27 Nisan 2009 Pazartesi

90'lı Yıllar #7

1995 senesinin ikinci yarısına girildiğinde Amerika Birleşik Devletleri'nden iki Türk kardeş geldi Türkiye'ye... Birinin adı İsmail idi, ötekisi ise Ali. Bir müzik grubu kurdular, adını da Cemali koydular. Geldikleri yerin de etkisiyle dönemin Türk pop müziğinin birkaç kademe üstünde müzik yaptılar. Başımızı çevirip baktığımızda, o yıllar içinde ayakta kalmayı başarabilmiş nadir isimlerden biriydi Cemali. Sonra bu topraklarda hüzünlü ve hoş bir tat bırakıp ABD'ye geri döndüler. Belki de iyi yaptılar. O dönemin müzik girdabında yok olup gitmeyi değil, uzun yıllar boyunca insanların aklında yer etmeyi seçtiler. Az ama öz eser verdiler. Hele bir Duymak İstiyorum vardı ki anlatmaya yürek dayanmaz. Pek çoklarının içine yaşanmışlıklarını kattığı, kendilerinden bir şeyler bulduğu, sayesinde göz pınarlarını kuruttuğu bir şarkıydı Duymak İstiyorum. 90'lı yıllardan kalma en baba şarkıların başında gelir, kendisini yıllar sonra bugün, hâlâ, tekrar tekrar dinletir. Bugüne kadar eskimedi, bundan sonra da eskimeyecek...

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 61

"I'm sorry, but I don't want to be an emperor. That's not my business. I don't want to rule or conquer anyone. I should like to help everyone if possible; Jew, Gentile, black man, white. We all want to help one another. Human beings are like that. We want to live by each other's happiness, not by each other's misery. We don't want to hate and despise one another. In this world there is room for everyone, and the good earth is rich and can provide for everyone. The way of life can be free and beautiful, but we have lost the way. Greed has poisoned men's souls, has barricaded the world with hate, has goose-stepped us into misery and bloodshed. We have developed speed, but we have shut ourselves in. Machinery that gives abundance has left us in want. Our knowledge as made us cynical; our cleverness, hard and unkind. We think too much and feel too little. More than machinery, we need humanity. More than cleverness, we need kindness and gentleness. Without these qualities, life will be violent and all will be lost. The airplane and the radio have brought us closer together. The very nature of these inventions cries out for the goodness in men; cries out for universal brotherhood; for the unity of us all. Even now my voice is reaching millions throughout the world, millions of despairing men, women, and little children, victims of a system that makes men torture and imprison innocent people. To those who can hear me, I say, do not despair. The misery that is now upon us is but the passing of greed, the bitterness of men who fear the way of human progress. The hate of men will pass, and dictators die, and the power they took from the people will return to the people. And so long as men die, liberty will never perish. Soldiers! Don't give yourselves to brutes, men who despise you, enslave you; who regiment your lives, tell you what to do, what to think and what to feel! Who drill you, diet you, treat you like cattle, use you as cannon fodder. Don't give yourselves to these unnatural men - machine men with machine minds and machine hearts! You are not machines, you are not cattle, you are men! You have the love of humanity in your hearts! You don't hate! Only the unloved hate; the unloved and the unnatural. Soldiers! Don't fight for slavery! Fight for liberty! In the seventeenth chapter of St. Luke, it is written that the kingdom of God is within man, not one man nor a group of men, but in all men! In you! You, the people, have the power, the power to create machines, the power to create happiness! You, the people, have the power to make this life free and beautiful, to make this life a wonderful adventure. Then in the name of democracy, let us use that power. Let us all unite. Let us fight for a new world, a decent world that will give men a chance to work, that will give youth a future and old age a security. By the promise of these things, brutes have risen to power. But they lie! They do not fulfill that promise. They never will! Dictators free themselves but they enslave the people. Now let us fight to fulfill that promise. Let us fight to free the world! To do away with national barriers! To do away with greed, with hate and intolerance! Let us fight for a world of reason, a world where science and progress will lead to all men's happiness. Soldiers, in the name of democracy, let us all unite! Hannah, can you hear me? Wherever you are, look up Hannah! The clouds are lifting! The sun is breaking through! We are coming out of the darkness into the light! We are coming into a new world; a kindlier world, where men will rise above their hate, their greed, and brutality. Look up, Hannah! The soul of man has been given wings and at last he is beginning to fly. He is flying into the rainbow! Into the light of hope, into the future! The glorious future, that belongs to you, to me and to all of us. Look up, Hannah. Look up!"
(The Great Dictator - Charles Chaplin)

Pazartesi Notları #72

  • Last.fm radyo özelliğini kaldırmış. Kaldırmış derken tam olarak değil aslında. Paralı yapmış! Parasını ödediğiniz takdirde paşa paşa Last.fm radyosunu dinlemeye devam edebileceksiniz. Bu muydu Sosyal Müzik Devrimi denilen şey! Ey Last.fm, sorarım sana, biz seni kapitalizme yenik düş diye mi sevdik? Şimdi ben radyosu olmadan ne yapacağım Last.fm’i?
  • Mine Çağlıyan ismi tanıdık geliyor mu? “Hayır” mı? Öyleyse sizi şu Facebook profiline bi’ alalım. Hâlâ mı tanıyamadınız? Ajlan & Mine desem, yine mi bir faydası olmaz? Eh, olur artık herhalde. Neyse… Ajlan & Mine dağıldıktan sonra, Ajlan’ı trafik kazasına kurban vermiştik. Mine ise piyasadan elini eteğini çekmişti. Aradan geçen yaklaşık 10 senelik dilimin ardından kendisi yeni albümüyle adından bir kez daha söz ettirmek üzere geri döndü. Tutar ya da tutmaz, orası beni ilgilendirmiyor açıkçası. Fakat Mine’yi yeniden görmek sebepsiz mutlu etti beni. Alın bakın, bu da internet sayfası: http://www.mineonline.net/... Hiç değişmemiş bu hatun yahu! Aşk Olsun’dan sonra geldiği noktayı da takdir etmek gerek.
  • Hiç çay bardağında kola içtiniz mi? Böyle en ince belli olanından... Küçükken bu şekilde içerdim ben kolayı da...
  • Peki çayı limonlu içer misiniz? Çok hoş oluyor yahu!
  • Bakın iddia ediyorum... Gün gelecek insanlar Kültür Sepeti'ni Lost'u takip eder gibi takip edecekler. Yani, şöyle diyecekler: "Of ya, biraz biriktireyim de okuyayım şu blogu. Bir solukta okuyup bitince beklemesi çok koyuyor adama..."
  • Şampiyonlar Ligi yine başka bahara kaldı anlaşılan. Europe League'yi bari kaçırmasak...
  • Sizi bilmem ama ben Olacak O Kadar'ı çok özledim.

26 Nisan 2009 Pazar

Eğer

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.

Dayanılması o kadar da zor değildir,
büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

Belirsizliğe yelken açardı iri elâ gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde "Onca ayrılığın birinci dereceden failidir" denmeseydi eğer.

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...

Evet sevgili,
kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!

Can YÜCEL

Public Enemies (Fragman)

Michael Mann'ın yönetmenliğini yaptığı film temmuz ayında gösterime girecek. Johnny Depp, Christian Bale ve Marion Cotillard başrollerde...

Creativity (28)

