30 Aralık 2008 Salı

Büyümez Ölü Çocuklar...

İsrail bombalıyor...
Savaş kanunlarını hiçe sayarak vuruyor...
Hastaneleri, okulları...
Ve çocukları vuruyor hepsinden öte...
Ağzında mermi yerine emzik taşıması gereken bebekleri...
Bela okuyorum, lanet okuyorum...
Hem İsrail'e hem de Gazze'de olan biteni sadece kınamakla yetinenlere...

29 Aralık 2008 Pazartesi

Akasyanın Şarkısı

İlkbahar kokan bir sonbahar sabahına uyandı dalgın gözlerin
sen sonbaharın sarılığını eskiden hiç bilmezdin...
En güzel çiçeklerini uzatmıştı hep pencerendeki akasya
ondandır sen yaşamın kupkuru dallarını hiç görmedin...

Baharlar upuzun yollar gibi uzansın ömrüne!

Deniz kokan bir kıyı kasabasında uyandı yorgun gözlerin
sen fırtınaların ıslığını eskiden hiç bilmezdin...
Sevda çığlıklarıyla en güzel şarkılarını söylemişti hep göğündeki martılar
ondandır sen yaşamın azgın dalgalarını hiç tanımadın...

Denizler gökyüzü atlası gibi serilsin ömrüne!

Itır kokan çocukluk şehrinde uyandı dalgın gözlerin
sen ayrılıkların rengini eskiden hiç bilmezdin...
Annenin üstüne titremesi gibi taze ekmek kokusu taşımıştı hep sokaklar
ondandır sen yaşamın ayrık otlarını hiç bilmedin...

Sokaklar bayram sabahları gibi uzansın ömrüne!

Buğusunda hasret tüten bir İstanbul sabahına uyandı yorgun gözlerin
sen hasretin kokusunu eskiden hiç bilmezdin...
Yedi tepesinin her birinden aşkı büyütmüştü sana hep İstanbul
ondandır sen yaşamın İstanbul hasreti olduğunu hiç bilmedin...

İstanbul gökkuşağı gibi serilsin ömrüne!

Gözyaşında keder yüklü bir yalnızlık sabahına uyandı dalgın gözlerin
sen gözyaşının tuz tadını eskiden hiç bilmezdin...
Matarasında sevinç taşıyan şarkılar sunmuştu sana hep sevdalar
ondandır sen yaşamın çıkınında yalnızlık da olduğunu hiç bilmedin...

Sevda çocuk gülüşleri gibi uzansın ömrüne!

Mendiline kan damlayan bir yolculuk sabahına uyandı yorgun gözlerin
sen dönüşsüz yolculukların acısını eskiden hiç bilmezdin...
Olanca kızıllığıyla kavuşmakları anlatmıştı sana hep güller
ondandır sen yolculuğun gül dikenleriyle ellerine batacağını hiç bilmedin...

Güller kokusunu hiç yitirmeden kızıl bir gülüşle serilsin ömrüne!

Mendilindeki kanı gül diye yüreğine taktığın bir sabaha uyandı sonra gözlerin
sen yalnızlığa çığlık çığlık şarkı söylendiğini eskiden hiç bilmezdin...
Issız şarkısını bir keman sesinin tınısında söyleyip durdu sana oysa yıllar
sen uyandığın tüm bu sabahların yaşamın kendisi olduğunu şimdi öğrendin...

Hanımeli kokarken sabah, deniz dingindi...
Sen miydin uyanan yoksa sabah mıydı?

Meltem KAYA

Kış

"Merhametsiz kış sabahlarından önce herkesin, ayaklarını ısıtmak için birine ihtiyacı vardır. Kış aslında iki kişilik bir mevsimdir. Uyku kokan yorganlar, birbirine karışan rüyalar, sayıklamalarla uyandırdığın biri ve onun gecenin ortasında gülen yüzü... Bu, sokulmanın mevsimi! Eskiden pazarlarda satılan civcivler gibi, kemikler, eklemler birbirine geçmeli... Kış, bir insanın başka bir insan için yapıldığının delili!"

Ece TEMELKURAN

Pazartesi Notları #58

  • Bu sözü söylemiş: "Sırf yabancı oyuncuların Noel'i için ligin 16. haftada kesilmesini anlamıyorum. Bu müslüman mahallesinde salyangoz satmaktır bana göre." Kim mi söylemiş, tabii ki Bülent Uygun. Nazarımda Ajdar birdir, bu iki... İkisini de gördüğüm yerde... Salyangozdan tiksinmem Bülent'ten tiksindiğim kadar.
  • Birileri evimi sormuş. İşte burası.
  • Kanal 7’de yayınlanan bir programda ölünün nasıl kefenlenmesi gerektiğinin uygulamalı olarak anlatıldığını duymuş muydunuz? En azından şimdi duydunuz. Konu mankeni temsili ölüden bahsetmiyorum bile... Akıl fikir...
  • Tükenmez kalemim tükendiğinde garip bir hüzün kaplar yüreğimi...
  • Ğ mi daha karizma yoksa W mi yoksa Q mu? Kim daha çok eksikliğini çekiyor, biz mi W ve Q’nun, gavur mu Ğ’nin?
  • “Ne diye hitap etsem ki? Fifti Bey desem olur mu ki?”
  • Beşiktaş’lı bir arkadaşım Yıldırım Demirören’e her seferinde ısrarla Tüpçü diyor ve ben her seferinde aynı sıfata gülmeden edemiyorum. Aynı arkadaş PES2009 oynarken Manchester United’li Brown’un ayağına geldiğinde “Eveeeet, top Kahverengi’de, Kahverengi bir çalıııım...” diyerek gaza geldikçe ben gülmekten kalemde golü görüyorum. Çok iyi yöntem, çoook!
  • Pamuklara sarılıp sarmalanmak istiyor bu deli gönül.
  • Ben hep mitoz bölünmenin hayaliyle yaşadım, biliyor musunuz? Mayoz da olur...
  • Japonya’da Kapital’i çizgi roman yapmışlar. Biz yaşamayalım ki bunun üstüne!
  • “Hüzün dolu geceler, buğulu pencereler...”
  • Rüya da görüyorum artık... Bir şeyi çok düşünürseniz görürmüşsünüz ya, o hesap işte benimkisi de...
  • Bulunduğum yere yakın üç tane camii var. Üçü de birbirine benden yakın... Hö? Ne dedim şimdi ben? Her neyse... Bir tanesinde ezan okunurken diğer ikisinde bir bekleyiştir gidiyor. Ezan bittiğinde sıradaki camii bayrağı devralıyor ve öteki bekleme haline devam ediyor. İkinci camii de ezan okuma işlemini nihayete erdirdiğinde olanı anlatmama gerek yok herhalde!
  • Feridun Hürel’in dersinden bir geçeyim, ah bir geçeyim, kendisi hakkında laflar hazırladım o durmadan laf sokup durduğu Ekşi Sözlük’te yayınlamak üzere... Ama tabii dereyi geçene kadar dayı diyeyim kendisine, budur makul olan.
  • 2002 Dünya Kupası’nın ardından Ümit Davala’ya özenenler furyasına ben de katılmıştım. Utanarak açıklıyorum... Ben de gizli saklı yoktur.
  • Antep fıstığı iyidir hoştur da tırnaklarımızın etle birleştiği yerleri hep yarar eder ya ben bu duruma çok sinirlerim. Daha fazla değil ama...
  • "Ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terkedebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz..."
  • “Olabildiğince uzağa git. Duraksamaların geçinceye kadar kal. Başka insanlar tanı. Bir süre otobüs duraklarında yaşa... Her türden insan geçer otobüs duraklarından ve evrenin her köşesinde bir otobüs durağı vardır...”
  • Artık benim de yapacağım bu gibi görünüyor.

28 Aralık 2008 Pazar

Love Actually

Mükemmeliyeti aramayı bir kenara bırakalım. Pencereyi döven kar ile yağmura ve ısıtmaya çalıştığımız odamıza kapı altlarından sinsice sızan soğuğa inat içimizi ısıtacak bir şeyler yapmanın vakti geldi sanırım. Kışın tadını böyle çıkarmalı insan. Koymalı mesela bilgisayarına ya da DVD oynatıcısına bir film, izlemeli. Yanından kahvesini eksik etmemeli. Fakat içmeden önce salına salına yükselen kahve dumanı içe çekilmeli ki ciğerler de nasiplensin. Sırtımızdaki battaniye çoktaaan bedenimizle bütünleşmiş olsun. Amerikan filmlerinin bize gıpta ettirdiği o Noel günlerini yaşayamıyoruz belki bu topraklarda, ancak bazı şeyleri kendimizce yaşamanın yollarını keşfediyoruz bu sayede, üstelik kimse özelimize karışamıyor böyle anlarda ve bunun yaşattığı hazzın önüne geçebilecek tek bir Allah'ın kulu da olmuyor.
Love Actually tam da yukarıda çizmiş olduğum tablonun eksik kısmını tamamlıyor aslında. Size de sadece o kısmı tabloya yapıştırmak kalıyor. Film dilimize "Aşk Her Yerde" olarak çevrildi. Orijinal isimlerin Türkçe'ye çevrilmesi konusundaki fiyaskolar yanında bu çeviri masum duruyor aslında. Filmin ilk dakikalarında kulağımıza çalınan "Aşk aslında her yerdedir, siz sadece bakmasını bilin" tarzındaki söylem buna önayak olmuş olabilir pek tabii. Her ne kadar bana "Yok öyle bir dünya" dedirtmiş olsa da ister istemez inanmak istiyor insan iki buçuk saat boyunca kendisine sunulanlara. Pesimizm forever!
Sekiz farklı karakter, her biri farklı bir hikâyeye sahip ve yine hepsi tek bir filmde biraraya geliyorlar. Sokakta duysak "Yok artık" diyeceğimiz türden hikâyeler pek çoğu... Hizmetçisine gönlünü kaptıran bir başbakan, aşk acısından öleceğini düşünen - sanırım 12 yaşındaki - bir çocuk, kocasından şüphe eden bir eş, vurdumduymaz bir rock yıldızı, iki erkek arasında kalmış bir genç kız, gönül verdiği kişinin dilinden anlamayan bir adam, işini gerçeğe vuran bir porno yıldızı, ve 2 yıllık arkadaşına hislerini açıklayamayan bir kadın... Hepsi Noel arifesinde kaderlerine bir çıkaryol bulabilmek için Love Actually'de biraraya geliyor.
Filmin sundukları sadece öyküleri ile sınırlı değil. Siz farkına varmadan kırmızı halıyı seriyorsunuz, ünlü isimler onun üzerinde yeteneklerini sergileyip sizi mutlu ediyorlar. Oyunculuğundan zerre haz etmediğim Hugh Grant'ın beni yegane şaşırtmışlığı bu filme tekabül eder. Karayip Korsanları'nın Davy Jones'i Bill Nighy'e katıla katıla gülebileceğimi ilk olarak bu filmde keşfettim. Bu isimler ile bitmiyor tabii yıldızlar geçidi... Keira Knightley, Liam Neeson, Emma Thompson, Rodrigo Santoro, Martine McCutcheon - ki kendisi beni benden almıştır - ve Alan Rickman gibi isimleri hep birlikte görmek de izleyenleri mutlu edecektir. Ayrıca Rowan Atkinson, Elisha Cuthbert, Billy Bob Thornton, Claudia Schiffer ve Dennis Richards'ı ucundan azıcık göstermek gibi bir bonus da var...
Haydi ben son zamanlarda epey melankolik takılıyorum - ve bu durum bir süre daha böyle gidecek gibi görünüyor - diye oturup ilk paragrafta saydıklarımı yaptım ve Love Actually'i yeniden izledim, siz ne maksatla izleyeceksiniz? Hemen söyleyeyim... Yeni yıl kapıya dayandı... Bir planınız yoksa eğer, yani Taksim'e falan gidip kurtlarınızı dökmeyecekseniz, evinizde oturup Love Actually izleyerek selamlayabilirsiniz 2009'u. Ne de olsa bu film Home Alone ile birlikte izlenebilecek en iyi yılbaşı filmidir.

