hafta evvel çıkan bir yapımı "tüm zamanların en iyisi" olarak nitelemek ne kadar doğru? Zaten her insanın gönlündeki liste değil midir önemli olan? Yoksa, yemişim IMDb'yi!
Peki bu filmin IMDb'de elde ettiği başarının nedenleri neler olabilir? Pek tabii baş aktörlerden Heath Ledger'in şok ölümünün bundaki etkisi oldukça yüksek ve insanların büyük bir kısmı duygusal davranmış olabilir. Ayrıca filmin son derece popüler bir çizgi roman uyarlaması olduğunu da unutmamak lâzım. Yönetmen Christopher Nolan'ın oldukça başarılı kariyeri ve ilk filmdeki başarısı ikinci filmi kamçılamış olması da mümkün. Yine Michael Caine, Morgan Freeman, Gary Oldman, Christian Bale, Aaron Eckhart ve tabii ki Heath Ledger gibi isimlerin harika performansları da göz önünde bulundurulmalıdır.
Peki benim hislerim neydi film bitişiyle birlikte ekrana vuran "Dostumuz Heath Ledger'a ithafen" yazısını gördüğümde? Öncelikle söylemeliyim ki büyük usta Nicholson'a giydirmiş olduğum The Joker rolünü haddim olmayarak ondan alıp Heath Ledger'a veriyorum. Bir duygusallık değil bu, The Joker'i The Joker yapan tüm özellikleri iliklerine kadar yaşamış da oynamış Heath Ledger. Yürüyüşü, kendisini hep gülümserken gösteren yüz boyası, akılane oyunları ve bittabii hâlâ kulaklarımda çınlayan kahkahası. Şimdi kızıyorum Heath Ledger'a. Bu film için varını yoğunu ortaya koyup, geceli gündüzlü çalışıp kendisini yıprattığı için. The Joker'i bu denli kusursuz oynayabilmek için kendinden feragât edişine hayıflanıyorum. Hani soruyor ya "Neden bu kadar ciddiye alıyorsun?" diye, işte bu kadar ciddiye alışına kızıyorum. Kusurlu oluverseydi de hayatta olsaydı, diye söyleniyorum ama sesimi sadece ben duyuyorum. Bu bir Batman yazısı olacaktı, olmadı. Olmasın! Zaten bundan sonra ne vakit kitap arası çizgi romanlarımı, oyuncaklarımı, çizgi diziyi hatırlasam, o gelecek aklıma. Kara Şövalye ismi hep onun oynadığı The Joker'i çağrıştıracak bana. Elimde olsa filmin adını da değiştireceğim, The Joker koyacağım. Öyle ya, film afişi olarak bile onun yer aldığı afişi kullandım. Tıpkı resimdeki gibi arkasını döndü, ve yaptığı müthiş finalin ardından bir kez daha "Gitme"nin işe yaramazlığını yüzümüze vurdu. Jack Nicholson beni bağışlasın!

29 Temmuz 2008 Salı

Creativity (19)

Tam Viagens

Not: Resmin üzerine tıkladığınızda resmin büyüdüğünü biliyor muydunuz?

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #37, #38

  • Yaklaşık iki haftalık bir aranın ardından yeniden merhaba! Geçen haftaki Pazartesi Notlarını tamamen elimde olan nedenlerden ötürü yazmadığım için bu hafta 37 ve 38’nci hafta notlarını bir arada sunmak gibi muhteşem bir kampanyaya giriştim. Haydi bakalım!
  • Bu yokluk süresince pek çok şeye kafamı bozdum. Mesela bunlardan biri rektör atamaları ile ilgili YÖK’ün Çankaya’ya sunduğu liste… Her geçen gün siyasallaşan YÖK üniversitelerin kendi içlerinde yaptıkları seçimleri adeta hiçe sayarak seçim kazanmış rektör adaylarını liste dışı bırakıyor, birçoğu da listenin alt sıralarına gönderiliyor. Seçim birincileri, Atatürkçü Düşünce Derneği üyeleri bir bakıma bozguna uğratılırken, milliyetçi ve muhafazakâr adaylar cumhurbaşkanının önüne liste başı olarak gidiyor. Son söz Çankaya’da tabii… Köşke çıkarken “Lâik cumhuriyeti korumaya” ant içen cumhurun başında…
  • Yakın bir geçmişte Trabzon’da bir alışveriş ve yaşam merkezi açılmış. Gariplikler bundan sonra başlıyor tabii. Bina yapılmış bitmiş, açılışı dahi yapılmış… Birileri de çıkmış “Bu bina Haç’ı andırıyor” demiş ve bunun üzerine de binanın yıkılmasına karar verilmiş. Doğan Hızlan 23 Temmuz tarihli köşe yazısında bu olaya yer vermiş. Yazısı şu sözlerle bitiyor: “Yanılmıyorsam galiba Aziz Nesin de o zaman bir yazı yazmıştı. Mizahın büyük ustası, Haşmet Akal’ın resminde nasıl orak-çekiç bulduğunu yazarken, amuda kalktığını, vücut hareketlerinden sonra orak-çekiç’i keşfettiğini yazmıştı.”
  • Geçtiğimiz hafta Suna Pekuysal evinde düşüp kalça kemiğini kırmıştı ve hastaneye kaldırılmıştı. Çok fazla üzülmüştüm bu habere. Beterin beteri vardır diye boşuna söylememişler herhalde. Vefat haberini duyacağım aklımın ucuna bile gelmedi. Üzüntümün de beteri oldu. Nur içinde yatsın.
  • Birkaç gün evvel Hürriyet gazetesinin internet sitesinde bir habere rastladım. Malum, üniversite adayları tercih sürecini yaşıyor. Sitedeki haberin içeriği üniversitelerin öğrencilerine sunacakları ayrıcalıklar… Hazırlanan uzun liste sayesinde üniversite adayları tercih edecekleri okullar hakkında fikir sahibi oluyorlar. Söz konusu haberin başlığı ise; “Bu üniversitede Atatürk’ü eleştirmek serbest”… Bahsi geçen üniversite ise Sabancı Üniversitesi. Bir üniversitenin tercih edilme kriteri ne zamandan beri Mustafa Kemal’i eleştirmek? Peki bunu koca koca puntolarla haber başlığı yapmak ne denli etik?
  • İki haftaya yakın bir süredir hava kirliliğinin olmadığı, şehir ışıklarının karanlık çöktüğünde semaya yansımadığı ve dolayısıyla her bir yıldızın tek tek seçilebildiği bir yerdeydim. Uzunca bir sürenin ardından gece yarıları atmosfere giren meteoritleri izleme zevkine nail oldum. Hoştu.
  • Bir insanın 21-22 yaşlarında kalbinden sorun yaşama olasılığı nedir? Ölümden korkardım, daha da korkar oldum. Yok yok, ben Numenorlu olmalıyım. Evet evet, öyle olmalıyım.
  • The Dark Knight muhteşem bir açılış yaptı Amerika’da. Hollywood üzerindeki ölü toprağını fena attı. Beklenmeyen bir şey değildi aslında. Beklenmeyen filmin IMDb Top 250’ye ilk sıradan girmesiydi. Listede bir rekora imza atarak an itibariyle 10 üzerinden 9,4’lük bir oranla The Shawshank Redemption ve The Godfather’i geride bırakmış durumda. Hep söylerim, IMDb’nin popülaritesi arttıktan sonra pek kaale alınacak yanı da kalmadı. Filmlere oy verme meraklılarının sayısı arttı. Elde edilen ortalamalar layıkını yansıtamaz oldu. Ben iddia ediyorum ki The Dark Knight’a oy verenlerin dörtte biri filmi izlememiştir bile. Ben mi? Ben henüz filmi görme fırsatı bulamadım. Salı günü gidip, izlemeyi düşünüyorum. Benim filmden beklentilerim çok yüksekti de bu denli abartılacağını da aklımın ucuna bile getirmemiştim. İzledikten sonraki izlenimlerimde buluşmak üzere…
  • Avatar: The Last Airbender vardı bir zamanlar. Tarih oldu artık. Ağlasam mı, bilmiyorum. Çocukluk günlerimden sonra ilk defa bir çizgi diziye bu denli bağlanmıştım. Shyamalan 2010 yılında sinemaya aktarıyor Avatar’ı. Bok etmese bari.
  • Şu Şampiyonlar Ligi ön eleme turundaki rakibimiz belli olacaksa olsun artık. Stresim gün be gün katlanıyor anasını satayım.
  • Müzeyyen Senar geçen hafta 90 yaşına bastı. Çok yaşa Senar, çok yaşa!
  • Yaz geceleri pencereyi falan açık bırakmayın. Yarasa giriyor evin içine, çıkaramıyorsunuz sonra.
  • Ali Sami Yen’i özledim lan!
  • Turuncu formayı ve turuncu şortu aldım. Formanın arkasına da “Hasan Şaş 11” yazdırdım (Gözlüklü smiley)!
  • Tatil beldesinde belediye hoparlörlerinden ezan okunması yetmiyormuş gibi ölen belde halkının selaları da veriliyor. Kasıtlı mı yapıyorsunuz?
  • İlk defa bir örümceğin ağ örüşüne canlı canlı tanık oldum. Duygulandım vallahi!
  • Nerede bir gece yarısı denize giren insan var, bence o insan çok ulu bir insan!
  • Penguen’e sadık kalanlar, birleşin!
  • İngilizler bile köpekler için “He” ve “She” kullanıyorken biz neden ısrarla “it” diyoruz?
  • Daha fazla uzun olmalıydı belki… İki haftalık Pazartesi Notları’nı birleştirdim çünkü. Önemli olan içeriğidir tabi.
  • Hele bir beğenmediğinizi söyleyin… İkinci “Pause” gelir şerefsizim!

27 Temmuz 2008 Pazar

The Wind Will Carry Us

Gideceği yeri bilmeden yola adımını atan birine hangi rüzgâr yardım edebilir ki? Yola çıkmışsanız eğer farkında olmasanız bile bir amacınız vardır. Attığınız ilk adım bunun kanıtıdır. Burada önemli olan o ilk adımı hangi yöne doğru atacağınıza karar verebiliyor olmanızdır. Şayet herhangi bir fikre sahip değilseniz kimsenin size pusula ya da deniz feneri olmasını bekleyemezsiniz. Okyanusun ortasında bir başına, sığınacağı bir limanın hayalini kuran gemiyi düşünün. Bu geminin yön bilincini kaybetmiş olması sırtını rüzgâra dayamasını gerektirir mi? Elbette ki rüzgârın gemiyi nihayetinde bir limana yanaştıracağı aşikâr, peki gidilen yerin önceden hayal edildiği gibi bulunacağını kim iddia edebilir? Rüzgâr hayat verir. Bunu bir uçurtmada görebiliriz mesela. Rüzgârı peşine takan uçurtma hızına hız katar, semada özgürce süzülür. Kim bilir, belki de, rüzgâr gerçekten taşıyıcı bir güçtür. Sizi önceden hayalini kurduğunuz yerlere taşımaz belki, ancak farklı diyarlar görme arzusu içinde yanıp tutuşan bünyeler için bulunmaz bir fırsattır. Görünmeyen kanatların üzerine atlarsınız, savrulduğunuz yerler sizi sonuca ulaştırırken nihayetinde kalkıştığınız eylemin pek de kötü olmadığını kavrarsınız. An gelir akışına bırakmak tebessüme boğar insanı.
İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin 1999 yılında beyazperdeye aktardığı Rüzgâr Bizi Götürecek, adı gibi izleyeni farkında olmadan değişik duygular arasında getirip götüren bir film. İran kırsalının sadeliğini olduğu gibi ekrana yansıtan filmde kaderlerini rüzgâra emanet eden insanların öykülerine tanıklık ediyoruz. 3 kişilik bir televizyon ekibi doğal bir yas töreni çekebilmek uğruna bir dağ köyüne gelir. Aldıkları duyumlara göre köydeki yaşlılardan birinin birkaç gün içinde öleceğini öğrenirler. Fakat işleri umdukları gibi gitmez. Çünkü haftaları geride bıraktıkları halde ölmesi beklenen ihtiyar bir türlü nihai sonuna ulaşamaz. Onları taşıyan rüzgâr hızını yitirmiştir anlaşılan ve zamanla yarışan ekibi hedeflerinden çok farklı noktalara sürüklemeye başlamıştır bile.
Abbas Kiyarüstemi’nin yönetmenliğini çok seviyorum. Pek çok yönetmen gibi kendine has bir anlatım tarzı var ve bu da filmlerini bir kilometre öteden gördüğümde tanıyabilmeme olanak sağlıyor. Filmlerinin hemen hemen hepsinin senaristliğini de kendisi üstlenir. Ancak bazen bu adamın senaryo yazdığı konusunda ciddi şüpheler taşıyorum. Bunu anlayabilmek için Kiyarüstemi’ni tek bir filmini izlemiş olmanız yetecektir. Çünkü kendisinin filmlerini izlerken garip bir duyguya kapılırsınız. O duygu Kiyarüstemi’nin her sabah evinden ekipmanı ile çıktığı ve yolda rastladığı olayları anında filme çekmeye başladığı duygusudur. Yönetmenin filmleri oturulup da yazılmış bir senaryo olmaktan öte doğal hayatın bire bir ekrana yansıtılması gibidir. Yine, oyuncular da öyle… Filmlerinde rol verdiği tüm oyuncular – ki bunların pek azı profesyonel oyuncudur – karşılarında kamera yokmuşçasına, günlük hayatlarında nasıllarsa öyle oynuyorlar. Bu da bana çok samimi gelir. Pek çok filmde görürüz. “Usta” olarak nitelediğimiz birçok oyuncu aslında karşılarındaki kameraya şov yaparlar. Diyebilirsiniz ki “Eee zaten yapması gereken o”… Evet, ve ben bunu inkar etmiyorum. Demek istediğim bir oyuncunun kameraya oynadığını izleyiciye hissettirmemesi gerektiği. Gerçek oyuncu hayata oynadığı rol ile kameraya oynadığı rolü ayna karşısında üst üste geçirebilen oyuncudur.
Abbas Kiyarüstemi’nin filmlerinde farkına varılabilecek hususlar sadece bunlar değil tabii ki. Filmlerinin hemen hemen hepsinde ön plana çıkan karakter sayısı birden fazla olarak görülse de aslında ana karakter sayısı hep birdir. Pek çok karakterinin yüzünü göstermemek ve sadece sesleri ile yetindirmek de ayrı bir özelliğidir.
İran sineması zamanının çok ötesinde, ancak kimse bunun farkında değil. Açıkça söylemem gerekirse şu ana kadar izlediğim hiçbir İran yapımında hayal kırıklığına uğramadım. Bahman Ghobadi ve Abbas Kiyarüstemi’nin eserlerini anlatabilmek için yan yana getireceğim kelimeleri bir türlü bulamıyorum. Tüm bunların dışında İran yapımı bir film izlerken Farsça’dan dilimize ne kadar fazla sözcük geçtiğine tanık oluyorum. Öyle ki filmleri altyazısız izlesem anlayacağım sanki. O kadar da fazla sözcüğü ortak kullanıyoruz işte.