Flatliners

İnsanoğlunun en büyük arayışı hiç kuşkusuz yaşamdır. Yaşamın kaynağına ulaşmak için çıkılan tüm yollar şu ana dek çıkmaz sokaklarda tıkandı kaldı. Belki o kaynağı bulabilsek, en büyük gizem olan ölümün ardındaki sır perdesini de bir şekilde aralayabileceğiz. Adını duyunca bile tüylerimiz ürperiyor ama öncesini bilemediğimiz gibi sonrasını da bilemiyoruz elbette. Her sonun bir başlangıç olduğuna dair inancımızı koruyoruz fakat tek bir konuda istisnai davranıveriyoruz işte. Kendimize konduramıyoruz ölümü. Korkulan akciğerlerin bir daha dolup boşalmayacak oluşuna değil, bilinmezliğe aslında. Son nefesten sonrası hakkında en ufak bir ipucumuz olsa, belki de durup selam çakacağız yaşamımızın son düzlüğünde. Tarih boyunca filozoflar bir yandan, din adamları öte yandan ahkam kestiler bu konu üzerinde, fakat hiçbir mukabata varamadıkları gibi mantıklı bir tahmin de yürütemediler. Demem o ki, ne felsefe ne de din mantıklı bir açıklama yapabildi. Kesinliği tartışmaya dahi açılmayan tek alana, bilime, söz hakkı vermek neden kimsenin aklına gelmemiştir ki? Belki de pek çok soruda olduğu gibi, ölüm ve sonrası için de başvurulacak kaynak bilim olmalıdır, kim bilir!
Nelson, Rachel, David, Joe ve Randy birer tıp öğrencisidirler, fakat onları meslektaşlarından ayıran bir özellikleri vardır. Kimsenin aklına gelmeyen, aklına gelenlerin ise cesaret sınırını aşamadıkları bir şeyin peşindedir onlar: Ölüm! Meslekleri gereği ölümle burun buruna gelen pek çok hastadan dinledikleri karşısında bir hayli etkilenen beş arkadaş, her gece bir süreliğine birbirlerini öldürmeye karar verirler. Gözden ırak köşelerde, hastane ekipmanlarının da yardımıyla birbirlerinin kalplerini bir süreliğine durdurup, öte dünya hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırlar. Ortaya hayatlarını koyduklarının farkında olmalarına karşın, bu işin büyüsüne kapılmışlardır bir kere. Başlangıçta her şey yolunda giderken, bir süre sonra öte tarafın tadını alıp yeniden geri dönenlerde birtakım gariplikler gözlenmeye başlar. Ne de olsa bu tip filmlerin olmazsa olmazıdır, ters giden şeyler yoluna konmalıdır.
The Lost Boys, Batman Forever, A Time to Kill, Batman & Robin ve Phone Booth gibi birçok kült filme imzasını atan Joel Schumacher'in 1990 yılında çekmiş olduğu ve ülkemizde Çizgi Ötesi adıyla gösterime giren Flatliners'da ölüm ve sonrasının peşine düşen bir grup gencin hikâyesine tanık oluyoruz. Her gece kalplerini birkaç dakikalığına durduran ve tıbbi yöntemlerle hayata geri dönen tıp öğrencilerinin geçmişte işledikleri günahlarıyla olan hesaplaşmaları filmin temasını oluşturuyor.
Kasta şöyle bir göz gezdirdiğimizde birçok ünlü oyuncuyu görüyoruz. Öyle ki bu isimlerin gizli saklı rol aldıkları birkaç filmlerinden biridir Flatliners. Bir kere, her yönetmenin olduğu gibi Schumacher'in de değişmez bir oyuncusu var. Bu isim Kiefer Sutherland. Türk izleyicisi kendisini en çok 24'teki Jack Bauer rolünden tanıyor. Jack Bauer rolüyle sadist kişiliğine alıştımız Sutherland, bu filmde son derece sosyopat bir karaktere bürünmekte. Çekimler sırasında henüz 23 yaşında olduğunun da altını çizelim.
Sutherland'ın dışında en çok dikkat çeken isim Julia Roberts. Daha çok romantik komedilerde görmeye alışık olduğumuz oyuncunun bir bilimkurgu filminde adeta yitip gittiğini görüyoruz.
Görünce saygı duyduğumuz bir diğer isim ise Kevin Bacon, nam-ı diğer Hollow Man. Pek çok filmde boy gösteren Bacon, benim aklıma nedense hep Sleepers ile geliyor. Çocuk yaşta Cine 5'te izleme fırsatı bulduğum bu filmin etkisinden uzun süre çıkamadığımı hatırlıyorum. Apollo 13'ü de es geçmemek lazım elbette ki...
Flatliners bir başyapıt değil elbette, fakat baştan sona bir sonraki sahneyi merak içinde izleten bir film. Özellikle kaliteli oyuncuların boy göstermesi ve işlediği ilginç senaryo ile izlenmeyi sonuna kadar hak eden bir yapım.

21 Nisan 2009 Salı

En İyi Sonlar

Bir süredir aklımda vardı ve işte şimdi hayata geçiyor. En beğendiğim film sonlarından bir demet sunmak istiyorum an itibarı ile. Çok uzun bir liste vardı elimde. Eledim eledim eledim... En sonunda aşağıdaki 20 filmlik listede karar kıldım. Belli bir liste çıkarmak ne denli doğrudur, bunu tartışabiliriz elbette, ancak şimdilik tadını çıkarmak en güzeli sanırım. Öncelikle belirteyim ki herhangi bir otoriteye danışmadığım gibi kimse bana tavsiyede de bulunmadı. En beğendiğim, beni yüreğimden yakalayan, nutkumun tutulmasına sebebiyet veren 20 finali sondan başa doğru sıralayacağım birazdan. Son kez söylüyorum... Bu listede otorite benim!