26 Aralık 2008 Cuma

Stand By Me

Abinin birinin aklına - ki bu abla da olabilir şu aşamada bilemiyorum - dünyanın çeşitli şehirlerine gidip sokak çalgıcılarına söylettiği Stand By Me'yi kaydetmek gelmiş. Sonra bunların hepsini bir güzel harmanlamış ve ortaya bu muhteşem video çıkmış.

Playing For Change: Song Around the World "Stand By Me" - Click here for the funniest movie of the week

25 Aralık 2008 Perşembe

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 55

"I've never lived closer to danger, but I've never felt safer. I've never felt more confident, and people could spot it from a mile away. And as for this, the violence? I gotta be honest - it grew on me. Once you've taken a few punches and realize you're not made of glass, you don't feel alive unless you're pushing yourself as far as you can go." (Green Street Hooligans - Elijah Wood)

24 Aralık 2008 Çarşamba

Metal Gear Solid 3: Snake Eater





Her daim erkek çocukların kendilerini eğlendirmek ve oyalanmak için bulacakları meşgaleler kız çocukların sahip olduklarından daha fazladır. Kızlar köşe başlarında ya da oadalarında evcilik oyunlarına fena halde sararken, ve hatta belki de sokakta ip atlarken, erkek çocuklar sabahtan akşama kadar top peşinde koşturabilir, bir anda kendilerini kovboy-kızılderili çatışmaları arasında bulabilir, bilyeleri tokuşturabilir, meyve bahçelerini yağmalayabilir, yaşına başına bakmadan tavla bile oynayabilir, geride hâlâ zaman kalmışsa bilgisayar başına geçip kendini sanal dünyanın kolları arasına bırakabilir. En nihayetinde; "Based on a true story..."
Her ne kadar çocukluktan yeni çıkmış bir birey olsam da şimdiden özlem duyuyorum ben çocukluğuma. En çok da kaleleri taştan yapılmış bir sahada top koşturmak ve bilgisayar oyunlarında dünyayı kurtarmaktan haz alırdım. Geldiğim nokta itibari ile değişen hiçbir şey yok. Sadece toplara eskisi kadar sık vuramıyorum; hafta bir, iki haftada bir... Öte yandan bilgisayar oyunları ile aramızdaki bağ hâlâ aynı kuvvetiyle devam ediyor.
Birçokları gibi oturup saatlerce futbol oyunları başında vakit harcamıyorum. İşin futbol kısmı bilgisayarda yaşanacaksa eğer bu genellikle Championship Manager olur. Benim gönlümdeki tahtın sahipleri bellidir aslında; Resident Evil, Silent Hill, God of War... Tüm bunlardan ayrı, nazarımda bambaşka bir yere sahip bir yapım daha var ki o da Metal Gear Solid serisidir. Allah çarpar vallahi, oyun deyip geçmemek lâzım...
1998 yılında edinmiş olduğum ilk PlayStation için Konami firmasının üretmiş olduğu bir oyundu Metal Gear Solid. Benim kendisiyle tanışıklığım birkaç sene rötarla bir komşumuz sayesinde olmuştu. İlk görüşte aşk derler ya, bu olmalıydı, oynamamış ve sadece izlemekle yetinmiş biri olarak... Sonrası sadece bekleyişti... Komşunun oyunu bitirmesini bekliyordum ki ondan alabileyim, ekran başında sabahlayabileyim.
Oyunun orta derecede İngilizce gerektiriyor oluşu ve benim o dönemde sıfır İngilizce ile yaşantıma devam ediyor oluşum bile Metal Gear Solid'in başına oturmam için bir engel teşkil etmiyordu. Evet, oyunun konusu hakkında zerre fikrim yoktu ama kendinizi bir Hollywood aksiyonu içinde hissediyorsanız kimin yabancı dile ihtiyacı olurdu ki!
Oyunda beni ve benim gibi birçoklarını çeken neydi? Neticede oyun piyasasına sürülen ilk aksiyon oyunu değildi MGS. Evet, ilk aksiyon oyunu değildi belki ama getirdiği pek çok "ilk" vardı, orası kesin. Tomb Raider'in, Resident Evil'in, Max Payne'nin sunamadığını devrim niteliğinde sunmuştu. Bir kere bu oyunda esas olan pata küte düşmana dalmak değil, gizlilik içinde, adeta bir hayaletmişsiniz gibi hareket etmekti. Silahınız bu oyunda aslında sizin en büyük düşmanınız oluyor ve yanlış yer ve yanlış zamanda kullandığınızda kendinizi imha edebiliyordunuz. Yıllar sonra ilk MGS'yi yeniden oynadığımda artık her şey çok daha açıktı tabii. İngilizce'nin gözünü seveyim...
PlayStation2'nin piyasaya sürülmesi ile birlikte oyun konsolları çağ atlamış oldu. Bu aletin satışa sunulmasıyla kullanıcıyı PSX'e (PlayStation) bağlayan hiçbir şey kalmamış oldu. Çünkü PS2, PSX'in yapabildiği her şeyi yapabiliyor ve üstüne de hatırı sayılır ölçüde koyuyordu. PSX'i damdaki yerine pabuçlarıyla birlikte göndermem ve PS2 için ilk sunulan oyunlardan biri olan Metal Gear Solid 2: Sons of Liberty'nin dünyasına kendimi kaptırmam fazla sürmedi.
Kısa bir süre sonra üretilen Metal Gear Solid 3: Snake Eater ise video oyunları tarihinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının kanıtıydı adeta. Bir oyundan çok interaktif bir filmi anımsatan; senaryosu, jeneriği, müzikleri ile insanı kendine hayran bırakan bir yapımdı. Oyunun ana karakteri John, nam-ı diğer Solid Snake, Soğuk Savaş sonrası Rusyası'ndadır. Bu ülkede üretilmekte olan bir silah ile Amerika'nın herhangi bir yerini vurmak mümkün olacaktır. Bir ajan olarak görev bellidir aslında...
Metal Gear Solid 3: Snake Eater'in asla sadece bir oyun olmadığını belirttim. Eğer ki bir video oyununun sonunda gözleriniz doluyorsa, konsolu kapatmaya eliniz varmıyorsa, bu söylediğimin bir gerçekliği var.
MGS3'te yapay zekanın da tavan yaptığını belirtmeden geçmeyeyim. Oyunda belli yerlerde yüzleşmek zorunda kaldığınız The Fear, The Fury, The End, The Sorrow, The Pain, Colonel Volgin, Ocelot ve en nihayetinde The Boss bunun en güzel kanıtı. Hemen The End'i ele alalım mesela... Oynayanlar bilir... The End 100 yaşını devirmiş, ayağa bile kalkamayan, "sniper'in babası" olarak nitelenen biridir. Aslına bakarsanız kendisi hayatta bile değildi ve enerjisini güneşten aldığı an gözlerini yeninden açabiliyordu. Kendisi ile yapılan kapışmanın orta yerinde oyunu kaydedip kapatabiliyor, birkaç gün sonra oyunu yeniden açtığınızda ihtiyarın güçten düşmüş olduğunu ve bunun nedeninin de kapışmanın günlerce sürmüş olması olduğunu görüyorsunuz. Birkaç gün daha bekleseydiniz eğer, The End ile savaşmanıza gerek bile kalmayabilirdi. Oyunda alt etmesi en zor düşmanın The End olduğunu düşünürsek, bana çok da makul bir çözümmüş gibi geliyor :)
MGS'nin tüm gerçekçiliğinin yanı sıra zaman zaman gerçekdışılığa da başvurulmuş olduğunu görüyoruz. Yine oyun boyunca karşımıza çıkan düşmanlar bize bunu gösteriyor. Okkalı düşmanlarınızın bir bölümün aslında ölü olması, kimisinin de suda bile yürüyebiliyor olmasından bunu anlayabiliriz. Ancak The Cobra Unit adı altında biraraya gelen bu esas düşmanların isimlerine bakınca aslında tüm bu isimlerin oyunun ana karakteri Snake'nin hislerini sembolize etmiş oldukların görürüz. Etkisiz hâle getirilen her biri Snake'nin kurtuluşuna giden yoldaki bir duvarı daha ortadan kaldırır.
Kullanmaktan bir hayli nefret ettiğim basit bir tabir var; "anlatılmaz yaşanır"... Hani hayatımda tek bir şey için kullanacak olsam bu tabiri sanırım hiç düşünmeden Metal Gear Solid serisi için ve özellikle oyunun üçüncüsü için kullanırım. Metal Gear Solid 4: Guns of the Patriots'u henüz oynama fırsatı bulamadığım için yorum yapamam ama oyunun PS3'te sürüldüğünü bilmek yetiyor aslında. PSX ve PS2'den sonra bir de PS3 sahibi olursam günün birinde, joypad'i elime ilk kez MGS4 için alacağım kesin.
Metal Gear Solid 3: Snake Eater, bir video oyunu için gereğinden fazla gerçekçi... Henüz oyunun başında, jenerikte, Cynthia Harrell'in harika sesi eşliğinde muhteşem Snake Eater şarkısı bizi havaya sokuyor, oyunun sonlarına doğru Elisa Fiorillo'nun performansı ile Don't Be Afraid ile hüzünleniyoruz ve oyun sonunda "cast" akmaya başladığında fonda çalan Starsailor imzalı Way to Fall ile koyveriyoruz kendimizi.
Neticede, devletleri için her şeylerini veren ama günü geldiğinde devletlerinin sırtlarını görmek zorunda bırakılan isimsiz kahramanları ve anlamsız düşmanlıkları ironik hâliyle gözlerimizin önünde buluruz.