Chinatown

Öyle bir insan düşünün ki hayatını başkalarının kirli çamaşırlarını teker teker ortaya dökerek, bunları gerektiğinde şantaj malzemesi olarak kullanarak kazansın. İcra ettiği mesleğin etik olup olmadığı sorunsalı şöyle dursun, kaç insan mutluluğu başkalarının mutsuzluğunda arar ki? Özel dedektiflerin de yaptığı bir bakıma budur. Emniyet teşkilatındaki sıra dışı olmayan meslek yaşantınız gün gelip de sona ermiştir. Alacağınız emekli maaşına tamah edemezsiniz belki, belki de çalışmadan duramıyorsunuzdur ve gerekli hazırlıkların ifa edilmesinin ardından açarsınız bir ofis ve başlarsınız özel dedektiflik yapmaya. Bir bakıma rahat batıyordur bir taraflarınıza. Bir türlü anlamlandıramadığım “tutmak” fiilindedir sahne alma sırası. Birileri gelir sizi tutar. Sonraki aşama elinize büyüteci tutuşturup, varsa ayak izlerini takip etmek, gün gün saat saat müşteriye bilgi vermektir. Genelde de bir sonuca ulaşamazsınız. Aldığınız para birkaç sokak arşınlamış olmanızın ödülüdür. Hatta can adımladığınız yollar bile ödül olabilir.
Jack Nicholson hayranlığımın tavan yaptığı günlerin başıydı. O vakitler tek uğraşım piyasada Nicholson filmleri aramaktı. Bundan arta kalan zamanımı ise pek haz etmememe rağmen Los Angeles Lakers’in maçlarını izlemek suretiyle harcardım. Neden mi? Nedeni gayet basit aslında. Nicholson çok büyük bir Lakers taraftarıydı ve oyunun durduğu anlarda genellikle kameranın odak noktasıydı. Bahsi geçen günlerin birinde izlemiş olmalıyım Chinatown’u…
Beni en fazla etkileyen Nicholson filmlerinin başında gelir Chinatown. Bunda hiç kuşkusuz aslan payının yarısı da filmin yönetmeni Roman Polanski’nindir. Jake Gittes eski bir polis memuru, yeni bir özel dedektiftir. Aldığı işleri genelde fotoğraf makinesi yardımıyla yerine getirmektedir. Çünkü kanıt ve şantaj için gerekli olan en önemli alet budur. Yukarıda da belirttiğim gibi birtakım insanları içine ittiği keder kuyusunda, o adeta bir kovadır. Kuyu ne kadar çok dolarsa, o zirveye o denli çok yaklaşacaktır. İşleri son derece yerinde gitmektedir. Hiçbir zaman gün gelip de kendisinin de bizzat içinde bulunmak zorunda kalacağı bir dava alabileceğini düşünmemiştir. Bir gün ofisine isminin Evelyn Mulwray olduğunu iddia eden bir bayan uğrar ve kocasının kendisini aldattığını ileri sürer. Gittes’den isteği gayet açıktır; kocasını kendisini diğer kadınla beraber iken enselemesi. Gittes kadının kocasının kim olduğunu öğrenince bir hayli şaşırır. Çünkü kadının kocası Su ve Enerji İşleri baş mühendisi Hollis Mulwray’dir. Gittes altın yumurtlayan tavuğu ele geçirmişçesine sevinir. Çünkü içinde bulundukları dönem Los Angeles tarihinin en kurak dönemidir ve halk bunun en büyük sorumlusu olarak Hollis Mulwray’i göstermektedir. Jake Gittes kısa süre içinde başmühendisi enseler ve fotoğrafları gazetelere de gönderip fazladan bir kazanç sağlar. Birkaç gün sonra ofisine gelen bir bayan her şeyi allak bullak eder. Gittes’in ilk defa karşı karşıya geldiği bu kadın gerçek Evelyn Mulwray’dir ve Gittes’i dava ettiğini kendisine bildirir. Gittes gerçek bayan Mulwray ile karşılaştıktan sonra kendisine başmühendisi enselemesi için görev veren kadının aslında kim olduğunu merak ederken aldığı bir haber bütün olayları içinden çıkılması güç bir noktaya taşır: Hollis Mulwray bir barajda ölü olarak bulunmuştur.
1974 yılında çekilen Chinatown’un yönetmeni Le Locataire ve The Pianist gibi filmlerden tanıdığımız Roman Polanski. Polanski’nin en başarılı eserlerinden biri olarak kabul gören ve eleştirmenlerce sinema tarihinin en sürükleyici polisiyelerinden biri seçilen Chinatown almış olduğu en iyi senaryo dalında Oscar ve 3 dalda da BAFTA gibi ödüller ile tüm bu görüşlerin doğruluğunu kanıtlamıştır. Ayrıca belirtmekte fayda var ki film en iyi senaryo dalı haricinde 10 dalda daha Oscar'a adaydı.
Filmin oyuncuları içindeki en ağır top – yukarıda da bahsettiğim gibi – Jack Nicholson. Filmin ilk dakikalarından itibaren adeta tek başına filmi sürükleyen oyuncu filmdeki üstün performansı sayesinde en iyi erkek oyuncu dalında BAFTA ödülünün de sahibi oldu. Benim nazarımda Hollywood’un en başarılı ve en yetenekli oyuncusudur Jack Nicholson. Bu topraklardan çıkmış Şener Şen’in bahtlı olanıdır bir bakıma. Her zaman iddia ederim Şener Şen’in Türkiye için gereğinden fazla yetenekli olduğunu. Bundan gurur duymalıyız tabii ki ama duymuyoruz işte. Hak eden sanatçıya hak ettiği değeri vermek yerine ne idüğü belirsiz insancılar süslüyor aptal kutumuzu ve kağıt parçalarımızı. Üstüne basa basa söylüyorum ki Şener Şen bu topraklar dışında bir yerlerde doğmuş olsaydı hak ettiği değeri de alırdı, almadığı ödül de kalmazdı. Sözlerimi bağlayacağım nokta şudur ki Jack Nicholson, Amerika için çok büyük bir değer ve eloğlu sanatçılarının kıymetini çok çok iyi biliyor. Unutmadan da belirteyim, Nicholson bu filmde özel dedektif Jake Gittes karakterine bürünüyor.
Chinatown’da Nicholson’un yanında en fazla görünen isim ise Faye Dunaway. Evelyn Mulwray karakterini canlandıran Dunaway bu filmde son derece vasat bir oyunculuk ortaya koymuş. Kim bilir, belki de Nicholson’un oyunculuğu yanında kaybolmaya mahkum olmuştur.
Kitap, film ve albüm gibi pek çok aparata ulaşabilmenize olanak tanıyan mağazalarda şu günlerde önemli aktörlerin ve aktristlerin özel koleksiyonları mevcut. Bunlardan biri de Jack Nicholson koleksiyonu. Koleksiyonun içindeki filmlerden biri de Chinatown. Üstelik DVD fiyatlarını göz önünde bulundurursanız son derece cüzi bir miktara bu koleksiyona erişebilirsiniz. En azından sıradan polisiye filmlerin cirit attığı piyasadan uzaklaşıp, biraz eski ama son derece kaliteli bir yapım izleme şansına sahip olursunuz. Jack Nicholson’un kendisi de cabası…

The Reaping

Kaç zamandır şöyle okkalı bir gerilim filmi izlemiyordum. Seyrederken adama attığı tokadın etkisi uzun süredir geçmeyenlerden bahsediyorum. Aslına bakarsanız uzun süredir herhangi bir gerilim filmi bile izlemedim ben. Cesaretimi toplayıp da bu işe girişmek yemedi doğrusu. Cesaretimden yoksun oluşumun sebebi izlerken muhtemelen hissedeceğim korku duygusu değil, gerilim filmlerinin ta kendisi aslında. Çünkü yok kardeşim böyle bir film. Varsa bile ender. İsmi gerilim, cismi başka bir şey. Ben istiyorum ki şöyle oturduğum yere mıhlanayım, tuvalete dahi gidemeyeyim. Çok mu şey istiyorum ki? Kendi rahatımdan bile vazgeçiyorum bak! Sadece uzun süredir sinema dünyasında bulunmayan kaliteli bir gerilim filmi istiyorum. Samanlıkta iğneyi bulurum ama bu muradım gerçekleşmeyecek gibi. Nerede bir Signs, bir The Others, bir The Sixth Sense, bir Storm of the Century, bir Suspiria, bir The Shining, bir Pi, bir Les Rivières Pourpres
Bahsini ettiğim türdeki son kalkışmam The Reaping oldu. Olmaz olaydı. Daha önce zilyon kere bozduğum yeminime an itibariyle yeniden başlamış durumdayım. Ne bekledim, ne buldum? Elimde koca bir sıfır, geride bırakılmış bomboş bir 95 dakika… Hoş, normalde kötü bir filmi izlemenin bile bir zaman kaybı olmadığını düşünürdüm ben. Sonuçta izlemeden bilemezsiniz kötü ya da iyi olduğunu. İyi ya da kötüyü ne belirler, o da ayrı konu.
İşlerin yolunda gitmediği bir kasaba, kan akmaya başlayan bir nehir, şeytan olmakla suçlanan küçük bir kız, kaybettiği eşi ve çocuğunun ardından tanrıya sırt çeviren eski bir papaz… Bunların hepsi ve daha fazlası The Reaping’de buluşuyor. Katherine eski bir papazdır. Sudan’da eşinin ve kızının vahşice öldürülmelerinin sorumlusu olarak tanrıyı göstermesinin ardından dinine ve tanrısına sırt çevirmiştir. Bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladıktan sonra hayatını dünyanın dört bir köşesinde vuku bulan ve tanrı mucizesi olarak nitelenen olaylara bilimsel bir açıklama getirmeye adamıştır. Çünkü ona göre tanrı mucizesi diye bir şey yoktur ve buna inanan insanlar bilim sayesinde ikna edilmelidir. Bir gün okul çıkışında yolunu kesen bir adam geldiği kasabada bir anda ortaya çıkan esrarengiz bir olayın bahsini eder. Adamın anlattığına göre kasabadaki nehirde küçük kız çocuğu ağabeysini öldürmüş ve bu olayın ardından kilometrelerce uzunluktaki bu nehir kan akmaya başlamıştır. Üstelik kasaba halkı tüm bu olaylar yüzünden 12 yaşındaki katil zanlısı Loren’i suçlamaktadır. Katherine’nin önünü kesen Doug, eski papazdan kasabaya gelmesini ve bölge halkını bu olayın ilahi hiçbir yönünün olmadığına inandırmasını istemektedir. Böylece küçük kız yargısız infazdan kurtulacaktır. Ancak kasabaya gitmeye ikna olan Katherina için bir süre önce ardında bıraktıklarının yüzüne vurulma vakti gelmiştir.
2007 yapımı bu filmin yönetmenlik koltuğunda yer alan isim A Nightmare on Elm Street: The Dream Child, ve 24 gibi yapımlardan aşina olduğumuz yönetmen Stephen Hopkins bulunuyor. İzleyicilerini genelde şaşırtmayan yönetmen The Reaping ile de şaşırtmamış. Tabii ki olumsuz bakımdan… Benim kanaatim odur ki bu film olmamış bir film.
Hopkins’in kastta yer verdiği isimlerin başını Hilary Swank çekiyor. Katherine karakterini canlandıran oyuncunun genç yaşına rağmen 2 Oscarlık kariyeri bile filmi kurtarmaya yetmemiş. Swank’in haricinde son dönemde dikkat çeken çocuk oyunculardan AnnaSophia Robb da filmde rol alan bir başka isim.
Kıssadan hisse çıkarmak gerekirse fragmanına bakıp da aldanılmaması gereken filmlerden biri olmuş The Reaping. Hollywood takındığı "Sinemalara izleyici çekemiyoruz, film yapmasak mı" tavrını sürdürmektense, “Biz kendimizi tekrar ediyoruz, yaratıcılığımız yerlerde sürünüyor, izleyici gelmemekte haklı” görüşünü savunmaya başlasa daha bir doğru olacak, herkes daha bir mutlu olacak sanki. İlk 5-10 dakikası ile umut verse de sonradan tam bir Hıristiyanlık propagandasına dönüşen bu film benden geçer not alamadı. Olur da arkadaşlarınızla birlikte bir gerilim filmi izlemek isterseniz aman ha tercihiniz bu film olmasın. Aman ha!

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Pause

Blogla konuştum, haberler iyi. Yıllık iznimi kullanayım, di mi?

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 42

"If you could be either God's worst enemy or nothing, which would you choose? We're the middle children of history, we have no special purpose or place, and unless we get God's attention, we have no hope of damnation or redemption. Which is worse, hell or nothing? Burn the museums, wipe your ass with the Mona Lisa. This way, at least God will know your name." (Fight Club - Edward Norton)

Anket Sonucu

Ne olduğunu bilmediğim, neden yaptığıma bir anlam veremediğim aptal anket son buldu canlarım. Katılmakla ne kadar büyük bir hata yaptınız, anlatamam. Sadece doğru cevap olan "Yukarıdaki resimde olan şeyleri tasvip etmiyorum" şıkkını işaretleyen 6 kişiyi yüreğimle kucaklıyorum. Canlarım benim. Seviyorum lan sizi.

Pazartesi Notları #36

  • Ben küçükken canım sıkıldığında duvara kafa atardım.
  • Ben küçükken Cin Ali en yakın arkadaşımdı.
  • Ben küçükken peşinden koşabileceğim bir hayal arardım. Her gün değişirdi.
  • Ben küçükken oyuncak isteyen kardeşimin aksine iş seyahatlerine giden babama sipariş olarak hep kitap verirdim.
  • Ben küçükken güzel doğum günlerim olurdu.
  • Ben küçükken sokakta dizlerimi çürütmesini çok severdim.
  • Ben küçükken başlamıştı Galatasaray'a aşkım.
  • Ben küçükken Abdurrahman Efendi şarkısından çok korkardım.
  • Ben küçükken bize Abdurrahman Efendi şarkısını öğreten öğretmenime çok küfür ederdim.
  • Ben küçükken Abdurrahman Efendi'ye lanet okurdum.
  • Ben küçükken fener alaylarını izleyebilmek için 30 Ağustos Zafer Bayramı'nı iple çekerdim.
  • Ben küçükken şeker de sanırdım ilacı.
  • Ben küçükken sayısını hatırlayamayacağım kadar çok VHS kasedine sahiptim. Çizgi filmler her şeyimdi.
  • Ben küçükken çok şıpsevdiydim.
  • Ben küçükken ölümün ne demek olduğunu kavramış, akabinde günlerce ağlamış, birinin çıkıp "Tamam, sen ölmeyeceksin" demesi için adeta yalvarmıştım. Söylemedi kimse. Alçaklar!
  • Ben küçükken Pazartesi Notları'nı yazmayı hiç düşünmemiştim.
  • Ben küçükken sapsarı olmamdan ötürü turistlerin ilgi odağıymışım.
  • Ben küçükken kabakulak geçirdim.
  • Ben küçükken suçiçeği de geçirdim.
  • Ben küçükken kızamık geçirmedim.
  • Ben küçükken yabancı şarkılara anlamsız sözcükler giydirirdim.
  • Ben küçükken Freddy Kruger'e katıla katıla gülerdim.
  • Ben küçükken Chucky'e de katıla katıla gülerdim.
  • Ben küçükken Splinter'den çok korkardım.
  • Ben küçükken cüce kalmaktan çok korkardım.
  • Ben küçükken Legolarım vardı.
  • Ben küçükken oyuncaklarımı kavga ettirir, kırardım.
  • Ben küçükken Akepe yoktu.
  • Ben küçükken dert yoktu, tasa yoktu.
  • Ben küçükken Kemal Sunal yaşıyordu.
  • Ben küçükken İdil daha doğmamıştı.
  • Ben küçükken keyfime kahya çoktu.
  • Ben küçükken kültür de yoktu, sepet de...
  • Ben küçükken Nen Na Nan Na vardı, bir de Kent Taç Dis...
  • Ben küçükken televizyondaki reklam kuşaklarının başlamasını iple çekerdim.
  • Ben küçükken saçma listeler yapmazdım.
  • Ben küçükken ranzanın üst katından düşmüştüm ve uyanmamıştım bile.
  • Ben küçükken'den beri başımda davul çalsanız uyanmam.
  • Ben küçükken cin çağırırdım, fincanı şahsen oynatırdım.
  • Ben küçükken Collie cinsi köpeğim vardı ve adı Lassie'ydi.
  • Ben küçükken "Üniversite okuyacaksın" deseler, "Haydi oradan" derdim.
  • Ben küçükken amcalara pipimi göstermedim hiç.
  • Ben küçükken kardeşimin doğmasını bir adet simitle kutladım.
  • Ben küçükken kardeşimi hiç kıskanmadım.
  • Ben küçükken kardeşimi hiç kıskanmadım.
  • Ben küçükken kardeşimi hiç kıskanmadım.
  • Ben küçükken kuzenlerimle iyi geçinirdim.
  • Ben küçükken biraz da utangaçtım.
  • Ben küçükken ota boka gülerdim.
  • Ben küçükken Zeki Müren'e çok kızardım (I used to).
  • Ben küçükken uçağı insan taşıyan kuş sanırdım.
  • Ben küçükken leylekler tarafından getirildiğim söylenmedi bana.
  • Ben küçükken yazımı okuyamazdım.
  • Ben küçükken sevgili bir günlüğüm olmadı hiç
  • Ben küçükken anket defterim oldu ama...
  • Ben küçükken her sabah ve her gece süt içerdim.
  • Ben küçükken zorla pekmez dahi içerdim.
  • Ben küçükken annemi mi daha çok severdim, yoksa babamı mı?
  • Ben küçükken gözlerim açık uyumaya çalışır, sonra da neden uykuya dalamadığımın muhasebesini yapardım.
  • Ben küçükken aptaldım.
  • Ben küçükken çok küçüktüm ulan!
  • O Abdurrahman Efendi'nin de Allah belasını versin!

Dinlenmesi Gerekenler (32) - Le Vent Nous Portera

Je n'ai pas peur de la route
Faudrait voir, faut qu'on y goûte
Des méandres au creux des reins
Et tout ira bien là
Le vent nous portera

Ton message à la Grande Ourse
Et la trajectoire de la course
Un instantané de velours
Même s'il ne sert à rien va
Le vent l'emportera
Tout disparaîtra mais
Le vent nous portera

La caresse et la mitraille
Et cette plaie qui nous tiraille
Le palais des autres jours
D'hier et demain
Le vent les portera

Génetique en bandouillère
Des chromosomes dans l'atmosphère
Des taxis pour les galaxies
Et mon tapis volant dis ?
Le vent l'emportera
Tout disparaîtra mais
Le vent nous portera

Ce parfum de nos années mortes
Ce qui peut frapper à ta porte
Infinité de destins
On en pose un et qu'est-ce qu'on en retient?
Le vent l'emportera

Pendant que la marée monte
Et que chacun refait ses comptes
J'emmène au creux de mon ombre
Des poussières de toi
Le vent les portera
Tout disparaîtra mais
Le vent nous portera

NOIR DESIR

8 Temmuz 2008 Salı

Fincher'den Yeni Bir Film

Bilog dedi ki;

- Fincher yeni film çekmiş lan!