Önemli not: Bundan sonrasını okumadan önce bir daha düşünün. Bu yazı buradan itibaren filmlerin içeriği ve sonları hakkında önemli ölçüde bilgi verir.

20) Se7en
Çok çok uzun zaman önce izleme fırsatı bulduğum bir filmdi Se7en. Açıkça da belirteyim; o vakitler izlediğimle kaldım bu filmi. Evde rafta durur kendisi, buna rağmen bir türlü yeniden izleme fırsatı bulamadım. Morgan Freeman, Brad Pitt ve Kevin Spacey'in damgalarını vurduğu, kurbanlarını Yedi Ölümcül Günah'a göre seçen bir seri katilin peşinde koşturan biri emekli diğeri aktif iki polisin öyküsüydü Se7en. Her yönüyle "film noir" kokan film, finalinde sırf izleyicilerin ağızlarını açık bırakması sebebiyle bile kült sayılabilir.





19) The Usual Suspects
Kim bilir, söz konusu Olağan Şüpheliler olduğunda benim sadece Keyser Soze demem yeter birilerine. Muhteşem bir kurgu, ne denilebilir ki başka? Se7en'de olduğu gibi yine bir Kevin Spacey harikası. Spacey'e "en iyi yardımcı erkek oyuncu" dalında Oscar'ı getiren filmde, 27 kişinin hayatını kaybettiği bir patlamadan dolayı New York Polis Departmanı'nda gözaltına alınan beş şüphelinin öyküsüne tanık oluruz. Hiçbiri suçlu olmadığı halde nezarettedir. Şüpheliler bunun hesabını polisten sormak için küçük bir intikam planı yaparlar, derken olaylar gelişir.
Filmin sonundaki düğümü başında çözebilmek için sadece Türkçe bilmek yeterli sanırım. Olağan Şüpheliler'i izlemiş olanlar ne demek istediğimi anında anlamış olmalılar.


18) Hababam Sınıfı Uyanıyor
"Bana bak çarıklı sensin! Nasıl gönderirsiniz bu pislikleri o tertemiz insanlara? Onların kaleme, silgiye, deftere ihtiyacı var. Onlara yardım edeceğinize, onlarla dalga geçiyor, küçük görüyorsunuz. Hiçbir işe yaramayan, asalak gibi yaşayan sizlerden nefret ediyorum. Eğer anlayacağınızı bilsem yüzünüze tükürmek isterdim ama siz ondan da anlamazsınız ki..."
En beğendiğim Hababam Sınıfı filmidir Hababam Sınıfı Uyanıyor. Geçtiğimiz günlerde IMDb'nin TOP 250 listesinde kendisine 250'nci sırada yer bulmuştu, listeye girmesiyle çıkması bir oldu ama ne fark eder ki? Mazlum Ahmet'in filmin sonlarına doğru arkadaşlarına koyduğu posta, sonrasında arkadaşlarının el birliğiyle inşa ettikleri okul. Çok güzel be, çoook!


17) A Beautiful Mind
4 Oscarlı bir film A Beautiful Mind. Yıllar boyu matematikten hiç haz etmedim, edemedim. Bugün sorsanız çarpım tablosundan gayrısını bilmem. Çarpım tablosunu da anında söyleyemem. Evet, o denli embesilim. John Nash'in 100'de 1'i kadar bile olamadım.
Akıl Oyunları şizofreniye karşı bir övgü sanki. Yarısına kadar Lynch filmleri havasında ilerleyen, yarıdan sonra havasını bulan bir Ron Howard filmi. 2002 yılında "en iyi film" Oscar'ını kucaklayan yapımın finalinden o denli etkilenmiştim ki film biter bitmez ilk iş olarak John Nash hakkında saatler süren bir araştırma yapmak zorunda kalmıştım. Zorlukların aslında hiçbir şey demek olduğunu şaşırtıcı biçimde yansıtan bir film.



16) Schindler's List
İkinci Dünya Savaşı'nı kolu alan yapımlardan sadece biri Schindler'in Listesi. Ancak öyle yabana atılacak cinsten değil, belki de bu temayı konu alan filmler içerisinde en iyilerden bir tanesi.
Gerçek bir olaydan yola çıkan filmin finalinde izleyiciyi damarlarından yakalayan sahne Oscar Schindler'in daha fazla Yahudi'yi kurtaramayışına yaptığı isyandır.