23 Aralık 2008 Salı

Demedim mi?

Oraya gitme demedim mi sana?
Seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?

Bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen
dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi?

Demedim mi şu görünene razı olma
demedim mi sana yaraşır otağ kuran benim asıl.
Onu süsleyen, bezeyen benim demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana.
Sen bir balıksın demedim mi,
demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
Senin duru denizin benim demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan benim,
senin kolun kanadın benim, demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi tövbeni bozarlar senin.

Oysa senin ateşin benim, sıcaklığın benim demedim mi?
Onu süsleyen bezeyen benim demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana.
Sen bir balıksın demedim mi,
demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
Senin duru denizin benim demedim mi?

Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan benim,
senin kolun kanadın benim, demedim mi?

Demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi tövbeni bozarlar senin.

Oysa senin ateşin benim, sıcaklığın benim demedim mi?

Mevlana Celaleddin-i Belhi Rumi

22 Aralık 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #57

  • Kendimi yeniden bu bloga adayacak bir şeylere ihtiyacım var sanırım. Evet, böyle bir sorunum var.
  • Blog dedim de artık bunları okumak yazmaktan daha hoş geliyor bana. Şimdiye kadar bunu layıkıyla yerine getirememiştim. Artık hak ettiğini düşündüğüm bloglara hakkını vermenin zamanının geldiğini düşünüyorum.
  • Sizleri bilemem ama ben Yunanistan'daki son ayaklanma dolayısıyla Yunan halkını çok takdir ettim. Olayların patlak vermesine sebep olan şey 16 yaşındaki bir gencin polis kurşunuyla can vermesiydi. Adamlar bu olaya bizler gibi sessiz kalmak yerine ülkeyi polise dar ettiler. Türkiye'de her gün bir yerlerden "polislerin cesaretini" ortaya koyan haberler alıyoruz, üzülüyoruz ama hiçbirimiz bir şey yapmıyoruz!
  • 30 Ekim 1938'e götürüyorum sizleri. Amerika'dan bir eyalet ama hangisi olduğunu bilmiyorum. O vakitler tek bir radyo kanalı yayın yapmakta. Radyolarda da her akşam sesli tiyatrolar sergilenmekte. 30 Ekim akşamı sergilenecek tiyatro Orson Welles'in ünlü eseri War of the Worlds... Oyunun bir yerinde, oyun gereği, flaş haber veriliyor ve ülkeyi Marslılar'ın bastığı belirtiliyor. Radyolarını o an açan binlerce insan bu durumu gerçek sanıp kendilerini ovaya bayıra atıyorlar. Ya yaaa, inanmazsın ama bu gerçek... Olmuş bu!
  • Kar olsak da yağsak... Bunun yağacağı yok!
  • 21-22-23 Aralık'ta ODTÜ'de Türkiye İnternet Konferansı gerçekleştirilecekmiş. Gitme fırsatı bulan olursa bizimle de bir paylaşıversin. Merak ediyorum internetteki son durumu, kapatılmanın eşiğindeki internet sitelerini...
  • SOAD'ın Eurovision 2009'da Ermenistan'ı temsil edeceği doğru mu?
  • Tam da bu mevsimde, yağmur pencereleri döverken... Sahlep için, üzerinden tarçınını eksik etmeyin.
  • Tavla oynamayı hâlâ bilmiyorum ve bundan ötürü nedense çok mutluyum.
  • Gece yatağınıza yattığınızdan adınız gibi eminseniz ve fakat sabah gözlerinizi salondaki kanepede açıyorsanız bunun açıklaması ne ola ki?
  • "Usulca gelmeli gerçek aşk derin bi' fısıltı gibi, eğer ki bu yitik zamanda cennetler çiçeklenir, sendendir. . ."
  • Stjepan Tomas'ı bu denli çok sevdiğimi düne kadar bilmiyordum. Evet!
  • Konuyu biliyorum... Hissettiklerimi biliyorum... Yapmam gerekeni de biliyorum, peki ama neden yapamıyorum? Kelimelerin yan yana gelip ağızdan çıkması bazen neden bu denli zor oluyor?
  • Paralel hangisiydi meridyen hangisiydi ya?
  • Harekete geçebilmek için zamanım daralıyor. Sadece 2 haftaya sahibim...
  • Hey taksiiiii, bütün işlerim gitti aksi... Bari sen dur be taksi!

16 Aralık 2008 Salı

Yeşilçam'ın Yüzleri

Uzun zamandır anlamlı bir anket eklemeyi düşünüyordum. Daha önce yaptıklarımdan çok uzakta, içinde espri barındırmayan, tadında, ve gerçekten anlamlı bir anket... Geçtiğimiz günlerde bir belgesel kanalında rast geldiğim "Fantastiğin Sineması" adlı yapımı izlerken yer çekimini buldum! Bir yılı aşkın süredir burada elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar bir kez olsun Türk sinemasının miladı olan Yeşilçam hakkında yazmamış olduğuma şaşırdım. Üzüldüm biraz da, kendime kızdım. Her ne kadar konusu açıldığında aşağılamaktan vazgeçmesek de kendimizi inkar ediyoruz biraz da... Çünkü öyle ya da böyle, bir şekilde, rastladığımızda televizyonda ilk izlediğimizde hissettiklerimiz bedenimize hakim oluyor. Dünyanın hiçbir sinemasında bulamayacağınız bir sıcaklığı var Yeşilçam'ın... Ben sanmıyorum ki Türkiye dışında başka bir ülke fi tarihinden kalma filmlerini, hâlâ, televizyon kanallarında yayınlasın. Kimse sittin sene önceki yapımlara ilgi duymaz. Aslında ilgi duymak demeyelim, ama bu devirde aynı filmi ayda iki kere izlemeye tahammül edemez. Biz bunu yapıyoruz. "Yeşilçam'a biraz saygı" diyenler farkında değiller ama Türk milleti Yeşilçam'a zaten saygısını da gösteriyor, vefasını da... Yoksa bu zamanda ısrarla eskileri izliyor olmazdı.
Hiç düşünmüyoruz aslında vakti zamanında ellerindeki imkanları. Yoksa keyiflerinden mi çöp tenekelerini uzaylı kılığına soksunlar! Her şeyi zamanına göre değerlendirmeyi bilsek böyle olmayacak belki. Artık her türlü imkana sahip olmalarına karşın elle tutulur bir yapım sunamayanlar mı suçlu, yoksa kısıtlı imkanlar içinde ellerinden gelenin en iyisini yapanlar mı?
Bir anket için son derece uzun ve belki de gereksiz bir giriş oldu bu. 31 Aralık 2008'e kadar blogun sağ sütununda yer alacak olan ankette sizlerden Yeşilçam'ın en güzeli ve en yakışıklısını seçmenizi isteyeceğim. Kimi surdan sura atlayıp kötülere karşı amansız bir mücadeleye girdi, kimi geceyarısından önce balodan ayrılmanın telaşına girdi... Kimi James Bond'un Türkiye şubesi oldu, kimi "Turkish Casanova"ydı... Kimi Mavi Boncuk'u verecek birini ararken, kimi tüm güzelliğiyle köylü kızıydı... Her bir anket için 10'ar adet adayımız var. Kanımca şu güne kadar blogda yer alan en anlamlı anket de bu olacak. En azından benim nazarımda öyle. Lafı daha fazla uzatmadan adaylara geçelim öyleyse.
Bu arada unutmadan, üzülerek söylüyorum ama her bir anket için sadece tek bir oy hakkınız var. Dolayısıyla oy vermeden önce iki defa düşünün.
Hayatta olanı ve olmayanına... Saygı ve selamla...

YEŞİLÇAM'IN EN GÜZELİ
Filiz Akın











Gülşen Bubikoğlu











Itır Esen











Melike Zobu











Türkan Şoray











Esen Püsküllü











Sema Tamer











Emel Sayın











Belgin Doruk











Hülya Koçyiğit












YEŞİLÇAM'IN EN YAKIŞIKLISI
Tarık Akan











Ediz Hun











Göksel Arsoy











İzzet Günay











Kartal Tibet











Murat Soydan











Kadir İnanır











Cüneyt Arkın











Fikret Hakan











Yılmaz Güney

15 Aralık 2008 Pazartesi

A.R.O.G.