Ben de dedim ki;

- Oha!

Sonra Bilog dedi ki;

- Harbi bak!

Ben de dedim ki;

- Dur bir bakayım.

Bilog da dedi ki;

- Bak!

Baktıktan sonra geri dönüp dedim ki;

- Ana! Yine Brad Pitt var. Bonus olarak da Cate Blanchett var. Yanında yatarım ben bunun. Üstelik senaryosu da fena.

Bilog ekledi:

- Can Yücel'in "Tersten Yaşam" başlıklı yazısının içeriği ile birebir örtüşüyor.

***

David Fincher'in yılbaşında vizyona girecek olan son filmi The Curious Case of Benjamin Button hakkında biraz bilgi vereceğim. Ancak önce Can Yücel'in söz konusu yazısını önce kopyalayıp, sonra yapıştırayım:

"Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir. Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu. Nasıl mı? Camide uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.

Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi hazır. Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...

Altmışlı yaşlara kadar her şey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz. Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoşgeldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz. Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz. Herkes karşınızda elpençe divan.

Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor, forma giriyorsunuz. Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkâlade... Aman ne güzel günler başlıyor... Derken bir gün patron size 'Artık üniversiteye gitsen daha iyi olur' diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'Fazla çalıştın" diyor 'artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçlığın benden olsun...' Keyfe bakar mısınız?

Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.

Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık... Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'Evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna' diyorlar... Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.

Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır. Bir gün karanlık, ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor sıcacık yumuşacık gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.

Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz. Ve günün birinde müthiş keyifli bir sevişmeyle hayatınız bitiyor..."


***

Evet, Can Yücel'in mevzubahis yazısı buydu. Şöyle bir düşününce "Hiç de fena olmazdı" diyor insan. Bu noktada Fincher sazı eline alıyor. 1922 yılında çekilen bir kısa film ilham kaynağı oluyor. The Curious Case of Benjamin Button'da 80 yaşında dünyaya gelen Benjamin Button'un ilginç hikâyesine tanıklık edeceğiz. Diğer insanların aksine yaşı ileriye doğru değil, geriye doğru giden bir adam Benjamin Button. 50 yaşına geldiğinde, 30 yaşındaki Daisy ile tanışır ve ona aşık olur. Tek sorun biri yaşlanırken, diğeri gençleşecektir.

Kanımca muhteşem bir hikâye. Ben izlemek için sabırsızlanmaya başladım bile. Aşağıda filmin arkaplanında muhteşem bir müziğe sahip olan resmi internet sitesinin linkini ve fragmanını bulabilirsiniz. Şimdilik bunlarla yetineceğiz.

The Curious Case of Benjamin Button - Resmi Web Sitesi

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Rıdvan Çıldırırsa...

Şiirsiz Yaşamak

Tam teslim olduk sanırken ekran­daki çerçöpün hükümranlığı­na, yağmurlarla gelen bir şiir, aniden geceye sızıp can suyu veriyor kurak ruhlarımıza:

"Gözyaşlarının gücü vardı eskiden" diyor Adnan Özer, "...ırmak yüklü adamlardık, tuz katarlarının ardınca giden/gölgemizde damlaların bıraktığı izlerden/açılırdı hayal, tu­zun suda bukağısı çözülürken"...

Şiir çekip alıyor bizi gömüldüğümüz seviye­siz bataklığın kucağından...

Dizelere yapışıp ayaklanıyoruz.

* * *

Meğer ne çok olmuş O'nu kovalı hayatımız­dan...

Ne çok olmuş, uykuda bir sevgilinin alnına bir minik buse, sofranın kenarına bir küçük mum kondurmayışımız.

Abdülhak Hamid, kendisinden 40 küsur yaş küçük Lüsiyen'ine yazdığı mektuplara "Bahar-ı Ömrüm" diye başlıyordu:

"Bahar-ı ömrüm; aşk bir maniadır ki ya aş­mak veya tahrip etmek lazım; yahut da huzu­runda kalmak ve yok olmak..."

Biz, tahrip ettik o "mania"yı; huzurunda kalmanın bedelini göze alamadığımızdan...

O yüzdendir "ömrümün baharı" diye başla­yan mektuplar almamamız nicedir...

Sevdiğine "Yüreğim" diyen o tılsımlı zerafeti yitirdiğimizden beridir, burkulmaz oldu yü­reğimiz bunca nefretin karşısında...

Gözyaşlarımız gücünü kaybetti.

Şimdi şairler ağlıyor bizim yerimize, bizim halimize...

Yeni yetmeler şarkı sözü ezberliyor artık, taşlama yerine küfür, seranad yerine taciz...

Felaket haberlerine alışırken şehir, "dilsiz bir kuytuda ölüyor şiir"...


***

"Şiir toplumdan kopmuyor, asıl toplum şiir­den kopuyor" demişti Tuğrul Tanyol, birkaç yıl önce, yaklaşan bir ihaneti haber verircesine...

Şiir, popüler kültür gibi lümpenleşmeyle uzlaşmamış, direnmiş ve belki de o yüzden oku­runu yitirmişti.

Akın akın loto kuponu doldurmaya koşan bir kalabalığın ardından dizeler haykırmak, ancak bir şairin göze alabileceği bir soylu dire­niş, bir nafile çabaydı.

Duymadı toplum...

Ucuz pop şarkıları söyleyerek başıbozuk bir dere gibi akarken, önüne kattı sanattan yana ne varsa; bir tek şiir hariç...

Şiir, soylu bir çınar gibi direndi köklerini oyan bu sele... terkedilmiş bir sevdalı gibi ya­payalnız ama mağrur durdu tarihin akışına inat...

Ve sonunda bir o kaldı soysuzlaşan ruhları­mızı avutacak...

***

Haydi bir şiir okuyun bugün...

Bunaldıysanız haberlerin aleladeliğinden, sıkıldıysanız şarkıcı dedikodularından, futbol­cu fıkralarından, lotaryayla köşe dönme he­saplarından, bıktıysanız ekranların, sayfaların işportacı ağızlarından gelin, siz de şiire sığı­nın...

...ve hatırlamaya çalışın bir zamanlar nasıl, "ırmak yüklü adamlardık, tuz katarlarının ardınca giden.../Yağmur bir dua gibi geçerdi pencerelerden/yetim insan, toprağın vicdanıyla doyardı/gözyaşlarının gücü vardı eskiden."