15) Forrest Gump
Noksanlıkların kimsenin hayata bir adım geride başlamasına sebep olmadığını kanıtıdır Forrest'in hikâyesi. 1994 senesinde Oscar törenlerinde Esaretin Bedeli'ne ödül göstermeyen yapımdır Forrest Gump.
Zihinsel engelli Forrest'in milyonlarca insanın yaşadığından daha güzel bir hayatı nasıl sürdürdüğünü gözler önüne seren film, en iyi film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yönetmen dallarında Oscar heykelciğini kucakladı.
Filmin finalinde Forrest'in Jenny'nin mezarında mektubunu okuduğu sahne hiç kuşkusuz filmin en can alıcı sahnesidir.




14) Les Choristes
1949'da bir gün, Clement Mathieu adındaki bir müzik öğretmeni son derece katı kurallarla yönetilen bir okulda çalışmaya başlar. Okulun öğrencileri son derece haşarı ve söz dinlemez tiplerdir. Karıştıkları her olayın sonrasında okul yönetimince ağır cezalara çarptırılırlar. Mathieu ile birlikte müziğin gelişiyle okulda pek çok şey değişecektir.
Adam olmaz denilenler adam olurken, her zaman kuralları değiştirenlerin sonu kaybetmek olur. Kaybedilirken de aslında kazanılacağının neşeli ve bir o kadar hüzünlü öyküsüdür Les Choristes. Finalinde çocukların kovulan öğretmenleri için yaptıkları kağıttan uçaklar uzun süre geçse de gözlerinizin önünde uçuşmaya devam ederler.


13) The Lion King
Sinemada izlediğim ilk animasyon filmdi Aslan Kral. Aradan 15 sene geçmiş ama sorsanız hâlâ izlemiş olduğum en iyi animasyon olduğunu iddia edebilirim. Uzun zaman da böyle devam edecek gibi görünüyor.
Güzel günlerdi o zamanlar. İstisnasız her hafta sonu babam kardeşim ve beni elimizden tuttuğu gibi sinemaya götürürdü. En büyük tutkularımdan biri olan sinemaya olan aşkımın tohumlarını babamın ektiğini söylemeliyim. O salonların büyüsüne bir defa kaptırdığınızda minik yüreğinizi, bir daha kopmanız gibi bir durum söz konusu olamıyordu.
Yağmurlu gecede Simba'nın babası Mufasa'nın intikamını amcası Scar'dan aldığı gece dün gibi aklımda. Büyüksün Walt Disney, büyüksün baba!


12) Züğürt Ağa
Tam bir köyden indim şehre trajikomedisi Züğürt Ağa. Bu toprakların mahsulü ve bu toprakları en güzel anlatan eserlerden biri. Kadının meta olarak görülmesine, feodal düzene, kapitalizme ve evdeki hesabın asla çarşıya uymayışına dair bir başyapıt Züğürt Ağa.
Şehre gelişinin ardından gün be gün köydeki saltanatını kaybeden ağanın, yarım ağızla "domatis, hayde domatiis" diye haykırması ve finalinde çiğ köfte satıcılığına kadar düşmesi izleyeni güldürdüğü ölçüde düşündürür de.





11) The Shawshank Redemption
IMDb'yi bir kriter olarak alıyorsanız eğer, Esaretin Bedeli sinema tarihinin en iyi filmidir. En iyi film kavramı görecelidir, hatta karar verilmesi dahi zordur. Onu geçelim de, Esaretin Bedeli sahiden çok sağlam filmdir.
Andy Dufresne'nin işlemediği bir suçtan ötürü ömür boyu demir parmaklıklar ardına mahkum edilmesinin öyküsünü anlatır bu film. Tim Robbins ve Morgan Freeman gibi iki üstadı bir araya getiren filmin finalinde hapisten kaçan Andy ile yıllar sonra beraat eden Red'in Pacific sahillerindeki buluşması göz pınarlarını kurutacak cinstendir. Sinema tarihinin en soluk kesici finallerinden birini barındırır The Shawshank Redemption.