Beklediğimden daha komik buldum A.R.O.G.'u. Aslında daha doğru bir tabirle A.R.O.G.'a giden süreç, film ve filmden sonrasını bir bütün olarak ele alırsam bunu iddia edebilirim.
1 ay önceden almıştım biletimi. Fakat ilk güne değil, ta 11 Aralık'a. İlk gün dururken neden 6 gün sonrasına aldığımı sormayın, yanıtını ben de bilmiyorum. G.O.R.A.'dan bu yana bir komedi filmine ciddi anlamda güldüğümü hatırlamıyorum. Buna yabancı yapımlar da dahildir. Ne idüğü belirsiz, 3 günde çekilen, ilkokul esprileri ile belden aşağı komikliklerle dolu ve film adı altında yutturulmaya çalışılan Türk menşeili yapımlardan bahsetmiyorum bile.
A.R.O.G. vizyona girmeden evvel yerden yere vurulacağını tahmin ediyordum. Millet olarak pek bir şey beğenemiyoruz biz, hele söz konusu sinemaysa hiç! Gözünün üstünde kaşı olmayanı idam sehpasına gönderiyoruz gözümüz kara... Velhasılı kelam yanılmadım da. Film hakkında yapılan yorumların yüzde 75'i olumsuzdu. Neye dayanarak? Karşılaştırmayı da çok seviyoruz biz. G.O.R.A.'dan daha iyi değilmiş kimilerine göre. Bana göre çok daha iyi olmasının yanında, "Daha iyi olacak" diye iddia eden mi vardı ki? Tüm bu curcunanın giderek büyümesinin yegâne sebebi olsa olsa bir yıl önce başlayan reklamlar olabilir. Beklentiler artmıştı haliyle...
Gelelim benim A.R.O.G. macerama... Cinebonus Antalya Migros AVM'de izleme fırsatı buldum filmi. Sinema salonunun en baba tarafıdır en arkadaki koltuklar. Yanınıza bilmişin, çatlağın, gerizekalının birisi gelmezse film tadından yenmez. Şansım bu defa pek yaver gitmemiş olacak ki yanıma tam da yukarıda saydığım özelliklere sahip bir hatun oturdu. Bayan olması felaketin boyutunu ikiye katlıyor tabii. Yaklaşık 45 dakika sürecek olan reklam kuşağı başladığında başıma geleceklerin sinyalini de almış oldum yavaştan. Gariptir, reklamların her birinde öyle ya da böyle bir İstanbul manzarası yer alıyordu. Yanımdaki hatun kişisi saydırmaya başladı: "Aha bak burası Çiçek Pasajı", "İstinye Park'daki sinema perdeleri bu salonun tavanı kadar, eheuheu", "Boğaziçi Köprüsü'nü özledim, keh keh"... Bir insanın durduk yere neden Boğaziçi Köprüsü'nü özleyeceğini düşünürken film başladı. Film başladı başlamasına da ben beyaz perdede gördüklerime mi yoksa yanımdaki gerizekalıya mı gülmem gerektiği konusunda şüpheye düştüm. "Neydi o gökyüzünden düşen siyah kapı?", "Ahaha viagara şelalesi dedi yahu", "Topa atlayan kaleci başkasıydı, valla başkasıydı" gibi kendisinin zeka seviyesini kavramama yardımcı olan cümleler kurmaya devam etti. 15 dakikalık ara verildiğinde biraz nefes alacağımı umuyordum ki nafile... Ekranda yeniden beliren bir reklam... Reklamda ellerindeki para destelerini savurup duran şahıslar ve yanımdaki aptalın sarfettiği "Ahaha, aynı ben yahu" cümlesi. İşte o an Allah'a yaklaştığım andı!
Burada bu kadar saydırdım kendisine ama bunları okuduysa kendisine yine bir teşekkür etmek isterim. O olmasaydı A.R.O.G.'dan bu kadar haz alamazdım sanırım.
Peki filmi nasıl buldum? Sinema kültürü Empire State'nin tepesinde gezen Türk sinemaseverlerin aksine amacına ulaşmış, haliyle başarılı bir yapım olarak niteleyebilirim A.R.O.G.'u. İnsanlar ne bekliyordu bu filmden onu anlayamıyorum. Oscar'a aday olmasını mı acaba? Kemal Sunal, Şener Şen, İlyas Salman... Bu insanlar bir döneme damgasını vurmuş, Türk sinemasında bir komedi kültürü oluşturmuş isimlerdir. Her biri devrini tamamladı, sahayı yeni isimlere bıraktılar. Biz bekliyoruz ki yeni isimlerin hepsi onların bıraktığı izleri takip etsin. Hayır, kusura bakmayın ama yok öyle bir dünya. Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer... Hepsi de kendi yollarını çiziyorlar. Beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu böyle, böyle de devam edecek.
Yukarıda da belirttim. Cem Yılmaz filmin reklamını bir yıl öncesinden bu yana yapıyordu. Haliyle beklentiler arttı ama bu sadece Türkiye'de değil, dünyada böyle. İddialı yapımların duyurusu, afişleri, fragmanları aylar önceden izleyici karşısına sunulur. Bu açıdan bakarsak da ben Cem Yılmaz'ı aklarım.
A.R.O.G., G.O.R.A.'nın aksine daha çok göndermeler üzerine kurulmuş bir film. Esprileri doğrudan göze sokmak yerine, satır aralarına yerleştirmeyi seçmiş bir yapım. Yani Cem Yılmaz piyasadaki kalıplaşmış komedi filmlerinden sıyrılmayı denemiş. Kimi göndermeler havada kalmış olsa da bunun denenmiş olması takdiri hak ediyor. Ben anladığım, anlamadığım, yakaladığım ve yakalayamadığım tüm göndermelere gülmeyi başardım. Deyim yerindeyse şapşala döndüm ama filme gitmekteki niyetim de bu değil miydi zaten?
Eleştirilerim de var tabii. Dile getirmek isterim... Film senaryo bakımından ele alırsak G.O.R.A.'nın yanında terazide hafif kalıyor. Kimi bölümlerin zorlama çıkmış olduğu ilk bakışta göze çarpıyor. Fakat Cem Yılmaz zekasının ürünü esprilerle pek de önemsemiyorsunuz bu durumu. Absürdizm forever!
En takıldığım nokta ise durmaksızın gözümüze Cem Yılmaz sokulması oldu. Tamam, tabii ki film bir Cem Yılmaz filmi, elbette ki kendini ön plana çıkaracak, fakat sen bizi bir Hasan Kaçan, bir Özkan Uğur'la kandırmış oldun film öncesinde. Bir ara kendimi Bir Tat Bir Doku'yu yeninden izliyorum sandım. Bunun da tek nedeni Cem Yılmaz'ın kendisine üç rol vermiş olması ve bütün esprileri bu rollere pay etmiş olması. Ne yalan söyleyeyim ben bu filme G.O.R.A.'ya güldüğümden daha fazla güldüm, çoğunluk anlamsız bulabilir ama yine de bu durumu garipsedim. Neticede Cem Yılmaz, G.O.R.A.'da da birden fazla rolü kendisine saklamış fakat tüm malzemeyi tek başına midesine indirmemişti.
Çok önemli bir mevzu daha var. O da son dönemdeki birçok yapımda olduğu üzere belaltı esprilere başvurulmamış olması... Evet, filmin bir veya iki sahnesinde küfür duyduk, fakat küfür zaten tadında bırakıldığında komedi filmlerinin olmazsa olmazıdır, ki A.R.O.G.'daki söz konusu sahneler kesinlikle sırıtmadı. Buradan anlıyoruz ki küfür konusunda aşırıya kaçmadan da komedi üretilebiliyormuş.
A.R.O.G. hakkında şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Sizin de söyleyecekleriniz varsa yorum tuşunun aşağıda bir yerlerde olduğunu belirtip, Ekşi'deki son cümlem ile bu yazıyı bitiriyorum:
"Bağırmayan taraftar siktirsin gitsin!"

Pazartesi Notları #56

  • Girişlerden nefret ederim. Bir türlü beceremiyorum. Konulara dalalım hemen!
  • Tüm gariplikler bizde olmuyormuş mesela. Hani şu “Ancak Türkiye’de olur” dedirtenlerden bahsediyorum... Kameralarımızı İngiltere’ye çevirince görüyoruz ki abimizin biri atın tekine tecavüzde bulunmuş. Üstelik bunu aynı ata ikinci kez tekrarladığı için 3 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Artık kendimizi biraz daha rahat hissedebiliriz sanıyorum...
  • Medeniyetin kalan son dişini de kırmışız. Van’da kurulan bir kadın derneği bir yıldır faaliyetlerini yürütebilmek için bir ofis kiralayamamış. Bunun nedeni ilde kadınlara kiralık daire verilmemesiymiş. Yine de şahlanıyor atlar!
  • Asitli içeceklerin içine inadına buz katanlara sinir oluyorum ben mesela. O buzlar eriyor, sonra içeceğin tadı allak bullak oluyor... İnsanın midesi bulanıyor tabii!
  • “Sevgilim sevgilim nasılsın, soğuk iç sesin kısılsın, köpüklü banyo yaparken, birden sular kesilsin”
  • İz TV’nin Özel Gösterim’lerine dikkat edin! Arada bir ısrarla yayınlanan “Fantastiğin Sineması”na gördüğünüz yerde dikkat kesilin.
  • Simit ne muhteşem bir insan icadıdır. Her şeyin modası geçse simidin modası geçmiyor. Kiminin yolda sabah kahvaltısı, kiminin vapur sefası... Çok çocuklu annelerin sokak ortasında karnı acıkan çocuklarının ağızlarını kapatmalarına yarayan bir araç bazen de... Martıları da unutmamak gerek tabii. Hamburger, döner kültürüne karşı dimdik ayakta durmayı da başarmakta kendisi. Sırf bu yüzden ayrı bir takdiri de hak etmiyor mu? Haydi simit yiyelim! Kampanya sloganı gibi oldu sanki.
  • İstanbul'a her yağmur yağışında radyolardan eksik olmuyor MFÖ'nün "Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da"sı... Sanki radyolar zorunda hissediyorlar kendilerini. Merak ediyorum, var mıdır öyle "Şunu görünce şu şarkı hemen dilime dolanır" dedirteniniz?
  • "If I could make you mine, I'll go wherever you will go" --> Çok güzel, çok!

8 Aralık 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #55

  • Kastamonu Orman Müdürlüğü krize inat 59 işçi alacağını duyurmuş. İyi hoş ama bir gariplik de var bunda. Şöyle ki başvuruda bulunan adaylar şınav ve mekik çekmede gösterecekleri başarıya göre işe alınacaklarmış. Herhalde baltayı vurduğu gibi ağacı devirecek adam arıyorlar...
  • Bir buluşmaya zamanında gelmeyen insan benim sinirlerimi ciddi ölçüde bozar. Ben vaktinde yetişebilmek için olması gerekenden daha önce çıkarım evden, fakat aynı hassasiyeti şimdiye dek kimseden görmüş değilim. Benden size tavsiye... Buluşmak için belirlediğiniz saatten 10 dakika sonra buluşma yerinde olun. Evet!
  • Bir Gülşen Bubikoğlu vardı, ne oldu ona? Özledik kendisini. Televizyona dönse, Tarık Akan ile yeni yapımlara imza atsaya...
  • Ve en nihayetinde "Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim."
  • Ha bir de, "Gözler kalbin aynasıdır yalan nedir bilmez onlar."
  • Tesadüf müdür bilemem... Son yıllarda her Kurban Bayramı'nda bulutların ağlamasına tanıklık ediyorum. Bu sene de öyle olacak gibi... Bugünden itibaren perşembe gününe kadar olacak kıyım işlemini elinden geldiğince temizlemeye çalışacak yağmur... Umutsuzca!
  • Kültür Sepeti Antalya'dan bildirdi...
  • İyi bayramlar!

4 Aralık 2008 Perşembe

Creativity (25)

Dinlenmesi Gerekenler (41) - Eylül Akşamı



Gözlerin
umutlardan bir haber veriyor

Aşık olacak gibisin
gözlerinde atıyor kalbin
ve bir eylül akşamında
yaprak çıtırtılarıyla yürüyorsun...
Yürüyorsun...
Yürüyorsun...

Yorgunsun
akan sudan daha çok yorgunsun

Yalnızsın
bir damla kadar göl içinde yalnızsın

Aşka dönecek gibisin
gözlerinde atıyor kalbin
ve bir eylül akşamında
yaprak çıtırtılarıyla yürüyorsun...
Yürüyorsun...
Yürüyorsun...