Can DÜNDAR

Pazartesi Notları #35

  • Evde deneyin. İki adet Petit Beurre’nin arasına Nutella’yı boca edin. Sonraki aşama olarak mideye indirin. Tek bir kötü yanı var o da hastalık yapması.
  • Pudinglerin en güzeli muzlu puding. Test ettim, onayladım. Evet!
  • Knorr’un sanırım… Mahluta çorbası var… Hazır çorbaya karşıyım ama annenizin çorbası gibi vallahi.
  • Hatay’da bir ilköğretim okulunda Hıristiyan bir öğrenci Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinden sınıfta bırakılmış. Demek ki neymiş? Zorunlu din dersi bile değilmiş, “zorunlu İslâm” dersiymiş.
  • Belgesel yapımı ile uğraşanlara çok özeniyorum. Sen gez, dolaş, gör, öğren üzerine bir de para al. Süper!
  • Head & Shoulders’in “Mentol Ferahlığı” kod adlı şampuanını kullan ey okur. Böyle böyle ferahlıyorsun, hiç çıkmak istemiyorsun banyodan. Arada bir gözüne kaçırıyorsun, sonra da kendini tutamayıp koyveriyorsun çığlığı. Sonra ev ahalisi banyo yerine bin bir türlü şey yaptığını düşünüyor. Ama olsun, güzel bu şampiyon, ay şampuan. Hay Allah!
  • “Gülmek nedir?” sorusuna en uygun cevap; “Eşittir Kemal Sunal” olmalı belki de. Kendimi bildim bileli onunla gülüyorum ben. Bu yüzdendir çocukluğumda durmaksızın “Acaba Kemal Sunal’ın aramızdan ayrıldığı günü görecek miyim?” sorusu ile içimi parçalamam. Korkuyordum, evet. Gülüşlerimin, ağzımı yaya yaya sırıtışlarımın sonunun gelecek olmasından korkuyordum. Bir sabah aldım o haberi, büyümem gerekmeden. Televizyon kanallarının altyazıları kaldırıldığı hastanede tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayanlara bir kişinin daha eklendiğinin haberini veriyordu acı acı. Gün boyunca açık tuttum ekranı. Biliyordum, kısa bir süre içinde çıkacak ve “Şaka yaptım ulan eşşoğlueşekler” diyecekti. Ve ben ilk defa yiyeceğim bir hakarete gülerek karşılık verecektim. Hayal kırıklıkları ile tanışmam o güne tekabül eder belki de.
    Ruhu şad olsun. Sürülen ömür boyunca gülmekten çok güldürmek herkesin kolay kolay erişebileceği bir paye değil. Kemal Sunal bunu yaptı; Sorgulamadan, severek… Türk insanını güldürdü, güldürdü, güldürdü. Sırf bunun için bile cennetteki yerini hazır ettiğini düşünüyorum. 8 seneymiş… Hıh! O hiç bizsiz, biz hiç onsuz olmadık ki. Olamayız da zaten.
  • Yaşamın ilginçliğine de bakın hele. Belki de manasızlığına. Adını siz koyun işte. Hasan Doğan… Şubat ayından beri Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığı görevini sürdürmekteydi. Her zaman futbolun içine siyaset soktuğu gerekçesiyle eleştirdim. Sonra Avrupa Şampiyonası’nda gelen üçüncülük ile her şeyi unuttuk. Geride bıraktığımız cumartesi günü kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Biz onu daha 10 gün öncesine kadar Milli Takım’ın attığı gollerdeki yerinden fırlayışları ile hatırlayacağız. Ölüm adın kalleş olsun!
  • Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ya da yaşatılıyoruz! Cumhuriyeti kuranların izinden gidenler vatan haini ilân ediliyor; biz televizyon ekranlarına küfür etmekle, meydanlarda bağırıp çağırmakla yetiniyoruz. Sokaktaki gençlere soruyorlar durumu, “Ben pek anlamıyorum bu konulardan” diye cevap alıyorlar. Sormaz olaydınız da görmez olaydık. Siz bir şeyleri bilmediğiniz için bu hâlde değil miyiz? İçeriye alınanlardan biri de hocam olur; Erol Mütercimler. Haydi diğerlerini makalelerinden, televizyon programlarından tanıyoruz da ben bu adamın ideolojisini yakından tanıyabilecek kadar ders aldım kendisinden. Yazık vallahi. Hiçbir şey söylemek gelmiyor içimden. Sıra bize gelmesin…
  • Mustafa Balbay cumartesi akşamı salındı. Cuma günü saat 17:45’te başlayan sorgulaması cumartesi gecesi saat 3:30’da sona ermiş. Salındıktan sonraki gecesinde 4 saatlik bir uyku çektikten sonra Art Avrasya’da her pazar Emin Çölaşan ile beraber yaptığı programa katıldı. İnsanları bilgilendirmek için yorgunluğuna bir gün daha kattı.
  • Uzun süre top oynamamış olmak bir halı saha maçında kendinden yaşça küçüklere rezil olmak demekmiş. Ben cuma gecesi bunu gördüm. Yerlerde süründürdü beni adiler. Dizlerimi morarttı alçaklar :)
  • Sabahın köründe kalkıp deniz daha çarşaf gibiyken gidip girmek istiyorum. Ancak bir sorun var; kalkamıyorum!
  • Geçen gün İz TV’de Mario hocaya (Levi) rastladım. “Ulan” dedim, “n’oluyoruz?” 1,5 aydır görmüyorum kendisini, özlemiş olduğumu hissetim, iyi oldu. Kadıköy’ü anlatıyordu. Çok güzel bir yarım saat geçirdim televizyon karşısında. Televizyon denilen şey bazen işe yarayabiliyormuş.
  • Çerezos denen şey Milka ile işbirliği yapmış ve bunun sonucu olarak çikolatalı cips çıkmış. Herhangi bir yerde bulamadım. Bulan olursa kargo yoluyla bana göndermesini rica edeceğim. Çikolatalı cips mi olur lan?
  • Harry Kewell’i aldık, şaka gibi!
  • “Yokum diyoooooor!”

4 Temmuz 2008 Cuma

Hayat Çok Yakışıyordu Sana

Ölümün yakışmadığı insanlar vardır. Her gördüğünüzde zamanın sonuna dek hayatlarından, neşelerinden en ufak bir şey kaybetmeyeceğini düşünürsünüz. Hayat afili bir takım elbise gibi yakışıyordur üzerine, gülmek de… Onu her gördüğünüzde yaşamın aslında güzel olduğunu düşünürsünüz. Hep öyle gitmez tabii. Külkedisi misali kara zaman çalınca saatin gongunu anlarsınız bir şeylerin ters gittiğini. Tüm büyü söner, ışıklar da; perde iner ve sahne kararır. O üzerine çok yakışan takım elbise alınmıştır ellerinden. Karanlığın orta yerinde çırılçıplaktır. Kendisine en çok yakışan şey, yani hayatın ta kendisi, ondan alınmıştır. Halbuki daha çok erkendir. Yakışmayan da budur.
İnsanlar çok garip yaratıklar. Yerli yersiz gülerler, ağlarlar. Başkasının derdi bizi gerçekten çok gerer pek çok zaman. Ölümlere ağlanır. Dünyanın her yerinde böyledir. En nefret edilen insanların bile cenazesinde ağlayanları illa ki görürsünüz. Bir de hiç tanımadığımız, bırakın iki çift laf etmeyi yüz yüze bile konuşmadığımız, hatta bizim gibi birinin şu koca kainatta oksijen tükettiğinden bile bihaber olan insanlar vardır. Onlar bizi tanımıyordur ama biz onları iyi tanıyoruzdur. An gelir eşya tabiatına yenilir. Eşyanın yaratıcısı alır yanına o insanı. Biz ağlarız. Üstelik tanışmamışızdır bile, ama ağlarız. Ölümlere ağlamak için bir neden aramak mantıklı mı ki? Ya da şu durumda mantıklı düşünebilmem için uygun bir ortam var mı? Barış’ın bittiği yerde mantık aranır mı? Koyulur gözyaşları alabildiğine… Tekere sokmak için günlerce uğraşılan ama bir türlü girmemekte direnen lanet olası çomağa okkalı bir küfür sallanır.
Onu ilk kez Akademi Türkiye isimli yarışmada görmüştüm. Televizyon ekranlarını bir sirkten farksız kılan yarışma programlarının reklam arasına sıkıştırıldığı günlerin henüz başıydı. O sirke para ödüyorduk, izlemeden gitmek de olmazdı. Perde kalktı, Barış sahne aldı. Büyünün başladığı an o andı. Uzun siyah saçlı, sürmeli gözlü… Bir diğer Barış 1999’un kış aylarında aramızdan ayrıldığında çaresizlik içinde yerine koyacak birilerini arıyordum. Müzikten pek anlamam ama o akşam Barış’ı gördüğümde demiştim, ismi bile uyuyordu hem. Yarışmayı malum sonla noktaladıktan sonra önce albümlerini bekledim. Geldi. Sonra hediye kutusu açıldı, oyunculuğunu da gördük. Uzun zaman sonra sayesinde bir dizi bile izlemeye başlamıştım.
En nihayetin sıcak bir yaz günü buz kesmeme neden olan haber geldi. İnanmak istemedim. Olayın ciddiyeti ile yüzleşince her gün umutla bekledim. İyi olacaktı, olamadı. Hayatın ve gülmenin üzerine “cuk” oturduğu Barış yoktu işte. Fonda Amasra çalıyordu; “Gitmem bu gece, gidemem artık.” Ben görmesem de olurdu, tanışmasak da olurdu. Sesinle yetinmeyi bilmiştik, aynen devam ederdik. Gitmeseydin… Herkes gibi bir hikâyesi vardı ve son bulmuştu. Olmadık yerde hem de… “Tanrı sevdiği kullarını yanına erken alırmış” masalıyla uyutmaya çalıştılar bizi. Dünyaya bakıyorum şimdi. Öylesine yozlaşmış ki… Güzel şeylere rastladık mı büyük küçük demeden mutlu oluyoruz. Ya da rol yapıyoruz, öyleymişiz gibi gösteriyoruz. Neden? Tanrı geride kötüleri bırakıyor diye. Neden? Tanrı yarattığı dünyanın kötülerin elinde kalmasını istiyor diye. Bir Barışımız vardı, o da gitti. İsminle bile o kadar anlamlıydın ki! Hep geçiştirirdim, artık isyan ediyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Acı gerçek arka arkaya indirirken yumruklarını yüzüme, ayakta durabilmek için pek fazla dayanağım kalmadığını hissediyorum. Yıkıldım, yıkılacağım… Başım yere, ayaklarım gökkubbeye öylesine yakın ki! Artık inanıyorum. İnanmak zorunda bırakıldım. Gerçekten kötülere bir şey olmuyor. Hep kalanlar kötüler oluyor ve iyilerin bileti erken kesiliyor.
1 yıl oldu be Barış. Gittin gideli Amasra’yı, Aldırma’yı, Vurdum En Dibe Kadar’ı dinlerken gözümden akan iki damla yaştasın. Biliyorum, görüyorsan kızıyorsun ama elimden bir şey gelmiyor. Gözlerin, her daim güler yüzün, yaşama sevincin geliyor aklıma, kahroluyorum. Senin kadar hızlı yaşamaktan korkar oldum. Duruldum ve bombok bir yaşam sürüyorum işin aslını öğrenmek istersen. Mutluluk balonumu söndürdüm ve cebime koydum. Çıkarıp üflemeye korkuyorum.