10) Solino
Erkek kardeşler arasındaki bağlar gün gelir kopar ve kardeşler bir anda birbirlerinin en azılı düşmanı oluverirler. Zengin olma umuduyla İtalya'dan Almanya'ya uzanan bir yolculuk... Açıldıktan kısa süre sonra herkesin favorisi konumuna gelen bir Pizza restoranı... Aynı kıza aşık olan iki kardeş... Anneler, babalar ve kardeşler üzerine yazılan bu sıcak hikâyenin dümenindeki isim Fatih Akın olunca, çok da şaşırmamak gerek hani. Ne de olsa bu adam güzel finaller konusunda bir hayli kıdemli. Yaşamın Kıyısında'yı hatırlatmak isterim. Başka hangi filmin sonunda oturup kastın bitmesini izlediniz ki? Belki Léon The Professional... Peki başka?
Finali ile hiçbir şeyin aileden önemli olamayacağını aktaran bir Akdeniz hikâyesi. Belki de Fatih Akın'ın bu işte bu denli başarılı olmasının sebebi İtalyan ve Türk milletinin yaşam tarzlarının birbirine son derece benziyor oluşudur.


9) The Truman Show
Rutin hayata karşı bir başkaldırıydı Truman'ınki. Her günün birbirinin aynısı olması yüzünden yeni bir arayıştı başka bir deyişle.
Sürpriz finali ile izleyen herkesi hayretler içerisinde bırakan bir film The Truman Show. Ayrıntılarında çok şey barındıran bir Biri Bizi Gözetliyor taşlaması. Özgürlüğe açılan kapının anlamına anlam katan bir yapıt. Hâlâ izlemeyen varsa, kendilerini kınıyorum buradan.






8) Edward Scissorhands
Issız bir tepede konuşlanmış, kimselerin gidemediği, kendine has bir gizem barındıran malikanelerin konu alındığı yapıtları ben çok severim. Hepsinden haz almam, bulduğum zaman kaçırmam. Tim Burton'un Makas Eller'inde karşımıza çıkan ise bunun modern zamanlara uyarlanmış hâli. Toplumun kendi içinden olmayanları nasıl dışladığının masalsı öyküsüdür bu. Ha, bir de karın nasıl yağdığının...
Şahsen ne zaman karın yağışına tanıklık etsem, pencereden dışarı bakan gözlerim yakınlarda bir tepe arar, tepenin başında da küçük bir malikane. Fonda ise Ice Dance çalar, tüylerim ürperir. Hüzün abidesi Edward'ım benim!




7) The Others
İspanyol gerilim filmleri ustası Alejandro Amenabar'ın en bilinen ve belki de en başarılı işidir Diğerleri. Gün ışığına çıkamayan iki çocuğu ile birlikte yeni bir eve taşınan Grace, kocasının İkinci Dünya Savaşı'ndan dönmesini dört gözle beklemektedir. Taşındıkları yeni evdeki hizmetçileri lanetli olduğu gerekçesiyle evi terk ederler. Bir süre sonra eve üç yeni hizmetçi alınır ve garip olaylar bundan sonra başlar. Filmin etkisinden uzun süre kurtulunamayacak finalinde Amenabar her zaman yaptığını yapar ve izleyiciyi ters köşeye yatırır. Herkes evdeki garip olayların kaynağını başka yerde ararken, Amenabar aslında bunun filmin başından beri gözümüzün önünde olduğunu tokat gibi yüzümüze çarpar.



6) Big Fish
Tanrı belki de babaları masal anlatmaları için yaratmıştır. Sırf bu meziyetleri ile bile çok işe yarar babalar :) Onlardan biri Big Fish'de... Babanız size masal anlatır, siz o masallarda babanızı görürsünüz. Hayalgücü o denli geniştir ki artık siz de kendinizi inandırmaya başlarsınız anlatılanların gerçek olamayacağına. Bu küçük yüreğinizin görüp görebileceği en yüce düş kırıklığıdır.
Baba-oğul ilişkilerine Tim Burton tarzı bir yaklaşım Big Fish. Erken bir kanıya varmadan önce karşılıksız inanmak gerektiği filmin finalinde apaçık vurgulanır. Gün gelir babanız gider, ancak anıları, size anlattıkları, bıraktıkları asla sizi terk etmez.




5) Mar Adentro
Hiç şüphe yok ki insanın en doğal, en kutsal hakkıdır yaşamak. Öyle midir gerçekten? Kimisi için bunun sözlükteki karşılığı ölümdür. Üstelik sırf kendileri böyle istedikleri için. Ötenazi gibi bir gerçek var hayatta. Uygulanır uygulanmaz, izin verilir ya da verilmez, orası ayrı. Allah muhafaza, ölmeyi arzularsınız tüm kalbinizle. Yaşarken tatmışsınızdır ölümü. Boynunuzdan aşağısını hissedememek, kafanızı çevirip 2 metre ötenizdeki pencereden dünyaya bakamamak hissini ancak yaşayan bilir, Allah yaşatmasın.
İçimdeki Deniz'de Javier Bardem'in insanüstü performansıydı bizi yıkan, yerle yeksan eden. Yine bir Amenabar filmindeyiz üstelik. Geçirdiği bir kazanın ardından yatağa mahkum olan, boynundan aşağısını kullanamayan Ramon Sampedro'nun ötenazi mücadelesinin içine çekiliriz soluksuz. Bazen yasal yollar işe yaramaz ve aile mahkemesi verir en yüce kararı.
Finalde amcasını ölüme götüren kamyonetin ardından dakikalarca koşan yeğen için mendiller hazır tutulmalıdır.

4) The Sixth Sense
En büyük talihsizliğimdir bu film. Neden mi? Filmin sonunda Bruce Willis'in canlandırdığı Dr. Malcolm Crowe karakterinin aslında ölü olduğunu filmi izlemeden önce birileri kulağıma fısıldamıştı da o yüzden.
Yakın bir zamanda Avatar: The Last Airbender'i beyaz perdeye uyarlayacak olan M. Night Shyamalan'ın en iyi eseridir Altıncı His.







3) Paris, Texas
Karısı tarafından terk edildikten sonra kendisini yollara atan, geçmişini ardında bırakan, kendine bile yabancılaşan bir karakterin, Travis Henderson'un öyküsüdür bu. Harika bir yol hikâyesi sunar bize yönetmen Wim Wenders. Paris, Texas hayatın kendisinden bir kesit, her köşe başında yaşanması mümkün olan bir öyküdür.
Yıllar sonra bulduğu oğlu ile yollara düşen, karısının izinde takip eden Travis'i canlandıran Harry Dean Stanton'un filmin finaline damgasını vurduğunu görürüz. Filmin bayan yıldızı Nastassja Kinski ile Stanton'un 9 dakikaya varan ve kesintisiz çekilen finalinde geçmiş ile yapılan hesaplaşmalar izleyenin nutkunu tutturacak cinstendir.



2) Oldboy
Sinema tarihinde böyle bir intikam şekli var mıdır acaba? Gerçek hayatta iki düşman birbirine yapmaz yahu! Aşk, entrika, intikam her şey var bu filmde ama final gerçek anlamda şok edici, mide bulandırıcı, kan dondurucu. İnsan düşmanını yıllar sonra kızı ile tanıştırıp evlendirir mi, ilişkiye sokar mı yahu?








1) La Vita é Bella
Muhteşem bir film tek kelimeyle. Yıllarca TRT ekranlarında gösterildi, hiçbirinde kaçırmadım.
1930'lu yılların sonunda, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman kuvvetleri İtalya'ya girdiğinde Guido, eşi ve küçük oğlu ile birlikte Toplama Kampları'na gönderilir. Guido oğlunu savaşın acımasızlığından uzak tutmak için kendince bir oyuna başlar. Büyük bir yarışmanın içinde olduklarından ve en fazla puanı topladıkları takdirde kocaman bir tank kazanacaklarından bahseder oğluna. Filmin sonunda Guido'nun ölüme giderken bile bunu oğluna yansıtmama çabası burun direklerini sızlatır.
"En iyi yabancı film" dalında Oscar kazanan film, ayrıca Guido rolüyle usta oyuncu Roberto Benigni'ye de "en iyi erkek oyuncu" dalında aynı ödülü kazandırmıştır.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #71