PİLLİ BEBEK

Banlieue 13

Amerikan sinemasının aksiyon anlaşıyını yerle yeksan eden bir yapımın bahsini edeceğim. O bilindik Hollywood aksiyonlarını aslında şöyle bir düşününce anlıyoruz ki aslında bu adamların yaptıkları aksiyon falan değil. Bildiğiniz hikâye... Evet, aslında hikâye yazıyor adamlar. Filmin başında yakışıklı kahramanımızı görürüz. Onun hayat öyküsüne tanıklık ederiz. Sadece bunlar bile bir filmin ilk yarısını götürür. Sonra kahramanımızın geçmişte yaptıklarının hesabını ödeyeceği ana geliriz ki dananın kuyruğu göz açıp kapayıncaya kadar kopar. Elimizde kalan kıssadan hissedir... Aksiyon değil!
Halbuki Fransızlar'ın ellerinden çıkma Banlieue 13'ü izledikten sonra bir aksiyon filminin aslında nasıl yapılması gerektiğini görüyoruz. Diyoruz ki "Bana masal anlatma, doğrudan konuya gel". Bu filmde de zaten doğrudan konunun içinde buluyoruz kendimizi. Birkaç dakika geçmeden de kalan dakikalarda nasıl bir filmin bizi beklediğini anlayabiliyoruz. Sahip olduğu aksiyon ve sinema tarihinin en güzel kovalamaca sahneleri ile çizgi film ve çizgi roman dünyasının imkânsızlıklarını beyaz perdeye harikulade bir şekilde aktarıyor bu film.
Yönetmenlik koltuğunda Pierre Morel'in oturduğu Banlieue 13'ün kamera arkasındaki esas ağır topu Luc Besson. Le Grand Bleu, Léon, Nikita, The Fifth Element, Taxi ve The Transporter gibi pek çok üst düzey filmin altında imzası bulunan Besson, Banlieue 13'de karşımıza senarist olarak çıkıyor ve film bir anda sıradışı filmler yaratma konusundaki tutkusunun bir ürünü oluveriyor.
Peki ne anlatıyor Banlieue 13? 2010 Paris'indeyiz... Şehir Banlieue 13 ve kalan taraf olmak üzere ikiye ayrılmış durumda. Öyle ki bu iki bölgeyi bir hayli uzun bir duvar ayırmakta. Banlieue 13 ise suç oranının son derece yüksek olduğu, hiçbir hukuk kuralının geçerliliğinin olmadığı ve herhangi bir devlet dairesinin dahi yer almadığı belalı bir bölgedir. Leito ise bu bölgede büyümüş ve masumiyetini koruyabilmiş biridir. Ona göre adalet esastır ve er ya da geç yerini bulmalıdır. Banlieue 13'de kendi saltanatını kurmuş olan çete lideri Taha'ya karşı vermesi gereken bir savaş vardır. Tüm bu hengame içinde Fransa hükümetinin elindeki bir nötron bombası Taha ve adamları tarafından el geçirilir. Fakat bomba istenmeden çalıştırılır. Hükümetin elinde 24 saat vardır. Bu süre içerisinde bomba etkisiz hale getirilmezse 2 milyon insan hayatını kaybedecektir. Görevi yüklenen polis memuru Damien Tomaso'nun bu görevin altından tek başına kalkamayacağına inananlar Damien'in yanına Leito'yu da verirler.
77 dakikalık bir film Banlieue 13. Fakat bir aksiyon filminin kısa ve öz olabileceğini de kanıtlamakta. Olması gerektiği gibi başlıyor ve olması gerektiği gibi sona eriyor. Zaman mı? O da su gibi akıp geçiyor.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #54

  • Bugün akşam saatlerinde gökyüzüne takıldı gözüm. Hilal şekline bürünmüş ay ve önünde parıldayan bir yıldız... Harika bir görüntüydü, harika!
  • Yüreğiniz avuç içinizde atsın ister misiniz? Size bunun yöntemini söyleyeceğim. Biraz rahatsızlık hissi verebilir ama denemeye değer. Yatağa sol yanınız altta kalacak şekilde uzanın. Ehm, öhm... Neyse! Sağ avuç içinizi göğüs hizanızda bedeninizin altına alın. Kalbinizi olduğu gibi hissediyorsunuz. Fakat dediğim gibi, biraz rahatsızlık hissi veriyor.
  • Sol yan demişken... Ben mümkün değil son yanıma yatarak uyuyamam. Ya yaaa!
  • Hayatımın sunumunu yaptım bugün. 2 saat boyunca sınıfa hükmettim. Evet, en birinci benim!
  • Tadım ve tuzum eksik son günlerde. Kısa tutabilirim bu haftayı. Zaten bu kadar geç saate almam da bundan kaynaklanıyor olabilir.
  • Canınız sıkılıyorsa, bir derdiniz varsa eğer kapatmayın kendinizi eve. Sokaklara vurun kendinizi. Yanınızdan geçen yüzlerce insana hayallerinizden oluşan elbiseleri giydirin. Kedileri sevin ne bileyim. Gidin deniz kenarında çay için. Çok derinden bir nefes alıp vermek bile işe yarayabilir bazı bazı...
  • Geçtiğimiz hafta sonu garip bir şey oldu. Benden habersiz Kültür Sepeti'nin Facebook'ta bir grubu oldu. Aslında haberim oldu ama grup açıldıktan bir süre sonra... Bir arkadaşım el atmış bu işe. "Biraz daha genele yaymalıyız seni" diye bir de bahane uydurmuş kendince. Önerileriniz, düşünceleriniz, hatta katkılarınız için: Kültür Sepeti Facebook Grubu!
  • Garip duygular içindeyim. Sanki bir nevi kansere yakalanmışım ve bu hastalık ayaklarımdan başlayarak tüm bedenime yayılmakta. Kendimi kurtarabilmemin yolu kanserli bölgeyi, ayağımı kesip atmak belki de... Aksi takdirde her bir noktamda bunun acısını taşıyacağım. Özellikle de sol yanımda...

29 Kasım 2008 Cumartesi

Sunay Bey Tarihi

Bu fotoğrafla başladı oyun. Aslında bundan altı, bilemediniz yedi ay öncesine değinmem gerek belki de... Fakat buna gerek duymayacağım bu kez. Anılarımı devreye sokmaktansa, anı yaşayacağım. Sanırım bunu yapabilirim.
Ev-sinema-okul şeytan üçgenini dağıtma, belki de bu üçgeni kare yapma zamanı gelmişti benim için. Açık konuşayım... Sahne sanatları ile arama uzunca bir mesafe koymuştum. Önce geçtiğimiz cuma akşamı için Sürmanşet adlı oyuna gitmeyi düşündüm, sonra bazı aksilikler boy gösterdi ve "Kısmet Sunay Akın'aymış" dedim. Tam olarak geride bıraktığımız çarşamba akşamına tekabül ediyor... Aslında uzunca bir süredir Kadıköy Haldun Taner Tiyatrosu senin, Bostancı Gösteri Merkezi benim, Beşiktaş Kültür Merkezi de onun olmak üzere koşturup duruyordu Sunay Akın. Bu durumdan bihaber değildik elbette, ama dürtülerimizi faaliyete geçirmek biraz zor geliyordu açıkçası. Vizeler, projeler ve sunumlardan bunalan bünyeye soğuk havalarda nefes alabilmeyi öğretmek gerekiyordu. Bu amaç ile yola çıktım ve 10 gün önceden Beşiktaş Kültür Merkezi'ndeki yerimi ayırttım. Dibimde bulunan Kadıköy ve Bostancı'daki oyunları beklemek yerine, bulunduğum yerden "Karşı" olarak tabir ettiğimiz Avrupa Yakası'ndaki gösterime gidecek olmam benim açımdan ve herkes açısından aslında önemli bir ironi. İroniden anlamayan nesle de aşina olmadığımı belirteyim...
Çarşamba günü garip bir gündü. İstanbul'un orospu havasını buram buram hissettireceğini nereden bilebilirdim ki. Kış mevsimiyle dalga geçen bir havada tepeden enseyi yakıyordu güneş. Saat 16'da eve geliş, saat 18'de pencereden dışarıya bakmaya tenezzül bile etmeden evden çıkış, sokak kapısından dışarıya atılan ilk adımda yüzümü döven yağmur, bir afallama anı, sonrası geri dönmeye üşenme... Bakın, birbirlerini ne de güzel tamamladılar. Evin okula bir hayli yakın oluşu Beşiktaş'a gidecek ve gecenin bir yarısı dönmek zorunda kalacak bir bünye için pek hayra alamet değil. Kurtlara kuşlara yem olmayayım diye de iki arkadaşımı alıyorum yanıma. Yağmurlu havada belediye otobüslerinde ayakta duracak yer bile yok. Kapşon sırılsıklam... Yağmuru seviyorum ama artistlik yapacak bir durumda da değilim hani. Başımıza bela olacağını bile bile dolmuşa atlıyoruz Kayışdağı'ndan... Git, git, git, git, git... Bitmiyor yol. Damlalar ve ceviz büyüklüğündeki buz parçaları pencereyi dövmeye başlayınca gözlerimi açıyorum. Uyumaya bile başlamışım meğerse. Boynum da ağrımış hafiften... Şoförün de asabı bozulmuş olacak... Kafayı pencereden çıkardığı gibi başladı: "Ulan salıyorlar bunları trafiğe... Senin ben babanı...." Ups, diyorum, kaptan kendine sakla lütfen cinsel tercihini...
1,5 saatlik bir işkenceden sonra kendimizi rıhtımda buluyoruz. Son vapurun kalkmasına 10 dakika var. Üç arkadaş üzerimize çamur sıçrata sıçrata yaklaşık 500 metrelik bir maratona başlıyoruz. Burun farkıyla sonuncu oluyorum. Jetonları alıyoruz, sonrası kapılar kapanmadan salona varabilmek için ettiğimiz dualar ile geçiyor. Beşiktaş'a geldiğimizde hiçbir şey bitmiş değil. Elimizde bir 15 dakika var. Koşmak lazım yine de... Biletleri kontrol eden amcaya veriyoruz, geri dönüp almıyoruz bile. Salona giriyoruz. En önde Nebil Özgentürk, Erol (O'su çok ince) Evgin ve çok sevmediğimiz bir isim; Hıncal Uluç! Durun diyorum, salondan atılmaya razıyım. Arkadaşlar tutuyor kolumdan. Oturuyoruz en nihayetinde. O an anlıyoruz ki nefes almak güzel bir şeymiş. Yanımdaki arkadaşlardan bayan olanı Sunay Akın'ı sadece televizyondan tanıyor. National Geographic Channel'in doğal afetler bölümünde belgesel olarak verilebilecek maceramızdan sonra bir hayli içerlemiş durumda: "İnşallah geldiğimize değer..." "Değer değer", diyorum usulca. Arkamdaki adamın varlığını keşfediyorum sonra, sesine çok sinir oluyorum.
Sonra perdedeki Kız Kulesi resmi yok oluyor. Yerini kısa bir video alıyor. Video yukarıdaki resimle başlıyor. Resimdeki Sunay Akın'ın kendisinden başkası değil. Küçük iken öyle görünürmüş kendisi, bir sorun yok yani. Elindeki oyuncak vapurdan başlayan hikaye, Oyuncak Müzesi ile devam ediyor ve yine vapura bağlanıyor. Derken Sunay Akın'ın insanın kanını kaynatan, yerinde oynatan sesi duyuluyor. Spot ışığı sahnedeki Sunay Akın'a odaklanıyor. Sonrası rüya gibi zaten. Dönüşünüzü düşünecek vaktiniz bile olmuyor. Pek çoğu kitaplarından bilindik o muazzam öyküleri ile benzersiz bir 2 saat yaşıyoruz. Arkamdaki adam durmadan konuşuyor: "Kitaplarında da aynen böyle anlatıyor", "Aha bak bu oyuncağın aynısı Oyuncak Müzesi'nde var, ben gördüm", "Bakın şimdi bu hikâyenin sonunu Nâzım'a bağlayacak"... Oyun bittikten sonra suratına çok pis baktım. Bence anladı o onu...
Sunay Bey Tarihi bir müddet daha sahnelenmeye devam edecek sanırım. Sunay Akın'ın benzersiz hitabet gücünden Nâzım'a, Mustafa Kemal'e, Piri Reis'e, Mimar Sinan'a, Müjdat Gezen'e, Kız Kulesi'ne, Edirne'ye, Van Gölü'ne, Dikilitaş'a, kitaplara ve daha nicelerine dair harika öyküleri duymanın tadı anlatılmaz sanırım. Ara ara yapmış olduğu espriyle karışık sistem eleştirileri de güldürürken düşündürmedi değil. İmkânı olan gidip görmeli...