Hayatın çok yakıştığı güzel insan, unutmadık seni!

3 Temmuz 2008 Perşembe

Ömer Hayyam'dan (4)

  • Niceleri geldi, neler istediler;
    Sonunda dünyayı bırakıp gittiler;
    Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi?
    O gidenler de hep senin gibiydiler.
  • Dünya padişahın, kayserin, hakanın olsun;
    Cehennem kötünün, cennet iyinin olsun;
    Tesbih meleklerin olsun, temizlik Rızvan'ın:
    Sevgili bizim olsun, canı canımız olsun.
  • Ey güzel, sen ki bana derdi derman edensin;
    Şimdi: Çekil önümden, diye ferman edensin;
    Senin yüzün canımın kıblesi olmuş bir kez;
    Ne yapsın, kıble mi değiştirsin bu can dersin?
  • Bizim şarap içmemiz ne keyfimizden,
    Ne dine, edebe aykırı gitmemizden;
    Bir an geçmek istiyoruz kendimizden:
    İçip içip sarhoş olmamız bu yüzden.
  • Baharlar yazlar gider, kara kış gelir;
    Varlığın yaprakları dürülür bir bir;
    Şarap iç, gam yeme; bak ne demiş bilge:
    Dünya dertleri zehir, şarap panzehir.
  • Orucumu yiyorsam ramazanda
    Mübarek aydan habersizim sanma:
    Çileden gece oluyor da gündüzüm
    Sahura kalkıyorum gün ortasında.
  • Şarap iç, bire birdir derde tasaya;
    Ne bu dünya kalır, ne öteki dünya.
    Ne serin ateştir o, ne cam dolu su:
    Çabuk ol, bulup içemezsin mezarda.
  • Felek, delik deşik ediyorsun yüreğimi;
    Yırtıyorsun ikide bir sevinç gömleğimi,
    Esen yelleri ateş ediyorsun bana;
    Çamura çeviriyorsun içeceğimi.
  • Haram, acı, kötü derler canım şaraba:
    Oysa ne hoş şey, hele bir güzel sunarsa;
    İçin bakın; hem doğrusunu isterseniz,
    Haram dedikleri her şey hoş galiba!
  • Sen bu dünyanın sırlarına eremezsin;
    Erenlerin dilini de söktüremezsin;
    İyisi mi iç şarabı, cennet et bu dünyayı:
    Öbür cennete ya girer, ya giremezsin.

Dinlenmesi Gerekenler (31) - İstanbul

Ah İstanbul
Sen de beni unutmuşsun
Adım çıkmış hatırından
İstanbul, İstanbul, İstanbul

Ah İstanbul
Sen de biraz tozutmuşsun
Üstün başın darmadağın
İstanbul, İstanbul, İstanbul

İstanbul yüzüme ah bi' bak
İstanbul yüzüme ah bi' bak
Bir bak n'olur
Anla beni
Anla anla anlat bana da

Ne kadar kalleşsin ah dünyam
Tutmuş sana aşık olmuşum
Ama olsun
Aldat beni
Aldat aldat aldat
Ölene kadar...

PEYK

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Storm of the Century

Gerilim filmleri izlemeyi severim. Ancak pekçokları gibi kolay kolay da beğenmem bu tür filmleri. Birilerinin parmakları arasından baktığı ekrana çoğu zaman gülerek bakmışımdır. Bir çekiciliği olmalı işte. Ne idüğü belirsiz yaratıklar olmamalı mesela. Seri katil hikâyeleri de beri gelsin. Çok severim. Ancak hepsinden ayrı olarak bir filmi ayırırım. Gerilim filmleri listemin en üst sıralarına yerleştiririm. Eski yazılarımdan birinde kısaca değinmiştim bu filme ve türünün en beğendiğim filmlerinden olduğunu belirtmiştim. Ünlü yazar Stephen King'in aynı adlı romanından uyarlanan Storm of the Century'dir bu film. Bu arada, film derken yapımın 1999 yılında BBC için çekilen 4 bölümlük bir televizyon dizisi olduğunu da belirtmek gerek. Yine de ülkemizde DVD ve VCD'lerine ulaşmak mümkün. İsterseniz arkası yarın yöntemi ile zevki günlere yayarsınız, ya da 240 dakikalık boş vaktiniz vardır ve kesintisiz, bir çırpıda izleyiverirsiniz.
Hikâyenin bahsini edelim biraz da. Little Tall Adası sakinleri birbirleriyle iyi ilişkiler kurabilen bir topluluktur. "Kardeş gibi" derler ya, aynen öyledir. Komşu komşunun külüne muhtaç olduğunda sobanın dibinde biriken külleri severek verirler. Yaklaşmakta olan kışın getireceği büyük felaketin farkına sonradan varacaklardır. Kar kıyamet mevsimi kapıyı çok fena çalar. Yüzleşmekte oldukları kış mevsimi son yüzyılın en ağırıdır. Kasaba öyle bir tipiye boğulur ki tüm hayat felç olur. Fakat o güne kadar eşi benzerine rastlanmamış olan bu fırtınanın gelişi tesadüf değildir. Fırtınayı beraberinde getiren bir kişi vardır: Andre Linoge. Little Tall sakinlerinin daha önce hiç görmediği bu adam özel güçlere sahiptir. Gelir gelmez işlediği bir cinayet ile dikkatleri üzerine çeker. Günler geçtikçe fırtına gücünü artırır, cinayetler sürer. En nihayetinde herkesin korktuğu adam yaptığı kısa konuşmada şunları söyler: "Bana istediğimi verirseniz, giderim"... Peki ne istiyordur bu adam. İstediği şey yenilir yutulur bir şey midir? "He" deyince verilebiliyor mudur? Ancak kasaba sakinlerinin geçmişleri hakkında her şeyi bilen Linoge'nin istedi şeyi alamaması durumunda kasabayı haritan sileceğini kanıtlaması gerekmektedir.
Filmin oyuncu kadrosunu genellikle Amerikan dizi oyuncuları oluşturuyor. Kasaba şerifi Mike Anderson'u Tim Daly, garip yabancı Andre Linoge'yi Colm Feore canlandırıyor. Bol kar manzarasıyla şu sıcak yaz günlerinde iliklerinize kadar dondurabilecek bir film. Bu kötü son cümle için özür diler, saygılar sunarım.

Türküler Yanmaz

Eski bir teypte yanık bir türkü tutturmuş Edip Akbayram. Karanlık ve hüzünlü geceye biraz daha hüzün katıyor teypten gelen cızırtılı ses...

"...güllerim yandı, yüreğim dayanmaz"

Bir iç geçirme krizine musallat oluyorum. Eskiye dalıyorum. Menemen'de halkı isyana teşvik edenleri, Şeyh Sait'in önderliğinde emeklemeye bile başlamamış bir düzene başkaldıranları düşünüyorum. Cumhuriyet süresince dönem dönem boy göstermiş isyan hareketlerinde masum hayatların yitip gidişine üzülüyorum. 2 Temmuz 1993 akşamına gidiyorum. Şeriatı savunan ve lâikliğe edepsizce dil uzatanları, yol kenarında güç bela ayakta durmaya çalışan bir otelin penceresinden izliyorum, güller yanıyor ve yüreğim de yanıyor aynı anda. Kuytu bir köşede bir çiçek küsüyor.

