29 Kasım 2008 Cumartesi

Sunay Bey Tarihi

Bu fotoğrafla başladı oyun. Aslında bundan altı, bilemediniz yedi ay öncesine değinmem gerek belki de... Fakat buna gerek duymayacağım bu kez. Anılarımı devreye sokmaktansa, anı yaşayacağım. Sanırım bunu yapabilirim.
Ev-sinema-okul şeytan üçgenini dağıtma, belki de bu üçgeni kare yapma zamanı gelmişti benim için. Açık konuşayım... Sahne sanatları ile arama uzunca bir mesafe koymuştum. Önce geçtiğimiz cuma akşamı için Sürmanşet adlı oyuna gitmeyi düşündüm, sonra bazı aksilikler boy gösterdi ve "Kısmet Sunay Akın'aymış" dedim. Tam olarak geride bıraktığımız çarşamba akşamına tekabül ediyor... Aslında uzunca bir süredir Kadıköy Haldun Taner Tiyatrosu senin, Bostancı Gösteri Merkezi benim, Beşiktaş Kültür Merkezi de onun olmak üzere koşturup duruyordu Sunay Akın. Bu durumdan bihaber değildik elbette, ama dürtülerimizi faaliyete geçirmek biraz zor geliyordu açıkçası. Vizeler, projeler ve sunumlardan bunalan bünyeye soğuk havalarda nefes alabilmeyi öğretmek gerekiyordu. Bu amaç ile yola çıktım ve 10 gün önceden Beşiktaş Kültür Merkezi'ndeki yerimi ayırttım. Dibimde bulunan Kadıköy ve Bostancı'daki oyunları beklemek yerine, bulunduğum yerden "Karşı" olarak tabir ettiğimiz Avrupa Yakası'ndaki gösterime gidecek olmam benim açımdan ve herkes açısından aslında önemli bir ironi. İroniden anlamayan nesle de aşina olmadığımı belirteyim...
Çarşamba günü garip bir gündü. İstanbul'un orospu havasını buram buram hissettireceğini nereden bilebilirdim ki. Kış mevsimiyle dalga geçen bir havada tepeden enseyi yakıyordu güneş. Saat 16'da eve geliş, saat 18'de pencereden dışarıya bakmaya tenezzül bile etmeden evden çıkış, sokak kapısından dışarıya atılan ilk adımda yüzümü döven yağmur, bir afallama anı, sonrası geri dönmeye üşenme... Bakın, birbirlerini ne de güzel tamamladılar. Evin okula bir hayli yakın oluşu Beşiktaş'a gidecek ve gecenin bir yarısı dönmek zorunda kalacak bir bünye için pek hayra alamet değil. Kurtlara kuşlara yem olmayayım diye de iki arkadaşımı alıyorum yanıma. Yağmurlu havada belediye otobüslerinde ayakta duracak yer bile yok. Kapşon sırılsıklam... Yağmuru seviyorum ama artistlik yapacak bir durumda da değilim hani. Başımıza bela olacağını bile bile dolmuşa atlıyoruz Kayışdağı'ndan... Git, git, git, git, git... Bitmiyor yol. Damlalar ve ceviz büyüklüğündeki buz parçaları pencereyi dövmeye başlayınca gözlerimi açıyorum. Uyumaya bile başlamışım meğerse. Boynum da ağrımış hafiften... Şoförün de asabı bozulmuş olacak... Kafayı pencereden çıkardığı gibi başladı: "Ulan salıyorlar bunları trafiğe... Senin ben babanı...." Ups, diyorum, kaptan kendine sakla lütfen cinsel tercihini...
1,5 saatlik bir işkenceden sonra kendimizi rıhtımda buluyoruz. Son vapurun kalkmasına 10 dakika var. Üç arkadaş üzerimize çamur sıçrata sıçrata yaklaşık 500 metrelik bir maratona başlıyoruz. Burun farkıyla sonuncu oluyorum. Jetonları alıyoruz, sonrası kapılar kapanmadan salona varabilmek için ettiğimiz dualar ile geçiyor. Beşiktaş'a geldiğimizde hiçbir şey bitmiş değil. Elimizde bir 15 dakika var. Koşmak lazım yine de... Biletleri kontrol eden amcaya veriyoruz, geri dönüp almıyoruz bile. Salona giriyoruz. En önde Nebil Özgentürk, Erol (O'su çok ince) Evgin ve çok sevmediğimiz bir isim; Hıncal Uluç! Durun diyorum, salondan atılmaya razıyım. Arkadaşlar tutuyor kolumdan. Oturuyoruz en nihayetinde. O an anlıyoruz ki nefes almak güzel bir şeymiş. Yanımdaki arkadaşlardan bayan olanı Sunay Akın'ı sadece televizyondan tanıyor. National Geographic Channel'in doğal afetler bölümünde belgesel olarak verilebilecek maceramızdan sonra bir hayli içerlemiş durumda: "İnşallah geldiğimize değer..." "Değer değer", diyorum usulca. Arkamdaki adamın varlığını keşfediyorum sonra, sesine çok sinir oluyorum.
Sonra perdedeki Kız Kulesi resmi yok oluyor. Yerini kısa bir video alıyor. Video yukarıdaki resimle başlıyor. Resimdeki Sunay Akın'ın kendisinden başkası değil. Küçük iken öyle görünürmüş kendisi, bir sorun yok yani. Elindeki oyuncak vapurdan başlayan hikaye, Oyuncak Müzesi ile devam ediyor ve yine vapura bağlanıyor. Derken Sunay Akın'ın insanın kanını kaynatan, yerinde oynatan sesi duyuluyor. Spot ışığı sahnedeki Sunay Akın'a odaklanıyor. Sonrası rüya gibi zaten. Dönüşünüzü düşünecek vaktiniz bile olmuyor. Pek çoğu kitaplarından bilindik o muazzam öyküleri ile benzersiz bir 2 saat yaşıyoruz. Arkamdaki adam durmadan konuşuyor: "Kitaplarında da aynen böyle anlatıyor", "Aha bak bu oyuncağın aynısı Oyuncak Müzesi'nde var, ben gördüm", "Bakın şimdi bu hikâyenin sonunu Nâzım'a bağlayacak"... Oyun bittikten sonra suratına çok pis baktım. Bence anladı o onu...
Sunay Bey Tarihi bir müddet daha sahnelenmeye devam edecek sanırım. Sunay Akın'ın benzersiz hitabet gücünden Nâzım'a, Mustafa Kemal'e, Piri Reis'e, Mimar Sinan'a, Müjdat Gezen'e, Kız Kulesi'ne, Edirne'ye, Van Gölü'ne, Dikilitaş'a, kitaplara ve daha nicelerine dair harika öyküleri duymanın tadı anlatılmaz sanırım. Ara ara yapmış olduğu espriyle karışık sistem eleştirileri de güldürürken düşündürmedi değil. İmkânı olan gidip görmeli...

Ayrıntılar Biletix'te.

1 yorum:

Melek BAR ELMAS dedi ki...

Oyunu ben de sizin gibi keyifle seyrettim. Bununla birlikte böyle güzel bir metin Sunay Bey'in kendisi yerine iyi bir oyuncunun elinde daha iyi olmaz mıydı ? diye düşünmeden edemedim doğrusu.

Paylaşımınız için teşekkürler...
Melek BAR ELMAS
www.melekbarelmas.com