Ayrıntılar Biletix'te.

28 Kasım 2008 Cuma

Absinthe

"Ve üçüncü melek boru çaldı, ve gökten meşale gibi yanan büyük bir yıldız ırmakların üçte biri üzerine, ve suların pınarları üzerine düştü, ve yıldızın ismine pelin denilir; ve suların üçte biri peline döndü, ve sulardan birçok insan öldü çünkü sular acılaştılar." (Bap 8-10, Vahiy 9)

25 Kasım 2008 Salı

Ofsayt!

Ne zaman gol diye arkamı dönsem, elinde ofsayt bayrağıyla bekler hayat!

24 Kasım 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #53

  • İmam nikahlı bir kadının eşine açtığı tazminat davası kabul edilmiş. Desenize ılımlı ılımlı geliyorlar.
  • Bu Acun Ilıcalı işini biliyor kanımca. Yarışmasını izlemeyenlere bile bir şekilde izletmeyi beceriyor. Christina Aguilera yetmemiş, şimdi bir de Adriana Lima veriyor. Haydi hayırlısı.
  • Çocukluğumuzun efsanelerinden biriydi; Tadelle. Geçen sene TMSF tarafından fabrikasına el konmuş ve üretimi durmuştu. Göz göre göre efsanemizin yok olmasına tanık olmuştuk. Geçtiğimiz hafta duyduğumuz bir haber bizi mutlu etti. Tadelle’nin üretimi yeniden başlamış. 80’lerin çocuklarına hayırlı olsun.
  • Gmail’de artık tema seçebiliyoruz. Kanımca en güzeli Summer Ocean. Summer Ocean... Bayiinizden ısrarla isteyiniz. Summer Ocean!
  • Kimisi evde fritöze atar patatesleri ve öyle yer kızartmayı. Kimisi de Burger King’in patates kızartmasından başkasını sevmez. Ancak ben öyle miyim? Katiyen, asla! Ben babaanne yöntemiyle kızartılmış patatesin hastasıyım. Yokdur onun kadar güzeli. Teflon tavada böyleeee, yumuşak yumuşak, akşam üstü akşam üstü... Bayram gelsin hele bir, çalacağız babaannenin kapısını iki kere. Duymazsa üçüncüyü de çalabilirim. Belli olmaz.
  • Top oynamayı bilmeyen adamı halı sahaya çağırmayacaksın mesela. Hani olur ya, “Adam eksik abi, oynar mısın? Savunmada dursan, gelene geçene vursan yeter” muhabbeti vardır. Olmasın. Öyle takoz geleceğine o mevki boş kalsın. Hayır olan bizim gibi teknik kapasitesi yüksek oyunculara oluyor. Misal... Rakip takımın bütün iyi oyuncularını verkaç-çalım kombinasyonuyla geçmişsiniz. Karşınızda bir tek rakip takımın son adamı kalmış. Ne yapacaksınız. Çantada kekliktir bir defa o... Bütün takım arkanızda kalmış, haliyle onu da geçemezseniz yuh olsundur size. Ama öyle olmuyor işte. Hayat güzel, martılar falan ama futbol bu kardeşim. Sen topu kurtarıyorsun, tam seviniyorsun buna, arkadan bir şeye benzetemediğin adam bir tekme savuruyor sağ baldırına, yerde taklalar atıyorsun. Ne pozisyon kalıyor ne de bacak! “Bir şeyim yok, iyiyim ben” diye caka satıyorsun ama maç bittikten sonra sağ ayağını yerden kaldıramıyorsun. Okyanusu aşıp derede boğuluyorsun anlayacağın. Gelmesin böyle takozlar maçlara. Takoz demişken, Takoz Recep’ten bahsetmiyorum elbette. Yeri gelmişken ona da bir selam gönderelim tabii. Ahh, bacağım!
  • Bir de bu Ben-Gay süper bir icattır. Ayağım/bacağım/kolum/bileğim incindiğinde bu kremi süreceğim diye çok seviniyorum. Tatlı bir yakma hissiyatı yaşatıyor ya insana, aman Allah’ım!
  • Danimarkalı bir karikatürist vakti zamanında çizmiş olduğu Hz.Muhammed karikatürlerini şimdi de kitap yapıyormuş. Saygı abidesi, örnek alınması gereken Batı şimdiye dek kendi değerlerine saygısızlık yapıldığını görmüş mü acaba tarafımızdan?
  • Smile Adsl’nin reklamı çok gereksiz ve düşündürücü. Hani şu İngilizce konuşan dönerci amcadan bahsediyorum. Bir de utanmadan sonuna “Ayda bilmemkaç YTL’ye istediğin kişi ol” diyorlar. Tabii zaten biz interneti insanları kandırmak için kullanıyoruz. Bu mudur sizin internetten anladığınız?
  • Bence Lassie bize bir şey anlatmaya çalışıyor.
  • Cumartesi sabahı erkenden kalkmak zorunda kalmak hayatın en tatsız anları sıralamasında kafadan ilk beşe girer bence. İtalyanca sınavım münasebetiyle sınav salonunu tavaf ettikten sonra, bünyeme hakim olan can sıkıntısı sonucu soluğu Kadıköy’de aldım. Arkadaşlar Okey oynarken, ben onca Fenerbahçeli’nin arasında Galatasaraylı olduğunu bariz şekilde belli edercesine Ankaragücü’nün kaçan pozisyonlarında ayağa falan fırladım. Eh, aralarında benim Ankaragücülü olduğumu sananlar olduysa, o onların eşekliği. Sonra efendim çıktık oradan. Arkadaşlar tutturdu bu kez sinemaya girelim diye. Onları sinema salonunun kapısına kadar uğurladıktan sonra Galatasaray’ın Ankaraspor ile oynayacağı maçı izlemek için mekandan ayrıldım. Maçı farklı arkadaşlarla izledim, ki arkadaşlar her zaman iyidir. Maç bitti, zaten İstanbul’da bir fırtınadır kopuyor, iskeleler falan, neyse biz dışarı çıktık ama rüzgardan adım atamıyoruz. Hani zıplasak geriye doğru siz deyin 5, ben diyeyim 10 metre uçacağım. “Uçtum” dememi bekleyeniniz varsa, uçmadım. Fakat daha güzel bir şey oldu. Fırtına ile birlikte süper bir yağmur yağmaya başladı. Süper yağmur, evet! Hiçbir şey yapmadım o an. Yağmur damlaları önce saçları sırılsıklam etti, ardından ne mont bıraktı ne de ayakkabı içi. Sucuk gibi olmak deyimi buradan geliyor işte. En moralsiz anlarımda bile mutlu edebiliyor yağmur beni. Allah’ım ne güzel bir şey.
  • Bir de... Kadıköy’ün Bahariyesi gibisi yok! Yok!
  • Antalya'yı özledim. Günler geçse de gitsem, ayazında kumsalına vursam kendimi....
  • Yüreğini kaptırıp da kendini kaptıramamak çok can sıkıcı. Böyle bir anlamsız bakıyorsunuz her şeye. Bir kitabın başına oturuyorsunuz, gözleriniz kelimeleri sıralıyor, ancak siz sadece tek bir isim görüyorsunuz orada. İstiyorum ki “Güven” yazan kapıdan içeriye adımımı atayım, orada, köşede beni bekleyenin elinden tutayım, çekip götüreyim. Geç kaldığıma yanayım hafiften. Fonda çalan en sevdiğim şarkıya dalga sesleri eşlik etsin ve biz sabahlayalım denize karşı...