"...bilmez misin ki türküler yanmaz"

Dışarıdan gelen tekbir sesleri otelde bulunan 37 kişiyi ürkütüyor. Onlar beni göremese de ben onların yüzünde okuyorum endişeyi, çaresizliği, kadere isyanı. Otelin yanıbaşında inleyenlere kimse müdahale etmiyor. Aydınların türkülerine başlamaları ile aynı ana tekabül ediyor ateşlerin salınıvermesi. Kanlı canlı haldeyken can veriyoruz orada, türküler kalıyor geriye.

"...gün gelir sanma hesap sorulmaz,
dayanır kapına, Pir Sultan ölmez"


93'den bu yana 15 yılı geride bırakmışız. Hâlâ aydınları devlete kastetmekten gözaltına alıyoruz. Değişen bir şey yok Türkiye'de.
23'den bu yana 85 yılı geride bırakmışız. Cumhuriyet boyunca her geçen gün büyüyen rejim karşıtı gösterilere bakıyorum, sonra bir de Mustafa Kemal'in Türkiye Cumhuriyeti'ni ne denli sağlam temeller üzerine kurduğunu düşünüp takdir ediyorum. Bir türlü yıkamadınız be!

1 Temmuz 2008 Salı

Stranger Than Paradise

Hep kandırılmışızdır belki. Bir söyleneni iki etmemiş, beyaza siyah diyene "Eyvallah hacı" deyip geçmişizdir çoğu zaman. Kabullenmek yaradılışımızda var belki de. Bir başkası "Öyle" diyorsa, "Hayır, böyle" demek eşyanın tabiatına aykırı sanki. Pek çok kavram üzerine kurulmuş klişe duvarlarını yıkabilecek gücü bulabiliyor muyuz kendimizde? Ben pek rastlamadım bugüne değin. Vardır belki su ile toprağın biraraya getirildiği yerlerde, kimbilir! Bazı kavramların tekdüzeliğine karşı çaresiz kalırsınız. Pencereyi hep açık bırakmışsınızdır ve acısını çektiğiniz tutulmaya siz sebep olmuşsunuzdur. Mesela yalnızlık... Ferman buyurmuştur birileri yalnızlık hakkında ve biz kabullenmişizdir nedenini bilmeden; "Yalnızlık birden fazla kişiyle paylaşılmaz, paylaşılırsa onun adı yalnızlık olmaz"... "Yok ya" derler adama.
İnsan bazen kendi seçer yalnızlığı. Hâl böyleyse eğer korkulacak bir şey yoktur. Özgür irade alınan tüm kararlar iyidir, hoştur. Aksi ise nihayetinize vaktinden çok daha erken ulaşmanıza sebebiyet verebilir. Belki bir şarkıya kulak veririz. MFÖ kulaklarımızın pasını silerken "Yalnızlık ömür boyu" diye, biliriz ki kumsalda denize karşı tek başına oturmak değildir yalnızlık. Ötedir ondan. Belki de başka bir şarkıda geçtiği gibi gücümüzün yeteceğini bilsek fırlatırdık yalnızlığın duvarına elimize dolu dolu sığacak bir taşı. Amacımız yıkabilmek olurdu elbette. O duvarı yıkacak olan taş asla bulunamayacak olandır belki de.
Peki, hepsinden öte, gerçekten tek kişilik mi yaşanır yalnızlık. Yanımıza birkaç kişi daha alamaz mıyız? Alabiliriz bence. En azından Jim Jarmusch'un Cennetten de Garip'ini izledikten sonra bunu söyleyebilirim. Hani yalnızlık da yalnızlık diye tutturuz ama farkında bile değilizdir aslında bu kavramın ne kadar trajikomik olduğunun. Jarmusch ilk uzun metraj film denemesi olan Stranger Than Paradise ile cevabı taş-kâğıt-makas oyununda kazanarak veriyor sanki.
Asıl ismi Bela'yı kullanmaktan vazgeçen Willie'nin ana vatanı Macaristan'ı terk edip, New York'a yerleşmesinin üzerinden uzun yıllar geçmiştir. Vurdumduymazlık şarabının dibini görmüş, çenesini açabilecek kerpeteni zor bulabilen bu adam ülkesinden ayrılırken adeta yeni bir kimlik edinmiştir. Pek çokları gibi Amerikan rüyasını gerçekleştirmek için yola çıkmıştır belki de ve içinde bulunduğu durum öyle bir rüyanın ütopyadan başka bir şey olmadığı gerçeğinin aynadaki yansımasıdır. Hayatını en yakın arkadaşı Eddie ile birlikte at yarışlarından kazanan Willie bir gün beklenmedik bir telefon alır. Telefon Macaristan'daki halasındandır. Ahizeden kendisine seslenen kadının Macarca'yı tercih etmesi Willie'yi sinirlendirir. Halası 10 günlüğüne hastaneye yatacaktır. Willie'den isteği kendisi hastanedeyken 16 yaşındaki kuzenine bakmasıdır. Üstelik bunu New York'daki evinde yapacaktır. Evini ücretsiz bir otel gibi pazarlama fikrinden nefret etse de 10 gün boyunca kuzeni Eva'ya açık tutar kapılarını. Süre dolduğunda Eva, Cleveland'a gitmek için New York'tan ayrılır. Orada teyzesini ziyaret edecek ve mümkünse bir iş bulup çalışacaktır. Öte yandan Willie ise bunca yıl içinde bulunduğu yalnızlığın farkına Eva'nın 10 günlük ziyareti sona erince varır. At yarışlarından kazandıkları paralar ile bir araba kiralar ve yanına Eddie'yi de alıp Cleveland'a doğru yola koyulur. Birkaç gün Eva ve teyzesinin yanında kalan iki arkadaş, sonrasında Eva'yı da alıp "Cennet" Florida'ya doğru Cleveland'ın karlar altındaki görüntüsünden uzaklaşmak amacıyla yola koyulur. Bu yolculuk aynı zamanda ayrılıklara ve yalnızlığın tek kişilik olmadığına dair filmin sonuna da yolculuktur.
Filmin yönetmeni olan Jim Jarmusch doğuştan şanslıydı belki de. Babası ünlü bir film eleştirmeniydi. Haliyle sinema sanatının içinde büyüdü. Bu özelliği, doğup büyüdüğü toprakların bu alandaki en önemli merkezi olan Hollywood'u değil, Amerikan bağımsız sinemasını seçmesine yardımcı oldu. Üniversiteden mezun olduktan sonra Avrupa'da bulundu ve toplumlar arası farklılıkları yaşayarak öğrendi. Zaten bu durum sonraları Jarmusch sinemasının temelini oluşturacaktı. 1980 senesinde ünlü yönetmen Nicholas Ray ile birlikte çalışma fırsatı buldu. Ray'den çok şey kazandığını söylemek yanlış olmaz sanırım. Bundan dört sene sonra, 1984'te, ilk uzun metraj filmi olan Stranger Than Paradise için kamera arkasına geçti. Elindeki tüm imkânlar kısıtlıydı, parası yoktu. Yine de öylesine önemli bir işe imza attı ki hamurunu kendisinin yoğurduğu film Cannes'dan en iyi film ödülü ile döndü. Bağımsız sinemanın dev kapısının Jarmusch için açıldığı an işte o andı.
"Yeni Dünya", "Bir Yıl Sonra" ve "Cennet" isimli üç bölümden oluşan bu yol filmi seyirci ile arasına mesafe koyabilmeyi başaran filmlerden. Gözle görülmesi imkansız, kırılgan ilişkilerin ana tema olarak sunulduğu filmin müzikleri de kendisi kadar hoş. Jarmusch kamerayı öyle ustalıkla kullanmıştır ki neredeyse hiç kullanmadığını bile düşündürtür izleyiciye. Çünkü her bir sahnede kamera adeta yere mıhlanmıştır. Fotoğraf kareleri niyetine bir film izletir yönetmen. Bir zaman gelir ki ardı ardına sıralanmış fotoğraflara bakmakta olduğunuzu ve bunların bir anlam ifade ettiğini sanırsınız. Bunun dışında karakterlerin hepsi gerçek hayattan kopmuş gibidir. Buna verilebilecek en basit örnek Nuri Bilge Ceylan filmleri olabilir. Her karakterde bir role bürünme çabası değil, hayatı beyaz perdeye yansıtma çabası görürsünüz ki bu da sizi ekrana çekecek faktörlerin başında gelir.
Müzikleri, oyunculukları, hikâye anlatımı, mekan yaratımı... Ve daha fazlası var bu filmde.