27 Temmuz 2008 Pazar

The Wind Will Carry Us

Gideceği yeri bilmeden yola adımını atan birine hangi rüzgâr yardım edebilir ki? Yola çıkmışsanız eğer farkında olmasanız bile bir amacınız vardır. Attığınız ilk adım bunun kanıtıdır. Burada önemli olan o ilk adımı hangi yöne doğru atacağınıza karar verebiliyor olmanızdır. Şayet herhangi bir fikre sahip değilseniz kimsenin size pusula ya da deniz feneri olmasını bekleyemezsiniz. Okyanusun ortasında bir başına, sığınacağı bir limanın hayalini kuran gemiyi düşünün. Bu geminin yön bilincini kaybetmiş olması sırtını rüzgâra dayamasını gerektirir mi? Elbette ki rüzgârın gemiyi nihayetinde bir limana yanaştıracağı aşikâr, peki gidilen yerin önceden hayal edildiği gibi bulunacağını kim iddia edebilir? Rüzgâr hayat verir. Bunu bir uçurtmada görebiliriz mesela. Rüzgârı peşine takan uçurtma hızına hız katar, semada özgürce süzülür. Kim bilir, belki de, rüzgâr gerçekten taşıyıcı bir güçtür. Sizi önceden hayalini kurduğunuz yerlere taşımaz belki, ancak farklı diyarlar görme arzusu içinde yanıp tutuşan bünyeler için bulunmaz bir fırsattır. Görünmeyen kanatların üzerine atlarsınız, savrulduğunuz yerler sizi sonuca ulaştırırken nihayetinde kalkıştığınız eylemin pek de kötü olmadığını kavrarsınız. An gelir akışına bırakmak tebessüme boğar insanı.
İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin 1999 yılında beyazperdeye aktardığı Rüzgâr Bizi Götürecek, adı gibi izleyeni farkında olmadan değişik duygular arasında getirip götüren bir film. İran kırsalının sadeliğini olduğu gibi ekrana yansıtan filmde kaderlerini rüzgâra emanet eden insanların öykülerine tanıklık ediyoruz. 3 kişilik bir televizyon ekibi doğal bir yas töreni çekebilmek uğruna bir dağ köyüne gelir. Aldıkları duyumlara göre köydeki yaşlılardan birinin birkaç gün içinde öleceğini öğrenirler. Fakat işleri umdukları gibi gitmez. Çünkü haftaları geride bıraktıkları halde ölmesi beklenen ihtiyar bir türlü nihai sonuna ulaşamaz. Onları taşıyan rüzgâr hızını yitirmiştir anlaşılan ve zamanla yarışan ekibi hedeflerinden çok farklı noktalara sürüklemeye başlamıştır bile.
Abbas Kiyarüstemi’nin yönetmenliğini çok seviyorum. Pek çok yönetmen gibi kendine has bir anlatım tarzı var ve bu da filmlerini bir kilometre öteden gördüğümde tanıyabilmeme olanak sağlıyor. Filmlerinin hemen hemen hepsinin senaristliğini de kendisi üstlenir. Ancak bazen bu adamın senaryo yazdığı konusunda ciddi şüpheler taşıyorum. Bunu anlayabilmek için Kiyarüstemi’ni tek bir filmini izlemiş olmanız yetecektir. Çünkü kendisinin filmlerini izlerken garip bir duyguya kapılırsınız. O duygu Kiyarüstemi’nin her sabah evinden ekipmanı ile çıktığı ve yolda rastladığı olayları anında filme çekmeye başladığı duygusudur. Yönetmenin filmleri oturulup da yazılmış bir senaryo olmaktan öte doğal hayatın bire bir ekrana yansıtılması gibidir. Yine, oyuncular da öyle… Filmlerinde rol verdiği tüm oyuncular – ki bunların pek azı profesyonel oyuncudur – karşılarında kamera yokmuşçasına, günlük hayatlarında nasıllarsa öyle oynuyorlar. Bu da bana çok samimi gelir. Pek çok filmde görürüz. “Usta” olarak nitelediğimiz birçok oyuncu aslında karşılarındaki kameraya şov yaparlar. Diyebilirsiniz ki “Eee zaten yapması gereken o”… Evet, ve ben bunu inkar etmiyorum. Demek istediğim bir oyuncunun kameraya oynadığını izleyiciye hissettirmemesi gerektiği. Gerçek oyuncu hayata oynadığı rol ile kameraya oynadığı rolü ayna karşısında üst üste geçirebilen oyuncudur.
Abbas Kiyarüstemi’nin filmlerinde farkına varılabilecek hususlar sadece bunlar değil tabii ki. Filmlerinin hemen hemen hepsinde ön plana çıkan karakter sayısı birden fazla olarak görülse de aslında ana karakter sayısı hep birdir. Pek çok karakterinin yüzünü göstermemek ve sadece sesleri ile yetindirmek de ayrı bir özelliğidir.
İran sineması zamanının çok ötesinde, ancak kimse bunun farkında değil. Açıkça söylemem gerekirse şu ana kadar izlediğim hiçbir İran yapımında hayal kırıklığına uğramadım. Bahman Ghobadi ve Abbas Kiyarüstemi’nin eserlerini anlatabilmek için yan yana getireceğim kelimeleri bir türlü bulamıyorum. Tüm bunların dışında İran yapımı bir film izlerken Farsça’dan dilimize ne kadar fazla sözcük geçtiğine tanık oluyorum. Öyle ki filmleri altyazısız izlesem anlayacağım sanki. O kadar da fazla sözcüğü ortak kullanıyoruz işte.

Hiç yorum yok: