31 Ağustos 2007 Cuma

Saw IV 26 Ekimde Vizyonda


Belki de Hollywood'un şimdiye kadar çıkardığı en ilginç filmdir Saw. Beyaz perdeye yansıttığı vahşet sahneleri yüzünden söylemedim bunu. Özellikle ilk filmden bahsediyorum. O nasıl bir senaryo, o nasıl bir gerilim ve o nasıl bir finaldi öyle. Ağzım açık kalakalmıştım. Eh, ikinci final de fena değildi hani. Geçen güz izlediğimiz üçüncü filmde ise serinin iyice şeyinin (anladınız siz, söyletmeyin işte) çıktığını gördük. Hiçbir temel üzerine oturtulmadan sadece kan, kan, kan ve yine kan izledik. Çok iyi hatırlıyorum daha filmin 15'inci dakikasında salonu terk edenler vardı. Şimdi filmin bi' de dördüncüsü geliyormuş. Her zamanki gibi afişler yine süper ama filmden pek bir beklentim yok. Filmin oyuncu listesine baktığımızda ise Tobin Bell'i yine görüyoruz. Ulan bu adam hâlâ ne arıyor bu seride? Her şeye rağmen beklemekten başka yapacak bir şey yok. İzledikten sonra film hakkındaki görüşlerimi burada paylaşmak dileğiyle, esen kalın efendim.

30 Ağustos 2007 Perşembe

80'lerde Çocuk Olmak

Herkesin bir jenerasyonu vardır. Çocukluk yıllarının geçtiği 10 yıllık süreçlerdir bunlar. Anlatılana göre 60'lar güzeldir. 70'lerin de şarkıları unutulmaz. Ancak en iyisinin 80'ler olduğu söylenir. Her ne kadar 80'lerin ortasında doğmuş olsam da ileride çocuklara anlatabileceğim tonla şey hatırlıyorum. En azından şimdiki jenerasyon gibi "anlatamayacağım" bir şey olmayacak. Çok sevdiğim bir videoyu ekliyorum yazının altına; 1980'li yılların unutulmayanları. Video 90'ların başından da izler taşıyor olunca yaşıtlarımın, aslında izleyen herkesin, izledikleriyle birlikte zamanda yolculuk yapacağına inanıyorum. Haydi şimdi tek damla gözyaşı dökelim... Mutluluktan ama :) Ha, unutmadan... Özellikle son 30 saniyeyi kaçırmayın...

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 4

- Why are you wearing that stupid bunny suit?
+ Why are you wearing that stupid man suit? (Donnie Darko - Donnie and The Bunny)

Alive: The Miracle of the Andes


İlk kez geçen ay televizyonda izleme fırsatı yakaladığım bir filmden bahsedeceğim. Filmin adı Alive: The Miracle of the Andes. Film gerçek bir olaydan uyarlanmış. Buna göre 1972'de bir rugby takımı uçakla Uruguay'dan Şili'ye gitmektedir. Ancak uçak And Dağları'nın üzerindeyken düşer ve buna karşın yolcuların büyük bir bölümü kazadan sağ çıkar. Ancak kurtulduklarına sevinecekleri bir durum da yoktur ortada. Kar ve tipinin içinde bir yaşam mücadelesi vermeleri gerekmektedir. Ayrıca yiyecek hiçbir şeyleri de yoktur. Tabii daha sonra hayatta kalmak için ne yemeye başlayacaklarında söz etmeyeceğim bile.
Şöyle bir baktığımızda filmin senaryosu klişe gelebilir. Ancak filmin yapıldığı yılı (1993) göz önüne alırsak oldukça başarılı bir yapıt olduğunu söyleyebilirim. Açıkçası ben sıkılmadan zevkli bir 2 saat geçirdim. Ayrıca başrolde Ethan Hawke'ı görmek de filmin artısı. Elbette ki harıl harıl aranacak bir film değil, fakat olur da bir yerlerde rastlarsanız almak için tereddüt etmeyin derim.

El Laberinto Del Fauno

İşi gücü bıraktım ve gece gece Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro’nun son harikası, El Laberinto Del Fauno (Pan's Labyrinth) hakkında konuşacağım şimdi. Film yapılan son Oscar ödül törenlerine 6 dalda aday olarak girdi ve hak ettiği şekilde En İyi Makyaj, En İyi Sinematografi ve En İyi Sanat Yönetmenliği dalında ödülleri topladı. Film gerek senaryosu, gerek oyuncularının performansı gerekse de muhteşem müzikleriyle beni benden aldı. Tüm bunların yanında Toro'nun biraz Tim Burtonvari bir iş çıkarması filmden biraz daha etkilenmeme olanak sağladı.
Konuya değinmek gerekirse; 1944 İspanyası’ndayız. Ülkede iç savaş hüküm sürmekte ve haliyle faşistler hüküm sürmektedir. Babasını kaybetmiş küçük Ofelia ise annesiyle beraber bir yüzbaşı olan üvey babasının kaldığı yere doğru kasabasından yola çıkmıştır. Ofelia okuduğu fantastik kitaplar sayesinde hayalgücü son derece geniş olan bir hanımkızımızdır. Bir gün peşine takıldığı bir çekirge (ya da öyle bir şey) sayesinde masal dünyasının kapıları ona sonsuza dek açılır.
Filmi izlemeye karar verirseniz iki kere düşünün. Çünkü film küçükler için değil, büyükler için bir masal. Eğer ki şiddet sahnelerinden hoşlanmıyorsanız bu film kesinlikle size göre değil. Kısacası El Laberinto Del Fauno izlememenin büyük kayıp olacağı filmlerden.

P.S: Bu film Tarantino'nun elinde ne güzel olurdu be!

29 Ağustos 2007 Çarşamba

"Book Crossing" Diye Bir Güzellik

2001 yılından beri yapılmakta olan bir güzellikle tanıştım dün. Öncelikle olayı kısaca açıklayalım. Amerikalı mühendis Ron Hornbaker'ın aklına bundan 6 yıl önce süper bir fikir gelmiş. Buna göre insanlar önce www.bookcrossing.com'a girip ücretsiz üyeliklerini tamamlıyorlar. Akabinde okudukları herhangi bir kitabın ilk sayfasına kitap hakkındaki görüşlerini yazıp, bulundukları şehri de not düştükten sonra kitabı herhangi bir parka, otobüse, kafeteryaya ya da istedikleri başka bir yere bırakıyorlar. Bu işlem de bittikten sonra siteye kitabı bıraktıkları yeri not düşüyorlar. Kitabı bulup okuyan kişi okuduktan sonra başlangıçta sizin yaptığınız gibi kendi yorumlarını ve bulunduğu yeri yazıp, keyfinin kâhyası nereye bırakmasını istiyorsa oraya bırakıyor. Bu iş böyle devam ediyor. Okuduğunuz kitaplar kitaplığınızda boş boş duracağına başka insanlara ulaşıyor. İşin daha güzel yanı ise kitabı eline her alan, kitap dünyanın neresini dolaştıysa görebiliyor. Evet biz bu uygulamaya "book crossing" diyoruz. Ne dersiniz hoş olmamış mı?

P.S: Bu arada, book crossing'in internet sitesinde Türkiye'den bu organizasyona katılan kişi sayısının 21'i bulduğu belirtilmiş. Aferin Türkiyem... Alın, okuyun, notunuzu da düşün ama ne olur kitaplığınıza koymayın bu kitapları. Tekrar geri bırakın be! Yapmadığınızı biliyorum da yine de not düşmek zorunda hissettim kendimi.

Dark City

,
Bilimkurgu diyince aklımıza ilk hangi film gelir? Çoğunluk Star Wars diye cevap verir bu soruya. Kimimizin favorisi ise BBC tarafından tüm zamanların en iyisi seçilen ve Harrison Ford'u starlaştıran Blade Runner'dır. Back to the Future, Stalker, Terminator, Donnie Darko, Matrix... Belki de Dünyayı Kurtaran Adam'dır sizin favoriniz, orasını bilemem tabii ama örnekler kesinlikle çoğaltılabilir. Ancak hepsinden öte Matrix'i sevmişseniz ki ben sevmem şimdi bahsedeceğim filmi mutlaka seversiniz ki ben çok sevdim (İlginç bir detay tabii).
Söz edeceğim film 1998 yapımı ve The Crow ile dikkatleri üzerine çeken yönetmen Alex Proyas imzalı. Filmin adı, belki duymuşsunuzdur, Dark City. Bana kalırsa izlediğim tüm bilimkurgu filmleri içinde en iyisi, evet Blade Runner'dan bile iyi. Çoğu insan bilimkurgu ve "film noir" türünde filmlerden hoşlanmaz. Haklılardır da. Çünkü bu tarz filmler genellikle çok karanlıktır ve anlaşılması zordur. Ben bile bu tarz filmlerden hoşlansam da iş anlatmaya gelince tıkanırım. Severim, anlarım, izlerken hızlı hızlı atan kalbim tenimi de zorlar. Ancak kelimeleri birleştirip de cümlelere dökemem o filmi. Yine de az biraz anlatmaya çalışayım filmi ki bilmiyorsanız önbilgi olsun sizin için. Bu iyiliğimi de unutmayın sevgili canlar.
Şimdi efendim bu filmde bir adam var. Adamın adı da John Murdoch. Böyle bir gece bilmediği bir otel odasında uyanıyor falan. Sonra dışarı adımını bir atar ki vahşice işlenmiş bir seri cinayetin zanlısı olarak arandığının farkına varır. İşin kötüsü geçmişine dair hiçbir şey hatırlamamaktadır bu Murdoch. Sonra bir de uzaylılar vardır bu Murdoch'ın dışında. Amaçları zamanı durdurup insanların geçmişini silerek onların ruhları hakkında bilgi toplamaktır. Bunlar bütün ademoğluna "Sleep now" derler ve dünyada bir tane ayık insan kalmaz. Lâkin Murdoch ismindeki adama bir türlü hükmedemediklerini fark etmeleri uzun sürmez. Bu Murdoch adamında bir gariplikler vardır ve bu adamı bulmaları gerekmektedir. Öyle işte. Sanırım yine anlatamadım ama siz sakın izlememezlik yapmayın.
Şimdi sıra filmin oyuncu kadrosunda. Filmi izlerken en sevindiğim nokta 24'de severek izlediğimiz Kiefer Sutherland'i ilk defa Jack Bauer rolünün dışında bir rolde izlemek oldu. Altından da ustaca kalkmış bizim Amerikalı Polat Alemdar. Bunun dışında John Murdoch rolünü oynayan abimiz Rufus Sewell olmuş. The Illusionist'de uyuz olmuştum bu adama artık favori aktörlerimden. Murdoch'ın kız arkadaşı olan ama aslında olmayan bayanı ise Jennifer Connelly oynamış, çok da güzel olmuş. Müfettiş Frank'i ise William Hurt oynamış.
Son söz: Sonlara doğru biraz The Truman Show tadı da veren bu 96 dakikalık filmi kaçırmayın derim. (Son cümleyi kurmasa mıydım?)...

Nuri Bilge Ceylan ve Türk Sineması


Türk sineması son zamanlarda gözardı edilemeyecek bir yükseliş içinde. Son dönemde sinema salonlarını süsleyen Gomeda, Çılgın Dersane, Son Osmanlı vb. gibi yapımlardan bahsetmeyeceğim. Tek başlarına bir şeyler yapmaya çalışan birkaç adam var piyasada ve ben de onlardan biri hakkında konuşacağım. Özellikle Nuri Bilge Ceyhan bu açıdan dünyadaki gururumuz oldu. Cannes Film Festivali’nde Sting onu sahneye Lars von Trier, Tarkovski ve Fellini gibi isimlerin varisi olarak sahneye davet etti. Uzak filminin Cannes’daki başarısının ardından yanına gelen Meg Ryan "Aktörleriniz oyunculuk dersi verdi" diyerek kendisini onore etmiştir. Yapımlarının tahmin etmesi güç zorluklar içinden çıkması da aslında Nuri Bilge Ceylan’ın ne kadar büyük bir yönetmen olduğunun kanıtıdır. Durmaksızın Amerikan filmlerini izlemektense biraz Avrupa filmlerini, özellikle de kendi filmlerimizi izlemekte fayda var. Bu konuda ne kadar eksik olduğumuzu şöyle açıklayabilirim. Uzak filmi Cannes Film Festivali’nde ödülleri silip süpürdükten sonra bu filmi ülkemizde izleyen kişi sayısı 20 bin iken, bu rakam yalnız Fransa’da 100 bindi. Vizyondaki abuk sabuk filmlere saygı gösteren Türk sinema izleyicisinin sinema bilgisi de az çok buradan anlaşılıyor. Örnek vermek gerekirse Çılgın Dersane isimli film bile demeye dilimin varmadığı yapım Gemide, Eşkiya, Muhsin Bey, İklimler, Uzak vb. gibi filmlerden daha çok tanınıyor. Dünyanın önünde saygıyla eğildiği bir yönetmenimiz var ve bu adam hakettiği değeri kendi ülkesinde göremiyor. İlerleyen günlerde yazacağın zaten Nuri Bilge Ceylan filmleri hakkında da. Coming Soon!

Edward Scissorhands


İzlendikten sonra uzun süre etkisinden kurtulunamayacak bir Tim Burton filminden bahsedeceğim. Film 1990 yapımı olan ve başrollerini Burton’un vazgeçilmezlerinden olan Johnny Depp ve Winona Ryder’ın paylaştığı muhteşem ötesi Edward Scissorhands. Film birçok Burton filminde olduğu gibi masalla gerçekliği birleştiriyor. Film hakkında kısa bir özet geçmek gerekirse; Edward, mucidi onu tamamlayamadan öldüğü için elleri makastan olan bir yarı insandır. Mucit ona bir insanın sahip olabileceği her şeyi bırakmıştır giderken, elleri hariç. Tepedeki şatoda yıllardır dış dünyaya kapalı kalmıştır. Gün gelir kasaba halkıyla tanışır ve bu onu son derece mutlu kılar. İnsanları mutlu etmek onun tek mutluluk kaynağıdır. Fakat zaman onun insanların dünyasına ait olmadığını kanıtlar. Yozlaşmış toplumun kendi içinden çıkmayan birini nasıl dışladığının hüzünlü, masum ve çaresiz hikayesidir bu film. Daha fazla ayrıntıya girip hâlâ izlemeyenlerin izlerken duyacağı zevki kaçırmak istemem. Kendisi kadar muhteşem olan müzikleri, Edward’ın her daim yüzünden eksik olmayan hüzün, masumane bir aşk ve muhteşem finalde gözünüzden akan birkaç damla yaş. Bitirmeden kısa bir not daha düşmek istiyorum; filmi izledikten sonra artık karın yağışına olan bakış açınız değişecek ve karın yağışını gördüğünüz her an "Acaba?" diyeceksiniz kendi kendinize.

28 Ağustos 2007 Salı

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 3

- I know you better than you know yourself.
+ You never had a camera in my head. (The Truman Show - Ed Harris and Jim Carrey)

Saraybosna'nın Kalbi


Yönetmen Özer Kızıltan'ın ödüle doymayan ve bir adamın Allah korkusunu ele alan başarılı filmi Takva, 13.Saraybosna Film Festivali'nde en iyi film ödülü olan Saraybosna'nın Kalbi ödülüne layık görüldü. Film daha önce de Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde aday olduğu 8 dalda da Altın Portakal'ın sahibi olmuştu. Bunun yanı sıra Berlin Film Festivali'nde FIPRESCI ödülü; İstanbul Uluslararası Film Festivali ile Nuremberg Film Festivali'nde "en iyi erkek oyuncu" ödülü ve Toronto Uluslararası Film Festivali'nde "Kültürel Yenilik Ödülü" alan film, Bosna'da aldığı bu ödül ile başarısını taçlandırdı.
Bu vesileyle film hakkında da bir şeyler söyleyeyim. Takva'yı yaklaşık 1 ay önce önyargılar içinde izledim. Çünkü severek takip ettiğim bazı sinema eleştirmenleri bile filmi yerden yere vuruyordu. Yine de hazır elimin altında bulunuyorken izlemeyi seçtim. Sonuçta hiçbir şey kaybetmezdim. Bir gece yarısı koydum filmi ve izlemeye başladım.
Doğma büyüme İstanbullu olan Muharrem (Erkan Can) dinine son derece bağlı, içine kapanık, mütevazı bir adamdır. İslâm'ın tüm emirlerini kendince yerine getirmeye çalışır. Bunun dışında cinsellik ve diğer dünyevi işlerden elini ayağını çekmiştir. Muharrem'in bu durumu mahallede senelerdir faaliyet göstermekte olan bir tarikatın dikkatini çeker. Tarikatın lideri uzun zamandır aklında olan işi yaptırmak için Muharrem'den saf birini daha bulamaz. Bir şekilde Muharrem kendisi ile tanıştırılır. Daha sonra tarikat lideri Muharrem'i tarikatın sahip olduğu evlerin ve dükkanların kiralarını toplaması için görevlendirir ve Muharrem'e arabadan laptopa kadar her türlü tedariği sağlar. Yıllardır dünyevi işlerden kendini muaf kılan adam artık uzak kaldığı yaşamın tatsız nefesini solumaktadır. Kira toplamak için gittiği yerlerde gördükleri kendisini dehşete düşürür. Tarikata bağlı insanlar içki içmekte, kul hakkı yemektedir. Tüm bunların üstüne kirasını ödeyemediği için kara kışın ortasında tarikat tarafından sokağa bırakılan bir aileye rastlaması Muharrem'in o zamana kadar öğrendiği her tabunun yıkılmasına sebebiyet verir. O artık Allah korkusunun pençesinde gerçek Müslümanlığı arayış içindedir.

Filmin Oyuncu Kadrosu:
Muharrem: Erkan CAN
Tarikat Lideri: Meray ÜLGEN
Rauf: Güven KIRAÇ
Ali Bey: Settar TANRIÖĞEN
Erol: Engin GÜNAYDIN

Filmin Süresi: 96 dakika.

Fragman:

Turtles Can Fly


Bundan iki hafta önce biletim elimde seyretmek için gittiğim filmin başlamasını bekliyordum. Ancak daha filmin başlamasına yarım saatten fazla bir süre vardı. Bir süre vakit geçirmek için dolaşmaya karar verdim ve D&R'a uğradım. Kitaplar, oyuncaklar, dergiler ve müzik cdlerinin süslediği rafların arasında gezindikten sonra en son DVDler'in bulunduğu rafların önünde buldum kendimi. Gözüme Kanal D Home Video tarafında piyasaya sunulmuş ve "Bağımsızlar Serisi" adını taşıyan 3 filmlik bir DVD seti ilişti. Filmlerden biri izlediğim, hayranı olduğum ve her zaman arşivimde bulunmasını istediğim bir filmdi. Diğer ikisi ise bir süredir büyük bir merakla izlemek istediğim ancak bir türlü edinemediğim filmlerdi. Karar vermem pek uzun sürmedi. Etiketin üzerinde 40 YTL yazıyordu ama bu setin koca mağazada sadece bir adet olduğunu görünce kaçırmak istemedim ve hemen satın aldım. Sinema salonuna girdiğimde ise aklımda beyaz perdede dönüp durandan çok elimdeki set vardı.
Yukarıda da bahsetmiştim. Filmlerden birini daha önce izlemiştim. Bu film ilk postuma da vesile olan Vozvrashcheniye'ydi. Gecenin geç saatleri olmasına rağmen tekrar izledim filmi. Her ne kadar daha önce izlemiş olsam da bir kez daha etkilendim.
Ancak size tekrar The Return'ü anlatmayacağım. Dün geceyarısı izleme fırsatı bulduğum, diğer iki filmden birini anlatacağım. Söz konusu film İranlı yönetmen Bahman Ghobadi'nin 2004 yapımı filmi Lakpostha Hâm Parvaz Mikonand (Turtles Can Fly).


Savaş! Dünyada adının geçtiği her yerde kelimeleri kifayetsiz kılan, kendini yaşayan insanlar için kendisinden başka her şeyi önemsiz kılan bir insanlık dramı. Bazılarımız için çok kolay "Bazen savaş gereklidir" demek. İçinde yaşamıyorsanız evet, gereklidir belki de. Kimimiz içinse hiçbir şey ifade etmez şehirlerin üzerine yağan yeşil ışıklar. O renkler sadece aptal kutumuzda bir anlık çakan bir resimdir belki de, önemsizdir. Bazılarımız tatilini nerede yapacağını, geceleri hangi diskoya gidip kurtlarını dökeceğini düşünürken, aynı dünyayı paylaştıkları bazıları ise her gün, her dakika, her saniye ölümün pençesinde hayatta kalma savaşı içinde. Bu insanların büyük bir bölümü ise çocuklar. Hayata gözlerini kurşun sesleri ve top patlamalarıyla açan çocuklar... Yaşıtları gibi oyuncakları ile oynayarak büyümeleri gereken ama oyuncaklarını silahlar, mayınlar yapan; geceleri ayıcıklarına, oyuncak bebeklerine sarılması gereken ancak gaz maskelerine sarılıp uyumak zorunda bırakılan çocuklar... Başka bir deyişle dünyadaki en büyük insanlık dramının içinde büyümek zorunda kalan çocuklar.

2004 yılında çekilen ve yönetmenliğini "Sarhoş Atlar Zamanı"nın İranlı yönetmen Bahman Ghobadi'nin yaptığı Kaplumbağalar da Uçar adlı başyapıtı işte böyle bir kurgu üzerinde akıyor. Irak - Türkiye sınırında, Amerikan işgali altında kalmış bir Kürt mülteci kampında yaşayan çocukların savaşın şartları altında para kazanma, hayata tutunma hikayesidir Turtles Can Fly. Bu mülteci kampında yaşayan 13 yaşındaki Satellite (Uydu) köy köy dolaşarak hanelere uydu sistemi kurmaktadır ve insanlara çat pat konuşabildiği İngilizcesi ile yabancı kanallardan aldığı savaşın son durumuyla ilgili bilgileri aktarmaktadır, her ne kadar Bush'un savaş demeçlerini "Yarın yağmur yağacak" olarak çevirebilse de... Satellite bunun yanı sıra patlamamış olan kara mayınlarını toplayıp satarak geçinmeye çalışan diğer çocukların liderliğini yapmaktadır. Bu sırada köye Halepçe'den gelen 14 yaşındaki küçük anne Agrin'e ilgi duyar. Fakat bu aşk zamanla umutsuz bir aşka dönüşüverir. Agrin henüz 14 yaşındadır ama ailesini öldürenlerin kendisine tecavüz etmesi sonucu hamile kalmıştır. Bastığı bir mayın yüzünden iki kolunu da kaybeden abisi ve doğurmaktan utanç duyduğu çocuğuyla birlikte Halepçe'den kaçarak Kürt mülteci kampına gelmiştir. Kendisi ve abisinin amacı mayın toplayıp geçimlerini sağlamaktır. Ancak Agrin hiçbir şeye odaklanamaz... Çünkü aklındaki tek şey intihar ederek yaşadığı berbat hayata son vermektir.

Kaplumbağarlar da Uçar'ın kısaca senaryosu bu. Film tamamen çocuklar üzerine kurulu. 10 ila 14 yaş arasındaki çocukların silahlarla oynadıklarını, üç kuruş uğruna mayın toplayarak hayatlarını riske attıklarını gördükçe yüreğiniz dağlanıyor, gözleriniz yaşarıyor. Özellikle Satellite'ın en yakın arkadaşlarından bir bacağı olmayan Pashow'u ve Agrin'in iki kolu da olmayan abisini tüm bunlara rağmen mayın toplamaya çalışırken görmek son derece yürek burkuyor.
Film hakkında birkaç detaya da girmek istiyorum. Örneğin filmde aktif rol alan bütün çocuklar gerçekten de mülteciymiş. Hepsi de yaşlarına ve ilk oyunculuk deneyimleri olmasına rağmen göz kamaştırıcı bir performans ortaya koymuşlar. Çocuklardan çoğunun hayatlarında bir kez olsun televizyon izlemediklerinden söz etmeyeceğim bile. Onun yerine filmin künyesini vereyim size;
Yönetmen: Bahman Ghobadi
Senaryo: Bahman Ghobadi
Müzik: Hüseyin Alizadeh
Süre: 94 dakika

OYUNCULAR
Avaz Latif (Agrin)
Soran Ebrahim (Satellite)
Saddam Hüseyin Faysal (Pashow)
Hiresh Feysal Rahman (Hengov)
Abdol Rahman Karim (Riga)
Ajil Zibari (Shirkooh))



FİLMİN ŞU ANA KADAR KAZANDIĞI ÖDÜLLER ve ALDIĞI ADAYLIKLAR
* 2006 Oscar ödülleri için İran tarafından “en iyi yabancı film” dalında aday adayı gösterildi.
* 52. San Sebastian Film Festivali “altın istiridye” ödülü
* 52. San Sebastian Film Festivali en iyi senaryo jüri özel ödülü
* 55. Berlin Uluslararası Film fFestivali barış ödülü
* 40. Chicago Film Festivali gümüş hugo (jüri özel ödülü)
* 5. Tokyo Filmex Film Festivali jüri özel ödülü
* 5. Tokyo Filmex Film Festivali “agnès b. ödülü”
* 28. Sao Paulo Uluslararası Film Festivali seyirci özel ödülü
* Mexico City Uluslararası Çağdaş Film Festivali “la pieze” ödülü (2005)
* Mexico City Uluslararası Çağdaş Film Festivali seyirci ödülü (2005)
* 19. Fribourg Uluslararası Film Festivali seyirci ödülü
* 19. Fribourg Uluslararası Film Festivali “e-changer” ödülü

Uzun lafın kısası Bahman Ghobadi ve oyuncuları izlenmesi farz, izletilmesi vacip olan bir film yapmışlar. Bize de izlemek düşüyor. Defalarca izlenesi ve izlettirilesi bir film. Bazı şeylerin unutulmaması, hafızalarda daim kalması için izlenmesi ve izlettirilmesi gereken bir başyapıt.

27 Ağustos 2007 Pazartesi

İki Kişinin Bildiği "The Secret" Değildir


Evet, bir kitap hakkında yazdıklarımı okumaya başladınız şu an. Başlıktan ve soldaki resimden anlamış olmalısınız hangi kitaptan bahsedeceğimi. Kendim bir şeyler mırıldanmadan önce kitabın arka kapağını olduğu gibi aktarıyorum ki sonradan ağır konuşacağım, neden diye sormayın. Buyrun;
"Çağlar boyu nesilden nesile geçerken, birçok insan ona göz dikti, onu gizledi, kaybetti, çaldı, büyük paralar karşılığı satın alanlar oldu. Tarihteki en önemli insanların bazıları yüzyıllar kadar eski olan "Sır"ra vakıf olmuşlardı. Eflatun, Galileo, Beethoven, Edison, Carnegie, Einstein ve diğer mucitler, bilim adamları ile büyük düşünürler "Sır"rı biliyorlardı; ve şimdi "Sır" dünyaya açıklanıyor.
"Sır"rı öğrendiğinizde, istediğiniz her şeyi elde etmeyi, yapmayı, ya da istediğiniz her şey olmayı da öğrenmiş olacak; asıl kimliğinizi bulacak ve hayatta sizi bekleyen gerçek ihtişamın ne olduğunu göreceksiniz.
Sizce dünya nüfusunun sadece %1'lik bir kısmını oluşturan bir kesimin tüm maddi gelirin %96'sına sahip olması bir tesadüf mü?
Olağanüstü bir servete sahip olmak ister misiniz?
Muhteşem bir malikanede yaşamak ister misiniz?
Ömrünüz boyunca hiç sıkıntıya düşmeden bolluk, bereket içinde yaşamak ister misiniz?
Ruh eşinizi bulmak ya da huzurlu, mutlu bir evlilik yaşamak ister misiniz?
Peki kendinize sorun. Gerçekten ne, ama ne istersiniz?"

"O halde gidip bir sayısal loto oynamalısınız ve tutturabilmek için dua etmelisiniz" demek geliyor içimden. Kitabın arka kapağında yazanlar ve önsözde belirtilenlerden de anlaşılıyor ki bu kitap bir mucize. Evet, öyle olmasa tüm dünyadaki bestseller listelerinde aylardır zirveyi kendine mekân edinemezdi. Okuyan arkadaşlarım ve yakınlarımın söylediğine göre kitap yukarıda verilen soruları ve daha nicelerini bize verebiliyormuş. Bunu da nasıl mı yapıyormuşuz. Çekim yasası ile... Buna göre istediğimiz bir şey üzerine yoğunlaşmalı ve onu yapacağımıza ya da elde edebileceğimize inanmalıymışız. En ufak bir negatif düşünce bizi emelimizden uzaklaştırırmış. Herhangi bir şeyi pozitif düşündükten sonra yattığımız yerden bile elde edebiliyormuşuz. Ne kadar basitmiş öyle değil mi? Yazarı "Sırrı buldum, ben buldum" diye delirten sözde sır buymuş.
Şimdi bir düşünelim. Çok da zor değil. "İki kişinin bildiği sır değildir" diye Kurtlar Vadisi'nden hatırladığım çok özlü bir söz var. Şimdi bu meşhur sır da milyonlarla paylaşılınca sır olmaktan çıkmış olsa gerek. Yani mevzuubahis sır kendisini keşfeden kitabın yazarından başka kimsenin işine yaramayacaktır. Hoş, onun işine fazlasıyla yaramış. Baksanıza bir anda sırrı sayesinde milyonları afedersiniz enayi yerine koyarak paraya para dememeye başlamış.
Sözün özü inanmayın efendim böyle şeylere. Özellikle bizim Türk insanında çok vardır bu. Kendisine en ufak umut verecek şeye hücum ederiz biz. Eşyanın tabiatında var mıdır bilmiyorum ama Türk insanının doğasında var bu. Hayatta eline bir tane kitap almamış yakınlarımı bilirim. Bu kitap onları bile değiştirdi. Ne zaman görsem ellerinde "The Secret". "Yahu daha bitiremediniz mi şu zırvayı?" diye sorduğumda "Tekrar tekrar okuyoruz, süper lan" diyorlar. "Peki size ne verdi bu zımbırtı?" soru cümlesiyle kendilerine döndüğümde de "Hişt, negatif yaklaşma" diyorlar.
Tüm önyargılarıma rağmen yine de kendimle çelişeceğimi bile bile gidip aldım. Büyük ihtimalle az sonra okumaya başlayacağım. Ancak baştan önyargılıyım bir kere. Okuduktan sonra ben de deneyeceğim. Oturacağım en rahat koltuğuma ve bir Ferrari edinebilmek için pozitif düşüneceğim. Ne kadar sürecek bakalım...

Fotoğraf da Sanattır

Susuyorum! Söz sırası Nuri Bilge Ceylan'ın objektifinde.


Golden Horn, Istanbul

Golden Horn in Winter, Istanbul

Dog Crossing the Road

Curved Street in Winter, Istanbul

Country Road

Boy with a Sling

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 2

Hold your ground, hold your ground. Sons of Rohan, of Gondor, my brothers. I see in your eyes the same fear that would take the heart of me. A day may come when the courage men fails, when we forsake our friends, and break all bonds of fellowship. But, it is not this day. An hour of wolves and shattered shields, when the age of men comes crashing down, but it is not this day. This day we fight. For all that you hold dear on this good earth, I bid you stand, men of the west. (The Return of the King - Viggo Mortensen)

26 Ağustos 2007 Pazar

One Book To Rule Me


Three rings for the Elven-Kings under the sky,
Seven for the Dwarf-Lords in their halls of stone,
Nine for mortal men doomed to die,
One for the Dark Lord on his dark throne
in the Land of Mordor where the shadows lie.
One Ring to rule them all, One Ring to find them,
One Ring to bring them all and in the darkness bind them
in the Land of Mordor where the shadows lie.


İlkokuldayken yaşıtlarım babalarından genellikle oyuncak almasını isterken, ben hep kitap alınmasını istedim kendime. Okumak, başkalarının hayal dünyasında yolculuk yapmak, dünyadaki tek değerli bilginin kendiminki olmadığını bu sayede kabul etmek hep cezbedici gelmişti bana. Yalnız yaşım gereği okuyabileceklerim ve anlayabileceklerim hep kısıtlıydı ne yazık ki! Ancak her şeyin bir zamanı vardı tabii ki! Ortaokul yıllarımla birlikte fantastik edebiyata büyük bir ilgi duymaya başlamıştım. O zamanlar 12-13 yaşlarımda olmalıydım ki henüz John Ronald Reuel Tolkien ismini de duymamıştım. Yaz tatillerimden birinde kavurucu Antalya sıcağında düştüm yollara. Amacım yeni bir kitap edinmekti tabii. Başka türlü koca yazı geçiremeyen ben uğradığım bir kitabevinde rastladım The Hobbit'e. Kimin yazdığından ya da kitabın dünyada sahip olduğu ünden haberim yoktu. Belki de kapağı cezbetmişti beni, hatırlamıyorum... Bir patikada kukuletalarıyla yürüyen biri çok uzun diğeri tam zıttı olan iki adam vardı ve ormanın arkasında giderek büyüyen bir şatoya doğru çiseleyen yağmurun da eşliğinde gidiyorlardı. Kapaktaki resim buydu. Üzerinde de "Oradaydık ve şimdi buradayız" diye bir yazı vardı. Kimdi "orada" olanlar ve "şimdi" neredeydiler? Kafamdaki tüm soru işaretleri ve sanki ilk kez kitap alıyormuşçasına içime dolan heyecan eşliğinde satın aldım kitabı. Bir solukta da okudum. Son sayfayı çevirdiğimde yazarın yarattığı dünyaya, Bilbo Baggins'e, büyücü Gandalf'a, hobbitlere, cücelere ve tabii ki elflere hayran kalmıştım. Bundan sonra elime aldığım her kitabı kıyaslama sorunsalı oluştu bende. Elime aldığım diğer kitapların hiçbirini bitiremedim. Bunalımın adı "neden bittin lan Hobbit"di. Neredeyse tapmıştım yani, o kadar.

Bir süre sonra (lise yıllarımda) aynı umutla Hobbit'i aldığım kitabevine uğradım. Ayaklarım beni sanki sözleşmişçesine doğruca Hobbit'i bulduğum rafa götürdü. Şans bu olsa gerekti. Bir kitap vardı ama aslında üç kitaptı. Yeşil ciltliydi. Üzerinde J.R.R. Tolkien yazıyordu ve hemen altında kitabın adı: Yüzüklerin Efendisi! "İşte" dedim kendi kendime, "işte bir Tolkien eseri daha. Hem de Hobbit'e göre çok daha kalın görünüyor"du... Kitap üç ciltten oluşuyordu. Adı Yüzük Kardeşliği olan ilk cildi elime alıp, arka kapağı çevirdiğimde şöyle bir yazıyla karşılaştım; "Dünya ikiye bölünmüştür, denir Tolkien'in yapıtı söz konusu olduğunda: Yüzüklerin Efendisi'ni okumuş olanlar ve okuyacak olanlar". Kitabın kısa bir özetini de okuduktan sonra "Tamam" dedim, "alıyorum". Ancak cebimdeki para sadece tek cildine yettiği için diğer iki kitabı bırakmak zorunda kaldım. Kitabın daha bir sayfasını bile okumamıştım ama üzülmüştüm. Çünkü kitabın ne kadar güzel olabileceğini biliyordum. Eve gider gitmez odama kapandım ve sırtımı duvara dayayıp sayfaları hızla çevirmeye başladım. İlk kitabın bitmesi pek uzun sürmedi. Yüzük Kardeşliği sona erdiğinde kitap öyle bir noktada kalmıştı ki meraktan ölmemek elde değildi. Hemen gidip ikinci cilt olan İki Kule'yi aldım tabi. Bir solukta o da bitti. Sonrası malum; üçüncü kitap. Üçüncü cilt, Kralın Dönüşü, de sona erdiğinde eseri tamamlamıştım, ancak çok büyük bir boşluğa düşmüştüm. Okurken yaşadığım dünya ile tüm ilişkilerimi kesip, Orta Dünya'ya adapte oluşum, okulda ders sırasında gizli gizli sıranın altında kitabı okuyuşum... Her şey sona ermişti. Geriye sadece bu kadar hızlı okuduğuma savurduğum lanetler kalmıştı. Artık ne Frodo, ne Gandalf, ne Tom Bombadil, ne Shire, ne Samwise Gamgee, ne kardeşlik, ne umut, ne dostluk, ne..." vardı. O an o kitabın içinde bulunabilmek için hayatımdaki her şeyden vazgeçmeye hazırdım.
Daha sonra araştırınca öğrendim ki Yüzüklerin Efendisi son yüzyılda en çok okunan kitapmış. Herkes bu kitabın İncil olduğunu sanır ama bu külliyen yalandır. Araştırmalarıma göre olay da şudur. Yirmi birinci yüzyılın başlarında İngiltere'de çok satan gazetelerden biri yirminci yüzyılın en okunan kitabını ortaya çıkarmak için bir anket düzenler. Anketin sonucu ise son derece açıktı ve bazılarının hiç beklemediği gibi çıkmıştı. Ankete katılan 25000'in üzerindeki insan büyük bir farkla Yüzüklerin Efendisi'ni "en çok okunan kitap" yapmıştı. Başarıyı çekemeyen birçokları kendi anketlerini yapmaya başladıklarında da sonuç aynıydı. Tolkien yarışı kazanmayı sürdürüyordu. Akabinde anti-Yüzüklerin Efendisicilerin umudu Folio Society oldu ki bu kurum İngiltere'nin en saygın kurumlarından biridir. Yalnız FS Yüzüklerin Efendisi'nin tahtını ancak bir "tüm zamanlar" anketi yaparak yıkabileceğini düşünüyordu. FS'nin 50000 üyesi ciddi okurlardan ve edebiyattan iyi anlayan uzmanlardan oluşuyordu ve sadece moda olan kitapları pek beğenmezlerdi. Onların seçimi ne mi olmuş? Jane Austen'ın Gurur ve Önyargı'sı ve Charles Dickens'ın David Copperfield'ı. Ancak zirveye tırmanan, bir kez daha eski dost Tolkien ve Yüzüklerin Efendisi olmuştu. Tüm bu sonuçlar geveze takımının hiç de işine gelmemişti. Başlarda anketlerin doğru olmadığı görüşünü savunmuş, daha sonra suçlamalarının yanlış olduğu belgelenince sinir küplerine binmişlerdi. Tabii ki meyve veren ağaç taşlanır misali yapılanlar bu kadarla kalmayacaktı. Diğer yazarlar ve kitap eleştirmenleri Tolkien'in şahsına saldırmaya kadar götürmüşler bu işi. Bir süre sonra, 2000 yılının yaz aylarında, sırf edebiyat züppelerinin yaralarına tuz ve biraz da biber basmak için Tolkien bir kez daha gündeme oturuyordu. Bunun nedeni de o yaz Yüzüklerin Efendisi'nin filminin çekilmeye başlandığı haberiydi. Birkaç ay sonra ise filmlerin yapımcısı olan New Line Cinema kendi web sitesinde kısa bir fragman göstermeye karar vermişti. Bu kısa video klip, izlenime sürüldüğü ilk gün 1,7 milyon kereden fazla bilgisayara indirilmişti. Bu rakam, rekoru en son elinde bulunduran, yapılan devasa reklamlar ve ilk üç Star Wars filminin başarısından çokça destek alan Star Wars: Episode 1: The Phantom Menace'in fragmanının indirilme rakamının tam iki katıymış. Üstüne üstlük insanlar henüz Yüzüklerin Efendisi filmlerinde kimlerin oynayacağını ya da filmlerin ne zaman vizyona gireceğini dahi bilmiyordu.

Aslına bakılırsa bu bilgileri öğrendikten sonra kitabın sandığımdan da fazla bir üne sahip olduğunu ve hakettiği değeri aldığını görerek mutlu olmuştum. Fakat neydi Yüzüklerin Efendisi'ni bu kadar popüler yapan ve okurlarına "Bu hikaye gerçek olmalıydı" dedirten? 29 Temmuz 1954'de okuyucuya sunulmuş ve hâlâ popülaritesini artırmaya devam eden bu eser nasıl bu kadar çok tutabilmişti? Neden kitabı bir kere bitiren tekrar tekrar okuma isteği duyuyordu? Ben de bunlardan biriyim ve evet, kitaplar okunmaktan eskidi ama ben okumaktan bıkmadım. Bu kadar fanatiğinin olması yaşama dair tüm duyguları, hırsları, korkuları, cesareti, umudu, dostluğu, aşkı, özlemi ve dolayısıyla hayatın ta kendisi olmasının bir sonucu olabilir mi? Bu sorulara verilebilecek tek yanıt herkesin kitapta kendinden bir parça bulması olabilir. Karakterlerin en endişeli olduğu anlarda kendilerini umutsuzca umudun kollarına bırakmaları etkilemiştir okurları. Kitapta da Galadriel bunu şöyle dile getirmiştir; "Even the smallest person can change the course of things"... Çok yakın dost olan Frodo ve Sam hikayenin sonuna kadar içlerindeki umut ve birbirlerine duydukları güven sayesinde gidebilmişlerdir. Bu sayede başarmışlardır ne başarmışlarsa.
Anti-Yüzüklerin Efendisiciler kitabın hiçbir şey vermediğini düşünürler. Ancak hiç de öyle değildir. Bir kere, her şeyden önemlisi, kitapta dostluk vurgulanır ve bu sayede nelerin üstesinden gelinebileceği. Kahramanlar kaderi kabullenir hiç şikayet etmeden. Fakat kesinlikle kadere küsmesler ve aksine kararlı iradeleri sayesinde kadere karşı yürürler. Kişi okuyunca anlar ki sıradan insanlar bile büyük şeyler başarabilir. Size tek gereken içinizdeki inancı ve isteği baki tutmaktır. Egolarınızın büyük olması da gerekmez hem. İhtiyacınız olan sadece maneviyattır. Örneğin, Samwise Gamgee macera boyunca eve dönüp yeniden bahçıvanlığa devam edebilme ihtimali üzerinde durmuştur. En zorlu anlarda bu hayaline tutunarak ilerleyebilmiştir. Son kitabın "Cormallen Kırları" bölümünde Samwise Frodo'ya şöyle fısıldar; "Ama ne biçim bir öykünün içindeydik değil mi Bay Frodo? Keşke bu öyküyü anlatırlarken ben de duyabilseydim. Sence 'evet şimdi sırada Dokuz Parmaklı Frodo ile Hüküm Yüzüğü'nün öyküsü var, diyecekler mi? O zaman herkes susacak, tıpkı Yarmavadi'de bize Tek Elli Beren ile Büyük Taş'tan söz ettiklerinde bizim yaptığımız gibi. Ah keşke ben de dinleyebilseydim! Sonra, bizim bölümümüz bittikten sonra öykü nasıl devam ediyor merak ediyorum". Zaten Tolkien'in Sam hakkında söylediği bir söz var ki sadece Sam'i değil, neredeyse tüm kitabı anlatıyor: "O kadar azimliydi ki bunu ancak ölüm bozabilirdi".

Şimdi hikayeyi bitirdiğim zamana geri dönmek istiyorum. Hatırlayacağınız üzere kendimi boşlukta hissettiği belirtmiştim. Yine de benim için Yüzüklerin Efendisi asla bitmedi, nefes aldığım müddetçe de bitmeyecek. Öyküyü bitirdiğim zamandan bu yana her yıl sonbahar geldiğinde yeniden okuyorum Frodo'nun, Bilbo'nun, Sauron'un, Merry'nin, Aragorn'un, Yüzük Savaşı'nın hikayesini. Bunun dışında sık sık alırım kitabı elime ve rastgele sayfalar açıp Orta Dünya'nın büyüsüne bırakırım kendimi. Bazen Hobbitler ile Rivendell'e doğru çıktığım yolculukta The Prancing Pony'ye uğrarım ve Orta Dünya'nın en iyi kaymak birasını Barliman Butterbur'dan isterim. Kimi zamansa Tom Bombadil'in Hobbitler'i Yaşlı Orman'dan kurtarmasını izlerim, daha sonra da Altınyemiş'in şarkıları eşliğinde yıldızların parlattığı gökyüzünü seyre dalarım. Weathertop'da The Dark Riders'a engel olamadığıma üzüldüğüm günler de oldu, Khazad-Dûm'da Gandalf'a yetişemediğime de. Arada sırada kitapların kapağına dalmak, odamda asılı duran dev Orta Dünya haritasında yolculuğun geçtiği yerleri takip etmek, Helm's Deep'de ve Pelennor'da en ön safta miğferim ve kılıcımla koşturduğumu hayal etmenin üstünde bir haz yok benim için.
İşte benim için Yüzüklerin Efendisi her sene her şeyi geride bırakıp çıktığım ve aslında hiçbir zaman bitmeyecek bir yolculuk. Ağaçlar yapraklarını dökmeye başlayıp da güz yağmurları kuzey yarımküreyi yavaş yavaş ıslatmaya başladığında sırtıma bir çanta alarak çıktığım bir yolculuk. A vanta as márë órelyar! Nai eleni siluvar antalyannar!

25 Ağustos 2007 Cumartesi

"Ölüm Yadigârları" 9 Ekim'de Piyasada

Yapı Kredi Yayınları'ndan beklenen açıklama sonunda geldi! Yapılan açıklamaya göre J.K. Rowling'in tüm dünyada satış rekorları kıran 7 kitaplık roman serisi Harry Potter'ın son kitabı olan "Harry Potter and the Deathly Hallows" 9 Ekim 2007 Salı günü kitabevlerindeki yerini alacak. Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, kitap dünyada orjinal dilinden sonra ilk defa Türkçe olarak yayınlanacak.
Kitabı Türkçe'ye çeviren Sevin Okyay ve oğlu Kutlukhan Kutlu da kitabın büyük bir bölümünün çevirisini tamamlamış. Yaptıkları çeviriye uygun olarak da kitabın Türkiye'deki isminin "Harry Potter ve Ölüm Yadigârları" olmasına karar vermişler. Yayımlanan son kitap olan Harry Potter ve Melez Prens'i okuyanların sözü geçen "ölüm yadigârları"nın neler olduğunu anlaması pek zor olmayacaktır. Yine YKY'den yapılan açıklamada kitabın ilk baskısının 100.000 adet olacağı söylenmiş.
Hazır lafı Harry Potter'dan açmışken başımdan geçen ve acayip sinir olduğum bir olaydan da bahsetmeden yazıyı sonlandıramayacağım. Harry Potter and the Deathly Hallows temmuz ayının ortasında tüm dünyada satışa sunulduğunda çok heyecanlıydım. Sürpriz bir finalle biten altıncı kitap sonunda ilk defa bir Harry Potter kitabını heyecanla bekliyordum çünkü. Başlangıçta hemen bir kitabevine gidip kitabın İngilizce baskısını alıp okumayı düşünüyordum. Malum Türkçe baskısının yayınlanmasına daha çok vardı. Yalnız son kitabı kendi dilimde ve tamamen anlayarak okumak istiyor olmam bu düşünceme engel oldu, beklemeye karar verdim yani. Bu durumu bir arkadaşımla paylaşınca da aramızda şöyle bir diyalog geçti;
- Oğlum Harry Potter'ın son kitabı çıkmış lan. Hemen gidip alsam mı acaba, he, ne dersin?
+ Tabii, tabii al... Yakında Cin Ali'nin de son kitabı çıkıyormuş. Bütün hazırlıklar tamammış.
- Lan bi' s..ktir git çay koy hadi...
Harry Potter söz konusu olunca yapılan küçümsemelerin ne ilk ne de son kurbanı olduğumu düşünüyorum. Bana da tamamıyla ters gelen bir durum bu. Şimdi durumu şöyle ele alalım. Serinin ilk kitabı olan Harry Potter ve Felsefe Taşı yayınlandığında sene 1997'ydi. O tarihte ilk kitabı eline almış bir okurun en az 10 yaşında olduğunu ele alırsak aradan geçen 10 yılda o sümüklü çocuğun yaşı 20 olmuş olacak ve haliyle koca bir delikanlı ya da hanımefendi olmuş olacak. Yalan mı? Ne yani, şimdi o çocuk büyüme sürecinde hep yanında olan bu kitabın sonunu merak etmeyecek mi? Okumasın mı yani? Bana göre fantastik edebiyatın mihenk taşı olan Yüzüklerin Efendisi'ni İki Kule'den sonra bırakmak gibi bir şey bu? Yahu insan sonunu hiç mi merak etmez, edemez? Sinir oldum bak şimdi. Kaldı ki seriyi okuyanlar ilk 3 kitabın tamamen bir çocuk romanı havası verdiğini kabul eder, ancak yine seriyi okumaya devam eden aynı okurlar dördüncü kitapla birlikte serinin hiçbir çocuk romanında eşi benzerine rastlanmamış karanlık bir siluete büründüğünü de kabul eder. Ve bu karanlık hava sonraki her kitapta biraz daha artar. Yahu kime ne anlatıyorum ben? Seven okusun, sevmeyen de okumasın... O arkadaşa da buradan sesleniyorum; "Cin Ali'nin son kitabını bulup bana getirmezsen dombilisin lan"...

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 1

I find I'm so excited, I can barely sit still or hold a thought in my head. I think it's the excitement only a free man can feel, a free man at the start of a long journey whose conclusion is uncertain. I hope I can make it across the border. I hope to see my friend, and shake his hand. I hope the Pacific is as blue as it has been in my dreams. I hope. (The Shawshank Redemption - Morgan Freeman)

24 Ağustos 2007 Cuma

Sweeney Todd'dan İlk Görüntüler


"Oh my god!" diye bir deyişleri vardır Amerikalılar'ın! Bir şeye çok şaşırdıklarında ve çok sevindiklerinde söylerler bunu. Söz konusu Sweeney Todd olunca aynı deyişi ben de kullanmak istiyorum: Oh My God! Neden mi? Nedeni şu ki dünya üzerinde yaşamış seri katillerin hayat hikayeleri beni daima cezbetmiştir. Bunların içinde beni en çok etkileyenler Jack The Ripper (Türkiye'de Karın Deşen Jack olarak tanıyoruz bu caniyi), The Zodiac Killer (Bu da kurbanlarını bi' güzel katlettikten sonra polise ihbar ederek haz alan bir amcamız), The Night Stalker (ki biz onu da Richard Ramirez olarak biliyoruz)... Hatta bir tanesi de, adını şimdi hatırlayamayacağım, gövdeden ayırdığı kadın kafalarını karşısına dizip güzellik yarışması bile yapmıştır. Cani işte, ne beklersin?
Neyse efendim, örnekleri çoğaltmak mümkün. Yalnız hepsinden öte bir isim yatar benim gönlümde... Bu adam 18.yüzyılın ortalarında doğmuş (hatta doğum tarihi de yamulmuyorsam 1748'dir) ve endüstriyel devrimin yok etme noktasına getirdiği Londra'da yoksul ailesiyle birlikte yaşamıştır. 14 yaşına geldiğinde anne ve babası sert kış şartlarından da etkilenerek sokakta hayatlarını kaybetmişlerdir ki dönemin Londrası'nda bu tip ölümler çok yaygındır. Herneyse, ben kahramanın :) anne ve babasıyla ilgilenmiyorum. Onlar yaşasa bu adam böyle olmazdı çünkü (İçimdeki cani çıktı ortaya)! Efendim, 14 yaşındaki delikanlı bir başına kalmıştır ve ustura yapımıyla uğraşan bir ustanın yanına çırak olarak alınmıştır. Aradan birkaç yıl geçer... Bizim müstakbel seri katil bilmediği bir sebepten ötürü cezaevine atılır. Orada berberliği öğrenir. Hapisten çıktığında mesleği de hazırdır.

4,5 sene geçirdiği cezaevinden çıktığında ise kendisine Fleet Street'de bir dükkan satın alır. Ancak dükkanı açmadan önce yapacakları vardır. Öyle akılane bir düzenek hazırlar ki artık gelen müşterilerini, ya da kurbanlarını desek daha doğru olur, rahatça öldürebilecek ve kimsenin de ruhu duymayacaktır. Düzenek hakkında da bilgi verelim... Dükkanın mahzeni Londra'nın en büyük kanalizasyonuna açılmaktadır ve bizim Sweeney Todd (evet adamın adı bu, daha fazla saklayamadım. Bağlayamayacaktım yoksa) mahzenine kanalizasyona açılacak büyük bir delik yapmıştır. Daha sonra da deliğin üzerine bir berber koltuğu sabitler ki bu koltuğa oturan kurban bir anda kapağın dönmesiyle kendini kanalizasyonda bulacaktır.
Bizim Sweeney Todd'un aynı zamanda suç ortağı olan bir de sevgilisi vardır. Adı Sarah Lovett olan bu kadın iki katlı dükkanında Londra'nın en iyi turtalarını yapıp satmaktadır. Her şey bittikten sonra anlaşılmıştır ki Lovett'ın dükkanının mahzeni de aynı kanalizasyona açılmaktadır ve mahzene açtığı bir kapakla kanalizasyona inebiliyor, cesetlerden aldığı etleri turtalarında kullanabiliyordu.
Neyse, efendim daha fazla uzatmayalım hikayeyi. Özellikle Sweeney Todd'un hikayesi harika sona eriyor ama bunu anlatmayacağım. Ya araştırın, bulun, okuyun ya da 2008 başını bekleyin ki Tim Burton imzalı sinema filminde sonunu görebilin... Zaten Sweeney Todd hakkında yazma kararımı film yüzünden almıştım. Filmle devam edelim o halde.

Sweeney Todd 1979'dan bu yana Stephen Sondheim imzalı bir Broadway müzikali olarak sahnelenmekte. Bizim haşarı yönetmen Tim Burton da 2007 başında aldığı bir kararla bu müzikali sinemaya aktarmak istemiş, iyi de etmiş. Bu sayede yıllardır okuduğum ve hayat hikayesine hayran olduğum adamı (aslında hayat hikayesi son derece acıklıdır) sinemada izleyebileceğim. Bu filmde The Demon of Fleet Street olarak da bilinen Sweeney Todd'u Johnny Depp canlandıracak ki bu harika bir haber. Aslında Burton'un en çok çalıştığı ismin Depp olduğunu düşünürsek pek de şaşırtıcı bir durum değil aslında. Todd'un sevgilisi Lovett rolünde ise Burton'un eşi Helena Bonham Carter'ı izleyeceğiz. Filmin Amerika'daki dağıtımını Dreamworks Pictures ve Paramount, uluslararası dağıtımını ise Warner Bros Pictures üstlenmiş, ne de güzel etmiş. Ha, unutmadan... Filmin müziklerini de Danny Elfman yapacakmış ki tadından yenmez. Hatta yapmaya başlamış bile.

Kanlı Elmas DVD'de


Bu sene Akademi Ödülleri’nin en büyük adayı olarak gösterilen ancak ödül töreninde büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak "sıfır" çeken Blood Diamond’u izledim geçtiğimiz günlerde. Film senaryo bakımından benden eksi puan alsa da tüm tutarsızlıklarına rağmen sonuna kadar sıkmadan izletebiliyor. Özellikle Amistad’dan tanıdığımız Djimon Hounsou’ya bir kez daha hayran kaldım. Bir insan bu kadar mı rolünün hakkını verir? Ayrıca A Beautiful Mind ve Requiem for A Dream'i izledikten sonra kendisinin bir ilahe olduğuna inanmaya başladığım Jennifer Connelly’in filmde pek fazla görülmemesi ise beni üzdü. Leonardo DiCaprio’dan bahsetmiyorum bile... Filmde izleyiciyi tek başına sinemaya çekebilecek tek isim olsa da bunu kaldırabileceğini kanıtlamış. Giderek de geliştiriyor kendini ve DiCaprio’yu ilk kez böyle bir filmde gördüğüm için şunu da söyleyebilirim; durmadan aksiyon filmlerinde oynasın bu adam, başka türlere hiç girmesin bile.
Yönetmene gelelim. Kanlı Elmas'ın yönetmeni daha önce 3 Oscar kazanan Glory ve 4 Oscar'a aday olan ve haklı olarak hiçbirini kazanamayan The Last Samurai'nin de yönetmenliğini yapan Oscar sahibi Edward Zwick. Zwick her ne kadar Shakespeare in Love ile Oscar'a sahip olsa da ben kararsızım bu adam hakkında. Yahu bir yönetmen yıllar yılı hiç mi yaptığı işin üstüne koyamaz. Yaklaşık 20 yıldır, belki de daha fazla zamandır bu işin içinde bulunuyor Zwick, ancak kurduğu bina artık sallanmaya başladı. Bunu kabul etmeli ve temeli sağlamlaştırmak için ne yapması gerekiyorsa yapmalı.
Bu kadar dil dökmüşüm ama filmin senaryosundan az biraz bile bahsetmemişim. Herhalde izlemiş olduğunuzu varsaydım, şimdi bilemeyeceğim. Yine de maksat muhabbet olsun, acılar da şöyle dursun diyerekten kısa bir bilgi de senaryo hakkında vereyim. Efendim hikaye 1999 yılında iç savaş yüzünden yıpranmış Sierra Leone'de geçiyor. Kendi halinde sıradan bir balıkçı olan Solomon Vandy bir gün pembe ve oldukça büyük bir elmas bulur. Ancak isyancılara komuta eden zibidi bunu görür ve elması ondan almaya çalışır. Bu sırada olaya bölgede hüküm süren Amerikan kuvvetleri el atar ve isyankarları püskürtür, Solomon'u da tutuklarlar. Daha sonra Solomon'u saklandığı yerden çıkaracak olan kişi Zimbabweli bir kaçakçı olan Danny Archer'dır. Yalnız her şeyin bir karşılığı vardır. Archer kendisine isyan sırasında kaçırılan ailesini ona geri vermek karşılığında elması ister. İkiliyi uzun ve zorlu bir macera beklemektedir. Çok bile anlattığımı düşünerek lafı burada kesmeye karar verdi deli gönül. Her şeye rağmen 10 üzerinden 7 veriyor ve izlemediyseniz de izleyin diyorum. Esenlikler...

23 Ağustos 2007 Perşembe

Filmekimi 6 Yaşında


İstanbul Kültür Sanat Vakfı ve Nokia N-Series'in sporsorluğunda düzenlenen Filmekimi bu sene 6.yaşını kutlayacak. 19-25 Ekim 2007 tarihleri arasında başlayacak olan festival tarihi Beyoğlu Emek Sineması'nda yapılacak. Festival kapsamında her yıl olduğu gibi bu sene de dünyanın ünlü yönetmenlerinin imzasını taşıyan 21 sinema filmi sinemaseverle buluşacak. Her gece saat 21:30'da da bir filmin galasının yapılacağını öğrenmiş bulunuyorum. Bu yıl festivalde izleyicinin beğenisine sunulacak filmlerden bazıları şöyle;


- Irina Palm (Marianne Faithfull)
- Paranoid Park (Gus Van Sant)
- Eastern Promises (David Cronenberg)
- The Future is Unwritten (Joe Strummer)
- Control (Anton Corbijn)

NOT: Size bir de iyi haberim var. Festival boyunca hafta içi gündüz seansları sadece 3,5 YTL! Kaçırmayın derim...

17 Eylül'e Ne Kaldı Ki Şunun Şurasında

"Bir FBI Ajanı, bir gardiyan, bir katil ve bir beyin. Hayatta kalmalarının tek yolu birbirlerine güvenmek." Böyle diyor ülkemizde de sevilerek izlenilen Prison Break'in ilk promosunda arka plandaki karizmatik sesin sahibi amca. İzleyenler bilir, ikinci sezon bittiğinde dost düşman herkes (Bu herkes 4 kişi oluyor) Amerika'dan çok çok uzakta, Panama'daki Sona Hapishanesi'ne düşmüştü. Adeta bir kedi fare oyununa dönüşen Michael Scofield ve FBI ajanı Alexander Mahone mücadelesine daha sonra paraları alıp kaçan favori karakterim T-Bag ve dombilinin önde gideni eski gardiyan Brad Bellick de dahil olmuştu. Sonra bunların hepsi yabanellerde daha çok ıslahevini anımsatan bir hapishaneye atılmışlardı. Düştükleri yeri görünce de daha da bi' heyecan yapmıştık ki sezon bitmişti. 17 Eylül 2007'de başlayacak 3.sezonun salınan ilk promosunda bahsedilene göre ise bu cezaevinde kimse kimseyi dinlemiyormuş. Yani "kural"dan eser yok! Öyle olunca bizim dört düşmanın sırtlarını birbirlerine dayamaktan başka çaresi yok. Özellikle Mahone ile Scofield'in birbirlerini nasıl kollayacaklarını merak etmeye başladım bile.

İşte salınan ilk promo;

Bir Tim Burton Masalı


Şimdi bahsedeceğim film 2003 yapımı Big Fish. Tim Burton üstadın ellerinden çıkan muhteşem bir film. Başrollerde ise Ewan McGregor, Helena Bonham Carter ve Danny De Vito gibi oyuncuları sayabilirim. Edward Scissorhands, Beetle Juice, Charlie and The Chocolate Factory gibi kaliteli filmleri sinemaseverlere sunan Tim Burton bu kez baba-oğul ilişkilerine yer yer komik, yer yer de duygusal bir masalla yaklaşmış. Küçükken yatma vakti gelip de odamıza geldiğimizde, ışığı söndürüp yatağa girdiğimizde babamız yanımıza gelip de kendi hayalgücünün ürünü masallarını anlattığı günleri unutmak mümkün müdür? Aradan zaman geçip de biraz olsun büyüdüğümüzde ise artık yıllardır dinlediğimiz o masallar bize anlamsız ve saçma gelmemiş midir? Peki ama o masallar gerçekse... Babamız aslında bize kendi hikayesini anlatıyorsa... Dostluğu, kardeşliği ya da daha önemlisi baba sevgisini en son haddinde hissetmek istiyorsanız mutlaka izleyin derim ben. Unutmadan, filmde yaralarınıza dokunacak şeyler bulursanız, gözünüzde belirebilecek birkaç damla yaşı belli etmemek için yanınızda mendil bulundurmanızda fayda var. Hayır, film bittiğinde her şeyi boşverip, koşup babanıza sarıldığınızda belli olmasın diye.

Çılgın Dersane 2 - İşkence Devam Ediyor


Öncelikle Çılgın Dersane adlı filmin ilki hakkında konuşmak istiyorum. Filmi izlemedim, izlemeyi de düşünmüyorum açıkçası. Açık saçık kızları gösterip bunlarla prim yapmaya çalışanlara destek olmayacağım. Filmin resmi sitesinde bulunan foto galeri bölümünde görebileceğiniz fotoğraflarda ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Adamlar işi biliyor, fragmanlarda görülen sahnelerde resmen izleyici aptal yerine konuluyor. Kusura bakmasınlar ama ben gidip de o filmde hayatımın iki saatini yok yere harcayamazdım. Daha açık konuşmak gerekirse dershaneden çok başka bir haneye benzettim ben filmi ya neyse, anladınız siz onu. Bir de söylemeden duramayacağım; dersane yazılmaz lan, "dershane" yazılır.
İkincisine gelelim... Merak edip de kurcalamadım kim var kim yok diye? Sadece yapımcıların ne yapmaya ya da daha doğrusu ne yapmamaya çalıştıklarını merak ediyorum. Lan hadi ilk film tutsaydı derdim "Adamlar yapmış, olmuş. Şimdi de devam filmi çekiyorlar" diye. Bu dıngırtı hakkında daha fazla dil dökmeye değmez diye düşünüyorum. Yine de bu tip dört işlemin hepsinde sonucu "sıfır" verecek sözde filmler çekip de bunları "sinema" adı altında insanlara sunmaları modern sinemaya hakaret gibi geliyor bana.

Hizmette Sınır Yok!

Sağ tarafta da belirttiğim gibi burada sinemadan edebiyat dünyasına kadar birçok "post" bulacaksınız. Yazıları okurken biraz rahatlamanız ve daha hoş zaman geçirmeniz için aklıma güzel bir fikir geldi. "İnsanların yazdıklarımı okurken arkaplanda çalan müziği dinlemeleri fikri bana çok cazip geldi" demiş Abraham Lincoln vakt-i zamanında. Ben de bundan yola çıkarak siteye bir player ekledim. Playlistime ise bazı filmlerin soundtracklerini koydum ki siteyle uyumlu olsun. Yapmanız gereken sadece playerdan istediğiniz parçayı seçmek ve "play"e tıklamak. Bu kadar basit.
Playlistte şimdilik bulabileceğiniz parçalar şöyle;

- Travis'den Love Will Come Through (Garden State)
- Blind Guardian'dan The Bard's Song (Aslında bu parça bir soundtrack değil ama Orta Dünya'yı anlatıyor birçok BG parçası gibi)
- Sting'den Shape of My Heart (Leon The Professional)
- Gary Jules'dan Mad World (Donnie Darko)
- Ray Connif'den Speak Softly Love (The Godfather)
- Mazhar Alanson ve Cem Yılmaz'dan Bu Ne Biçim Hikâye Böyle (Her Şey Çok Güzel Olacak)
- İdil Üner'den Güneşim (Im Juli)
- Javier Navarrete'den Long, Long Time Ago (Pan's Labyrinth)
- Danny Elfman'dan Tears to Shed (Corpse Bride)
- Howard Shore'dan A Journey in the Dark (The Fellowship of the Ring)
- Clint Mansell'den Requiem for A Dream Theme (Requiem for A Dream)
- Klaus Badelt'den He's A Pirate (Pirates of the Caribbean)
- Linda Ronstadt ve Aaron Neville'den All My Life (Parliament Pazar Gecesi Sineması'na ithafen)
- John Williams'dan The Piano Theme (Schindler's List)
- Robert Tepper'dan No Easy Way Out (Rocky IV)
- Harry Belafonte'den Jump In The Line (Shake Senora) (Beetlejuice)
- Danny Elfman'dan Opening Theme of Beetlejuice (Beetlejuice)
- Annie Lennox'dan Into The West (The Return of the King)
- Lazlo Bane'den Superman Theme (Superman)
- Siya Siyabend'den Hayyam (The Sound of Istanbul)
- Celine Dion'dan My Heart Will Go On (Titanic)
- Danny Elfman'dan Ice Dance (Edward Scissorhands)

Player nerede mi? Ortada sağda, dönerken solda!

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Vozvrashcheniye (The Return)


Blogdaki ilk yazımı çok sevdiğim bir film üzerine yazmak istedim. Aslında bu yazıyı geçtiğimiz nisan ayında kaleme almıştım. Sevgili Mario Levi dersi için bir film eleştirisi yazmamı istediğinde bu yazıyla gitmiştim ona. Demek internette paylaşmak da varmış bu yazıyı. Olsundur. Ancak okumadan önce not düşmemde fayfa var. Bu yazı ödevim gereği biraz uzun olmuştur, evet ve aşırı olmayacak derecede spoiler içerir. Eğer Vozvrashcheniye'yi izlememişseniz, seyretmeye karar verdiğinizde filmin keyfini kesinlikle kaçırmayacaktır. Yazının tamamı aşağıda.

-------------------------------------------------------------------------------------

Hani bir söz vardır “Giden değildir aslında, kalandır terk eden” diye, acaba gerçekten öyle midir? Bunca yıl ortada görünmeyip, bir başlarına bıraktığı çocuklar mı terk etmiştir acaba babalarını? Ne kadar kolay geliyor kimilerine, birilerinin hayatlarından bir anda, sebebi ne olursa olsun çıkıp gitmek, uzun zaman boyunca hiç ses çıkarmamak, varlığından şüphe ettirmek ve günün birinde hiçbir şey olmamışçasına karşılarına dikilivermek. Kolay mı acaba gerçekten? Gitmek kolay belki, peki ya dönüş?
2003 yapımı ve Andrei Zvyagintsev imzalı Dönüş’de baba ile oğul çatışmasından çok apayrı iki egonun çarpışmasına tanık oluyoruz. Andrey ve Ivan birbirine düşkün iki kardeştir ve anneleri ile birlikte yaşam mücadelesi vermektedirler. Gün gelir, küçük kardeş Ivan yüksek bir kuleden denize atlayamadığı için arkadaşları tarafından korkak damgası yer. Kendisi bir hayli duygusal, onurlu ve asil bir çocuktur. Baba özlemini içine gömmüş ve bir an önce kendisini kanıtlayacak bir iş yapmak niyetindedir. Tıpkı hayalinde beslediği “erkek” babası gibi. Ancak Ivan kuleden aşağı atlayamaz. Abisi Andrey ile eve döndüklerinde ise anneleri onları kapıda karşılar ve fısıldar; “babanız uyuyor”. İlk şaşkınlığı üzerinden atan Ivan doğruca yatak odasına koşar ve kapıyı açar. Derin bir uykuda olduğu anlaşılan babasının yanına gider ve dikkatle onu izler. Akabinde koşarak tavan arasına, eski fotoğrafların saklandığı sandığı açmaya gider. Babasının tek fotoğrafını alır ve uzunca bir göz gezdirdikten sonra kanaat getirir; yataktaki kendi babasıdır. Ertesi gün kahvaltı masasına oturulduğunda Ivan ve Andrey kafalarında çizdikleri “baba” portresinin çok dışında bir baba ile karşılaşırlar. Oğullarıyla 12 yıl aradan sonra tekrar bir araya gelmiş olan baba onların bakışlarına sadece kuru bir “merhaba” ile karşılık vermiştir. Yine de Ivan ve Andrey umutlarını korurlar ve babalarıyla birlikte geçirilmek üzere annelerinden yarım ağızla da olsa izini koparırlar. Alırlar ellerine bir fotoğraf makinası, atlarlar babalarının arabasına ve kendilerini bekleyen uzun bir haftasonuna doğru yola çıkarlar. Yol boyunca baba konuşmaz, Andrey baba ile bir bağ kurmaya çalışsa da adamın kısa cevapları yüzünden istediğini elde edemez. Ivan ise arka koltuktan uzun uzun babasını seyretmektedir, kin ve merak ile.
Aradan zaman geçtikçe anlarız ki babanın bu dönüşü ne çocukları içindir ne de karısı ve evi için. Hoş, film bittikten sonra bile babanın neyin peşinde olduğunu tam olarak anlamıyorsunuz. Evden ayrılıp, yola çıkarken kafasında belirlediği rota doğrultusunda arabayı yol kenarına çekip balık da tutarlar, gece ormanda kamp da kurarlar. Zamanı gelince kiraladıkları bir kayık ile ıssız bir adaya kürek çekerler. Bu süre zarfında babanın yaptıkları her ne kadar Ivan’ı kendisine düşman etse de küçük çocuk eli mahkum onunla olmak zorundadır. Adaya gelindiğinde ise baba zaman zaman oğullarını kıyıda bir başlarına bırakır. Adanın merkezine doğru bir yolculuğa çıkar ve bulduğu kırık dökük bir barakaya girip, kazmaya başlar. Saatler sonra ise amacına ulaşmıştır ve saklı bir sandık bulmuştur. Çocuklardan habersiz bu sandığı kayığa da yüklemiştir. Dönüş yolculuğu ise öyle planlandığı gibi gitmeyecektir. Babanın yokluğunda kayıkla balık tutmak için denize açılan Andrey ve Ivan’ın sahile geç dönmesi babayı çileden çıkarmıştır. Andrey’e babası tarafından arka arkaya vurulan tokatlar sonunda Ivan’ı isyan ettirmiştir. Ivan babasından gizlice çaldığı bıçağı çıkarır ve babasına doğrultur. Ardından da kardeşine bir kez daha vurması halinde kendisini öldüreceğini söyler. Bu noktadan sonra ise filmin başına doğru bir dönüş yaşarız. Sinirden gözleri dolan Ivan, daha önce adayı gezerken gördüğü çalışmayan deniz fenerine doğru koşmaya başlar. Ivan’ın bir delilik yapacağından korkan baba da onun peşine düşer. Baba deniz fenerine ulaştığında Ivan kulededir artık, atlanılması gereken yerde. Ölüme yakındır ve Ivan değil kutsanmış ismi olan Vanya’dır o artık.

--- Dünya Sinemasında Yeni Bir Deha ---


Dönüş’ün dünya sinemasına kazandırdıklarının başını belki de genç yönetmen Andrei Zvyagintsev çekiyor. Zvyagintsev 1964 yılında Rusya’da dünyaya gelmiştir. İlk başlarda reklam, klip ve Rus televizyonlarında canlı yayın yönetmenliği yapmıştır. Daha sonra sinemaya atılmaya karar vermiş ve 2003 yılında çektiği Dönüş onun ilk uzun metraj film çalışması olmuştur. Henüz bu kategoride yeni olmasına karşın yaptığı başarılı iş ile birçok otoritenin takdirini kazanmayı bilmiştir. Bir dönem fotoğrafçılığa da merak sarmıştır. Dönüş’deki muhteşem görsellik ise bunun en büyük kanıtı olsa gerek. Ayrıca eserlerini hazırlarken Andrei Tarkovsky’den esinlendiğini de vurgular.

--- Genç Oyuncunun Ölüme Dalışı ---


Filmde oyunculuklarıyla ön plana çıkan iki oyuncuyu ele almaya kalkarsak bunlar hiç kuşkusuz 1989 doğumlu olan Ivan Dobronravov ve 1987 doğumlu olan Vladimir Garin olurdu. Ivan karakterini canlandıran Ivan Dobronravov ilk ve tek oyunculuk tecrübesini bu filmle yaşadı ve Gijon Uluslararası Film Festivali’nde en iyi aktör ödülü ile başarısını kanıtladı. Filmi izleyenlerin özellikle üzerinde durdukları Ivan karakterine can veren oyuncu gerek yüz ifadeleri gerekse tepkileri ile kolay kolay hafızalardan silinmeyecek bir performans sergilemiş. Özellikle filmin son sahnesinde, filmin son repliğini içten bir “baba” kelimesiyle sarfetmesi, film bittikten sonra izleyicinin ekrana gözü dolu bir şekilde bakmasına sebebiyet verebilir.


Filmde ele alınması gereken ve takdire şayan bir performans sergileyen bir diğer oyuncu ise büyük kardeş rolünü oynayan Vladimir Garin’dir. Garin’in hikayesi biraz acıklıdır. Bunun nedenini biraz sonra açıklayacağım. Öncelikle Vladimir’in üstün performansından bahsedeceğim. Filmin ilk sahnesindeyiz. Birkaç çocuk Ivan’ı yüksek bir kuleden aşağı atlaması konusunda ikna etmeye çalışır. Aksi takdirde onu “korkak” addeceklerdir. Onu kışkırtmaya çalışan çocukların başını ise büyük kardeşi Andrey çekmektedir. Ivan atlayamayınca onu korkak olarak çağıran ilk kişi de, ertesi gün mahallede yapılan futbol maçına Ivan’ı almayan da Andrey’in kendisidir. İlk beş dakika içinde gerçekleşen bu olaylardan sonra Andrey’e biraz art niyetle yaklaşılsa da filmin ilerleyen sahnelerinde görüyoruz ki Andrey aslında kardeşine son derece bağlı ve onu kollayan bir çocuktur. Daha önce yaptıkları da onu cesaretlendirmekten başka birşey değildir. Andrey hakkında izleyiciyi üzen tek konu ise filmin galasının yapılacağı gün, ilk sahnede Ivan’ı atlaması için teşvik ettiği kuleden atlayarak hayatını kaybetmesidir. Vladimir’in bu kısacık kariyerinden geriye kalanlar ise Gijon Film Festivali’nde elde ettiği ve sahneye çıkıp kaldıramadığı en iyi aktör ödülü ile Dönüş filminden hatırlanacak olan ve yürekleri burkan sıcacık gülümsemesidir.

--- And The Golden Globe Goes To ---


Film hakkında biraz da genel bilgi vermek gerekirse, Dönüş, Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak’ı ile birlikte birçok film festivaline katılan ve almadık ödül bırakmayan bir Zvyagintsev filmi. Bu ödüllerin en başında en iyi yabancı film kategorisinde gelen Altın Küre’yi gösterebiliriz. Her ne kadar filmin adı “Dönüş” olsa da filmi izlerken dönüşten çok bir dönüşüme tanıklık ediyorsunuz. Bu filmde babalarını sadece fotoğraflardan tanıyan iki küçük çocuğun, 12 yıl aradan sonra eve dönen "baba" ile geçen birkaç gününe tanıklık ediyoruz. O çocuklarla birlikte büyüyüp duruyorsunuz bir hafta boyunca. Bir sürü siyah beyaz soru asılı kalıyor aklınızda ama takılmıyorsunuz sorulara. En nihayetinde “hayat gibi bir film bu” diyorsunuz, sorularla dolu. Çünkü film bittiğinde kafanızda cevaplanmadık tonla soru işareti kalır, raylar yerine oturmaz. Şöyle ki; babanın nereden geldiği, ne yapmaya çalıştığı, filmin sonundaki kutunun hikmeti... Bunlar hep kalıp halinde film izlemeye alışmış izleyiciler için geçerlidir. Yönetmen “an”a odaklanmıştır, izleyiciden de onu bekler. Nasıl ki gerçek hayatta yolda gördüğümüz insanı çevirip “sen nereden geldin, nereye gidiyorsun, çantanda ne var” demiyorsak bu film için de izlediğimiz, gördüğümüz yanımıza kâr kalır.
Baştan söylemekte yarar var, klasik Hollywood filmlerini izlemeye alışmış ve bir filmden beklentisini aksiyon yaşamak ya da ünlü aktör ve aktristler görmek ile sınırlayan bir izleyiciyseniz bu film size son derece sıkıcı gelebilir, hatta filmin yarısında izlemekten bile vazgeçebilirsiniz. Öyle ki; filmde müzik namına pek bir şey bulamazsınız, sessizdir; aksiyon da beklemeyin, gayet durağandır; ancak tüm bunlara rağmen oldukça akıcı ve tekrar tekrar seyredilesidir, seyrettirilesidir. 1 saat 45 dakika süren bu muhteşem yapımın her saniyesi bir fotoğraf karesi gibi işlenmiştir. Film boyunca gördüğünüz dağlar aynı dağlardır, gördüğünüz göller ve yağmur da aynıdır ama farklıdır işte. Filmi durdurup durdurup her sahneyi tekrar tekrar incelemek istersiniz. Sonra film biter, akıp giden “cast” ile beraber iki kardeşin yolculuk boyunca çektikleri fotoğrafları fondaki yağmur sesiyle beraber boş gözlerle izleriz. Yağmurun sesi bizi başka diyarlara götürür. Kendimize geldiğimizde fotoğrafları tekrar hatırlarız. Fotoğrafların hiçbirinde baba yoktur.

-------------------------------------------------------------------------------------
İşte filmin fragmanı;

Filmin IMDb linki için; The Return