23 Kasım 2008 Pazar

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 54

So I guess this is where I tell you what I learned - my conclusion, right? Well, my conclusion is: Hate is baggage. Life's too short to be pissed off all the time. It's just not worth it. Derek says it's always good to end a paper with a quote. He says someone else has already said it best. So if you can't top it, steal from them and go out strong. So I picked a guy I thought you'd like. 'We are not enemies, but friends. We must not be enemies. Though passion may have strained, it must not break our bonds of affection. The mystic chords of memory will swell when again touched, as surely they will be, by the better angels of our nature.' (American History X - Edward Furlong)

22 Kasım 2008 Cumartesi

It's Winter

Her şey bir orta okul münazarası ile başladı aslında: Süt siyah mıdır yoksa beyaz mı? Nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama "Siyahtır"ı savunan grup münazaradan galip ayrılmıştı. Belki de "Beyazdır"cıların basbayağısıydı onlara mağlubiyeti getiren. Ben buradan yola çıkıp olayı kış mevzusuna getireceğim. Kışın hayatımızdaki yeri nedir? Çok seviyor oluşumuza karşın o kadar saf ve masum mudur? Kış beyazdır. Beyazın tüm ortak lisanlardaki karşılığı kirlenmemişliktir. Doğarken gözlerimiz yaşsız ağlamışızdır, o masumiyeti çok güzel ifade eder kış. Bir gece yarısı perde aralanıp da görülen pamuksu noktaların yüze kondurduğu tebessümdür belki de. Ancak herkese göre değil elbette. Ertesi sabah tüm şehir beyaza bürünmüştür. Üstü beyazdır belki ama, altında kalanlar için her şey simsiyahtır.
Dünyanın doğusu olarak bilinen yarım kürenin beyaz perdeye yansıttıklarını izliyorum son zamanlarda. Batıyla olan ilişiğime bir müddet son verdim. Doğu-Batı arasında kalmış, kendisine bir kimlik seçememiş ülkem insanını orada görüyorum ben. Pek çok insanın ayazlı kış gecelerinde kalbini sıkıştırabilecek filmlere inatla dayanıyorum. Dünyanın uzak ucunda seslerini duyurmaya çalışan yalnız insanların haykırışlarına kulaklarımı uzatıyorum. Çabalarını, mesaj kaygılarını, hayattan beklentilerini, hayatın onlara sunduklarını, beş duyularının dışa vurumunu, umutlarını en nihayetinde takdir ediyorum.
78 dakikalık bir film It's Winter. Diyaloğu az, görseli bol; kısacası az lafla çok şey anlatan bir yapım. Bildiğimizi sandığımız şeyleri "Aslında hiçbir şey bilmiyorsun" diyerek, acımasızca ama gözleri dolu bir şekilde suratımıza çarpıyor İranlı yönetmen Rafi Pitts.
Bir kadın ki kadınların birçoğunda olduğu gibi kimliksiz, isimsiz. Bir adam ki her akşam eşinin ve küçük kızının karşısına boynu bükük, cepleri delik çıkan. Bir kış ki çatıları söken, boşlukta beyazı siyaha çeviren. Bir meslekte ne kadar uzman olursanız olun, iş bulamadıktan sonra bunun ne önemi var? O bembeyaz karı gökten lapa kapa düşüren kara bulutların ta kendisi değil midir? Evde kalan son eşyalar da satılmasın, sobadaki son odun da parça parça dağılmasın, kara kış adı gibi batsın diyedir son çırpınışlar. Kış kapıya dayanır, baba kapıyı çarpıp çıkalı pek olmamıştır. Öte diyarlara kalkıp giden bir tren yeni bir umut demektir. Hayatta tek bildiği çalışmak olan insanlar için yolun getireceği bedel ne olabilir ki? En fazla geri dönememek. Peki ya geride kalanlar? Bir zaman sonra gidenden haber alamamak insanı nasıl bir ruh hâline bürür? Bir kere kapanan kapı bir yabancıya açılabilir mi? Kış gitmiş olabilir ama yeniden gelecek bir gün, eninde ya da sonunda, illa ki.
It's Winter Tahran kırsalında hayata tutunmaya çalışan bir grup insanın öyküsü. Eşine ve çocuğuna para gönderebilmek için kışın gelmesiyle birlikte uzak diyarlara yol alan bir adam, aylar geçmesine rağmen kendisinden haber alamayan ailesi, şehre iş bulabilmek umuduyla gelmiş bir yabancı ve kışın şartlarına inat gururun korunmasına dair bir hikaye...
Kendi sinemamızda bile bulamadığımız "biz"i, bize en net biçimde anlatıyor bu film. Kapitalizmin meyvelerinden tadamayanların güneşin doğduğu topraklardan yansıyan bir portresi. Velhasılı kelam beklenmedik bir final ile başladığı yerde biten bir yapım It's Winter. Belki de bittiği yerde başlayandır, kimbilir!

Yuh!

Şiddetli bir fırtına kopacağından haberimiz vardı. Okulumuzun ünü sağır sultanın bile kulağına gitmiş olan o dillere destan yokuşunu tırmanırken bile rüzgar alıp götürecek gibiydi beni. Beni götürmesini anlardım da koskoca Karaköy İskelesi'ni, yılların Karaköy İskelesi'ni olduğu gibi suların altına gömmesine bir anlam veremiyorum. Hele bir de 10 gün kadar önce içinden geçtiğimi düşünüyorum da... Tek teselli olayın gündüz gözüyle yaşanmamış olması. Yetkililerin alınlarına kocaman bir öpücük konduruyorum, en tükürüklüsünden.

Anlamazdın




Sevilirken bilmedin mi
ben söylerken gülmedin mi
falımızda hasret var
ayrılık var, demedim mi?

Anlamazdın anlamazdın...
Kadere de inanmazdın.
Hani sen acı veren,
kalpsizlerden olamazdın?

Dilerim ki mutlu ol sevgilim,
ben olmasam bile hayat gülsün sana
günahım boynunda,
ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda...

La la la lay la lal laa
La lal la lay la lal laa

Kalbim bomboş kaldı sanma,
acılar geçer zamanla.
Aşka tövbe demem ben,
görürsün sevince yeniden...

NOT: Bu şarkı kulaklarıma hiçbir zaman son birkaç gündür olduğu kadar vurucu gelmemişti. Çıkmıyor "playlist"ten anasını satayım...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Half-Blood Prince

En iyi kitabın filmi geliyor. Fragmanlar çok fena gaza getiriyor, kitabı yeniden ele almaya teşvik ediyor. Kültür Sepeti heyecanı iliklerini kadar hissetmek isteyenler için ekranlara getiriyor... İşte Harry Potter and the Half-Blood Prince:




Bu da ilk ve tek afiş. Belki resmi değildir ama "Olmuş" bence;





















Çok ağlayacağız bence... Sence?

18 Kasım 2008 Salı

Sıcak Bir Kış

Saçlarını gittikçe kısalttığın günlerde
sen söylemiştin bu sözleri unutmadım
Her aşk bir ayrılık gizler, ayrılıklarsa
bir merhabanın sıcaklığını taşır kendisinde

Kalıcı olan hiçbir şey yok diyordun
An’lar var yalnız ömrü karşılayan
Şimdi sımsıcak bir kar yağıyor yine
yüreğimin üstüne yağıyor hiç durmadan

Ellerin nasıl da üşüyor, bozacının
karlı sesi doluyorken odamıza
Hava gittikçe kirleniyor bu kentte
ve aralıksız kar yağıyor, kar yağıyor

Kar ayrılık hüznüdür ve ne çok
ayrılıklar yaşandı şu son birkaç yılda
Yurdundan ayrılanları düşünüyorum ve birisi
"Özledim" diyor, "ülkemin kar kokusunu da özledim"

Hiçbir an’ını tanımlamaya kalkmadan
kısacık ömürler biçiyoruz kendimize
Sonra yolculuklara çıkıyoruz, bir kentten
ötekine giderken özlüyoruz bir başkasını

"Özlediğimiz birileri olmalı" diyordun
yanındayken bile özlediğimiz birileri
Öyleyse kalkıp Ati’ye gitmelisin, İstanbul’a
belki hâlâ saklıyordur bir gülü kimbilir

Yaşandı mı o sıcak kış, yaşlandık mı
aynalara bakmaya vakit bulamadık
dönüp dönüp birbirimize bakmalardan
Yaşandı mı o sımsıcak kış, ne dersin?

Ahmet TELLİ

17 Kasım 2008 Pazartesi

Lost - Sezon 5

Heyecanlı bekleyiş 21 Ocak 2009 Çarşamba akşamı son buluyor. Lost yeni sezonunu 3 saatlik bir sezon galası ile yapacak. Çarşamba akşamı önce bir saatlik özet bölüm ekrana gelecek ve aynı akşam Lost'un 5.sezonunun ilk iki bölümü olan Because You Left ile The Lie arka arkaya yayınlanacak. Bu sırada biz de ağzımızın suları ile meşgul olacağız.

LOST season 5 [Promo]
Yükleyen Production-K3vYn

Pazartesi Notları #52

  • 52 oldu, 52!
  • Yazıyla “Elli iki!”
  • 1 yıl yahu!
  • Bir halt mı? Değil!
  • Şimdi, buzlu çay iyidir, hoştur. Herkes bunun şeftalili olanını içerken bir benim galiba limonlu olanına abayı yakan. Bir de, sabah demlediğiniz çayın içine bir dilim limonu boca edin. Sonra soğumaya bırakın. Aynı işlemi şeftali ile denemek pek mantıklı görünmüyor. Sonrası... Alın size ev yapımı buzlu çay. Aslında düşündüm de, almasanız daha iyi sanki.
  • İstanbul’un suları o kadar kirli ki yıkanmak için banyoya giriyorsunuz, çıktığınızda bir bakmışsınız aslında daha fazla kirlenmişsiniz. O kadar yani...
  • Ben bunu yazarken üç ayrı camiiden aynı anda okunan ezanı dinlemekteyim.
  • O değil de ben bu Kurtlar Vadisi Pusu’yu çok seviyorum. Ne güzel, yayınlandığı 2-3 saatlik zaman dilimi içerisinde ne sokaklarda kıro kalıyor ne de İstanbul’da trafik...
  • Her mutlu çift bir gün ayrılığı tadacaktır!
  • 21 Kasım'da Sürmanşet, 26 Kasım'da Sunay Akın Beşiktaş Kültür Merkezi'nde. Gitmek lazım...
  • Hulusi Kentmen aramızdan ayrılalı tam 15 sene olmuş. Dün gibi hatırlıyorum. Rüyamda bana "Elveda" bile demişti. Varın bu tonton adamın üzerimde bıraktığı intibayı siz düşünün.
  • Bu haftaki "Kültür Sepeti ile Yeni Bir Şeyler Öğreniyoruz" köşesine hoşgeldiniz. Biliyor muydunuz ki filler dünyadaki sıçrayamayan tek canlıymış. Bilmiyorsanız öğrendiniz, biliyorsanız bana yazıklar olsun.
  • Hani bazen gömlek giyiyoruz ya ve bu gömlek beyaz oluyor ya, sonra aynanın karşısına geçiyoruz ya nasıl göründüğümüzü görmek için, işte o an içimizdeki atletin belli olduğunu görüp inceden bir küfür basarız ya, "Hayatta böyle anlar neden var ki" diye sormak lazım belki de.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Buluşmak Üzere

Diyelim yağmura tutuldun bir gün
bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
ne de olsa yaz yağmuru
pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni

Diyelim için çekti bir sabah vakti
erkenceden denize gireyim dedin
kulaç attıkça sen
patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi, deniz
seslenmiyor
Derken bi' de dibe dalayım diyorsun
içine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
lapinalar, gümüşler var ya
eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
çakmak çakmak gözleri
meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
herkes orada sen de oradasın
Herif bizden söz ediyor, bu ülkenin çocuklarından
"Yürüyelim arkadaşlar" diyor, "yürüyelim"
özgürlüğe mutluluğa doğru
"Her işin başında sevgi" diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi' de başını çeviriyorsun ki
yanında ben varım

Can YÜCEL

Dinlenmesi Gerekenler (40) - Mavi Kuş



Mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış,
onun için hiç yüz vermiyor
Oysa güzel şarkıları vardı
yıldızlara ve denizlere
ama söylemiyor ki bizlere, susuyor
Suç işlemiş eller gibi
perondaki boş trenler gibi
ucu görülmeyen tüneller gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş

Saksağanın şakası sandılar
muhabbet kuşları ve papağanlar
belki de arkadaşındırlar
kargalar gibi karaladılar
Kırlangıçlar ve serçeler
bize biraz yalan söylediler
Çok saftık
Zararsız küçük yalanlar gibi
yağmurdan kaçanlar gibi
bütün vapurları kaçıranlar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş

Mavi kuş sanki bir düş
kaşla göz arasında
geceyle gündüz ortasında
Sokaklar bile sokaklara kesişir
gölgeler ki güneşe bağlı
biz ikimiz de öyleyiz ama bilmeyiz
Ağıramamış aydınlıklar gibi
kireç tutmuş çaydanlıklar gibi
hiç sevişmemiş insancıklar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş

Mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış...

Bülent ORTAÇGİL

14 Kasım 2008 Cuma

Shichinin No Samurai

Clint Eastwood, John Wayne, Lee van Cleef, Sergio Leone... The Good, The Bad and The Ugly, For A Few Dollars More, My Name Is Nobody, Sabata, A Fistful of Dollars... Hepsi ve aklıma gelmeyen birçoğu eşittir Amerikan Western sineması... Tüm bildiklerinizi unutun kovboy filmleri hakkında. Menşei Hollywood sayılan Western filmlerin atası ile sinemaya pek çok yeni teknik kazandıran film ile tanışma vaktidir şimdi.
Japonya'nın dünya sinemasına kazandırdığı bir değer Akira Kurosawa... Ran, Kagemusha, Ikiru, Yojimbo, Rashomon, Runaway Train gibi efsanevi yapımları şöyle dursun, Kurosawa'yı Kurosawa yapan film hakkında birkaç kelamım olacak. Film afişte de gördüğünüz üzere; Seven Samurai. Sadece sanatsal açıdan başarılı bir film değil Yedi Samuray. Dünya sinemasına birçok miras bırakan, izleri hâlâ günümüz sinemasında ısrarla takip edilen bir yapım. Peki nedir 1954 yılının bir ürünü olan, üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen modası bir türlü eksilmeyen Yedi Samuray'ı pek çok filmden ayrı kılan. Söz konusu sinema olunca şiddetle yinelenmesi gereken bir söz vardır: "Bir film zamanına göre değerlendirilmelidir" Biz de öyle yapacağız zaten.
Bir Japon filmi düşünün, sonra bir de bu filmin günümüzden 54 sene evvel çekildiği halde sinemanın en iyilerinden olduğunu göz önünde bulundurun. Mesela, yukarıda da bahsini ettiğim üzere, Amerikan patentli bildiğimiz kovboy filmlerinin aslından bu filmden ilhamla kayda alınmaya başladığını aklınızın bir köşesine yazın. Hollywood'un mali gücünün dünya bağımsız sinemasını bir kara delik gibi yuttuğuna şaşırın.
Akira Kurosawa'nın doğa, insan, yaşam, ölüm kavramlarını tek bir tema altında izleyiciye sunduğu film izleyenleri 16'ncı yüzyıl Japonyası'na götürüyor. Küçük bir köy ve yaklaşmakta olan hasat zamanı. Lâkin yaklaşmakta olan tek şey hasat değildir elbette. Ekmeğini çalıp çırmaktan kazanan haramiler her hasat mevsiminde olduğu gibi yine gözlerini köylere dikmiştir. Malum köylüler savunmasız ve diz çöktürmenin kolay olduğu insanlardır. Japon kast sisteminden hatırlayabileceğimiz gibi Japonya'nın efsanevi savaşçıları samuraylar köylüleri küçümser ve aralarına almaya tenezzül etmezler. Fakat ülke bir içsavaş içindedir, herkes bulabildiği bir lokma ekmeğe talim etmek zorundadır. Japonların o dillere destan gururu ön plana çıkar ilk önce. Fakat teslimiyet öyle kolay kabul edilebilir bir şey değildir. Köylünün kendilerini 40'a yakın haramiden koruyabilecek birilerine ihtiyaçları vardır. Köyün ihtiyarları savunma için yedi samurayın kiralanmasına karar verir vermesine de samuraylar ne ile kiralanacaktır. Sefaletin diz boyu yaşandığı ülkede adeta sefilleri oynayan samuraylar ise karın tokluğuna köyü korumayı kabul ederler.
Akira Kurosawa 1998'deki ölümüne değin üretmekten başka bir şey düşünmeyen bir yönetmendi. Yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği filmler hiçbir uluslararası festivalden eli boş dönmedi. Yedi Samuray ile 2 dalda Oscar'a da aday gösterilmiş olmasına karşın altın heykelciği kucaklayamadı. Üstadın tek eksiği Oscar olsun!
Kurosawa'nın her filminde yıldızlaşan birileri illa ki olur. Yedi Samuray'da ise yan rollerde görülen köylülerin bile zaman zaman dönemin şartlarına göre kendilerini aştığını söyleyebilirim. Ülkemiz sinemasında sokaktaki adamın hâlâ, ısrarla kameranın içine içine gülerek sıçıp batırdığını düşündüğümüzde, bu filmdeki figüranlar "1954 yılındayız, sıçıp batırsak ne olur ki yani?" demeden yaşamaları gereken tüm duyguları adeta birer maske yapıp başarıyla yüzlerine oturtabilmişler. Bir de ana karakterler var tabii ki onların da haklarını yememek gerek. Samurayların ilki Kambei'yi canlandıran Takashi Shimura filmin başından sonuna dek Morgan Freeman'dan kesitler sunuyor. "İnsanlar çift yaratılmıştır" derler ya, hah işte, Takashi Shimura'yı görünce bu söze bir kez daha inanıyorsunuz işte. Bir insan hem oyunculuğu hem de tipi ile dünyadaki öteki eşine bu kadar mı benzer?
Es geçilmemesi gereken bir diğer isim ise Japon sinemasının efsanevi oyuncusu Toshirô Mifune. Kendisi filmde aslında samuray olmayan fakat yüreği ve çılgınlığı sayesinden "yedi"den biri olmayı başaran Kikuchiyo'yu canlandırmakta. Akira Kurosawa'nın filmleriyle özdeşleşen aktörü sinefiller Rashomon, The Magnificent Seven, Yojimbo, Tsubaki Sanjûrô ve Steven Spielberg imzalı 1941 gibi yapımlardan tanıyor. Clint Eastwood'a özgü bilinen saman çineme ve enseyi kaşıma gibi hareketlerin aslında Eastwood'a Mifune'den miras olduğunu da yeri gelmişken belirtelim. Yedi Samuray'a hiç kuşkusuz en önemli imzayı atan oyuncu olan Mifune aynı zamanda George Lucas tarafından Obi Wan Kenobi rolü için ilk düşünülen aktördü.
Yedi Samuray karakter çözümlemesi bakımından da dünya sinema tarihinin belki de ilk başarılı yapımıdır. Filmde başrolde oynayan yedi samuraya ve daha fazlasına son derece farklı hikayeler yazılmış ve bu hikayelerin hiçbiri havada kalmamıştır. Uzun yıllardır kılıcını kınından çekmemiş bir samuray emeklisi, az konuşup çok iş yapan bir kılıç ustası, kendini kanıtlamak isteyen lâkin biraz da korkak bir genç, yüreğinin yaydığı deli cesaretini parmak uçlarına kadar yaşayan bir hiperaktif, eski görkemli günlerinden hiçbir şey kaybetmediğini kendisine hatırlatmak isteyen bir başkası, ve dahası... 207 dakikalık filmde hepsinin iç dünyasına, tutkularına, gelecek takıntılarına, zayıf noktalarına eksiksiz bir şekilde değinmiş Akira usta. Tüm bunlara oyuncular da başarıyla eşlik edince yönetmenin büyük bir ustalıkla yoğurduğu hamur, fırından lezzet kokuları eşliğinde çıkmış.
Yedi Samuray'ın Hollywood başta olmak üzere pek çok ülkede birçok kez yeniden çevrildiğini belirteyim. Hatta Türk sineması hafızası geniş olanlar yıllar evvel ülkemizde de bir benzerinin çevrilmiş olduğunu rahatlıkla anımsayacaklardır. Üstelik dünya çapındaki bu çevrimler sadece sinema filmi olarak kalmadı, ayrıca televizyon dizisi olarak yapımcıların para basmasına vesile oldu. Şimdi sıkı durun, çünkü Yedi Samuray, Merkez Bankası görevi görmeye 2009 yılında da devam edecek. Hollywood, The Seven Samurai adı altında filmin yeniden çekimlerine başladı bile. Son dönemde yeniden uyarlamalar haricinde bir iş yaptıklarını görmüyoruz zaten. Ya az bilinen ama öz bilinen Avrupa ve Uzak Doğu filmlerini, sanki ilk defa kendileri çekmiş gibi izleyiciye sunuşlarını izliyoruz (Bkz: Il Mare, Bkz: Old Boy) ya da Batman'i, Superman'i ve Spider-Man'i tekrar tekrar önümüze sunmalarına seyirci kalıyoruz.
Filmin dünya sinemasına bıraktıklarından konuşuyoruz madem, slow motion teknolojisinin de ilk defa 1954 yapımı bu filmde kullanılmış olduğunu pas geçmeyelim.
Velhasılı kelam herhangi bir Kurosawa filmi izlememişseniz eğer Yedi Samuray başlangıç için ideal bir yapım. Buna mukabil sıkı Kurosawa takipçileri bilirler ki Kurosawa sinemasında doğa teması her filmde ön plandadır. Tabiat giyineceği elbiseyi karakterlerin etrafında örülen olay çemberine göre seçer. Shichinin No Samurai'de de böyledir. Japonlar'ın o bilindik telaşlı halleri, bir işi koşmadan halledememeleri, umutsuzlukları, korkuları, mutlulukları tabiat ananın kulağına nasıl davranması gerektiğini fısıldıyor. Ve zulüm tabii ki... Hülasa bir "Her eşkiya dünyaya hükümdar kalmaz" filmi Yedi Samuray. Fakat bunu klâsik bir "İyiler mutlaka kazanır" altbaşlığı içinde sunmuyor izleyiciye. İnsanoğlunun tüm zalimliklerine, harap etme gücüne inat bir yerlerde çiçeklerin inadına açmakta, ağaçların insanları umursamazca dimdik ayakta kalmalarına selam eder bu başyapıt.