  • “Hayatını örtü düşmanlığına adadı… Ömrünün son döneminde başörtü takmaya mecbur kaldı… Allah’ım sen her şeye kadirsin!..” Bu sözler Vakit gazetesinin internet sitesine bir okuyucu tarafından yapıldı. Sözlerin hedefindeki isim ise Türkan Saylan. Vakit gazetesi ne yaptı? Bu yorumu gazeteye taşıdı, insanlıktan bir türlü nasiplenemediğini kanıtladı. Cennete gidecek olan bu zihniyetse, ben gitmeyeyim arkadaş.
  • Lost’un son iki bölümünü izlemedim. Biriktiriyorum. Son 4 bölüm de yayınlansın, ondan sonra altı bölüm peş peşe götüreceğim. Çok bi’ güzel olacak sanki.
  • Açık olalım şimdi, M.I.A.'nın Paper Planes'i Slumdog Millionaire'ye çok yakışmamış mıydı? İnsanlara bunu anlatamıyorum.
  • Beni zorla Fast & Furious'a götüren arkadaşımı kınıyorum ve ona laflar hazırladığımı buradan duyurmak istiyorum.
  • Ev arkadaşımın "Var mısın Yok musun"a yapmış olduğu başvuru kabul gördü. Evet, kendisi ilk mülakatına gitti ve görüşme gayet olumlu geçti. Yakında kendisini yarışmada tezahürat yaparken, büyük hissederken, tünel oluştururken görürseniz o sırada stüdyoyu dikkatle tarasın gözleriniz, bakarsınız beni bile görebilirsiniz. Keh keh...
  • Neden taksiciler kendilerini şehrin ve yolların efendisi gibi görürler? Neden diğer araçlara el kol hareketi yaparlar, ağızlarını bozarlar? Analiz yapabilecek olan!
  • Okuyucularım en sevdikleri çikolatayı söylese hiç de fena olmaz sanırım.
  • Oh oh, alâ... Başbakanlığa 60 milyon dolar değerinde bir uçak alınmış. Ulan ne de konforludur şimdi o be. Ülkemiz başbakanının böyle bir güzelliğe ihtiyacı vardı. Adam o kadar çalışıyor ama, değil mi! İtirazı olan?
  • Bu Galatasaray bizimle dalga mı geçiyor?
  • Bu Fenerbahçe aldığı yenilgilerin birazını da önümüzdeki sezona saklasaydı...
  • Kardeşimiz Azerbaycan'ı kaybediyoruz. Hükümsüzdür! Hüküm Ali Babacan'dadır!
  • "Ah bir joker, bu ele ne zaman vereceksin..."

19 Nisan 2009 Pazar

The Straight Story

Öyle anlar vardır ki gözünüz hiçbir zorluğu görmez. Halinize bile bakmaksızın atarsınız kendinizi ucu bucağı görünmeyen yolların kollarına... Bir amacınız vardır, belki de aceleniz ama bırakmışsanız kendinizi vardır illa ki bir haklı yanınız. Geride bırakılmış ayrılıklara, dargınlıklara, ölümlere, yok oluşlara isyanınızdır bu. Belki de kendi varoluşunuza, hayatın sizi bir türlü uzak diyarlara süpüremeyişine ayaklanmışsınızdır, kim bilir! Velhasıl zaman alabildiğine hızlı akar, 10 sene 10 dakikada geçer gider... Siz ise vaktiyle eksik bıraktığınıza inandığınız birtakım şeyleri geç de olsa rayına oturtmak için yollardasınızdır. Halinize bakmadan, şarkıda da geçtiği gibi, yolları memleket eylemektesinizdir.
Yol hikâyelerine bayılmayan var mıdır şu yeryüzünde? Sanmıyorum. Şayet varsa, eh, ben de onlardan haz etmiyorum. Nerede olursa olsun, ister bir kitapta ister bir filmde - hele ki bir de bilfiil yaşıyorsanız - yol öyküleri kaçırılmaz. Pek çoğumuz farkında olmasak da yollar çok şey anlatır insana, çok şey öğretir. Bu yüzdendir çok gezenin her daim daha fazla biliyor oluşu. Evet, bazen balçığa bulanabilir ayaklarınız ancak bu bile çok şey öğretmez mi insana? Tabanlarınızın arşınladığı her metrenin ayrı bir öyküsü vardır ve yitip gitmek en çok böyle zamanlara yakışır. Tutunacak bir şeyiniz varsa üstelik, sol tarafınızda uzanan ve ilerledikçe kara bulutlara daha da yaklaşacağınızı bildiğiniz patikayı tercih etseniz de olur. Son noktaya ulaştığınızda amacınız daha fazla değer kazansın diye...
1999 yapımı The Straight Story'de yaşanmış bir yol hikâyesini izleme fırsatı buluyoruz. Alvin Straight'in 1994 yılında yapmış olduğu oldukça zorlu ve bir o kadar duygusal yolculuğunu ele alıyor. Bu ilginç mi ilginç hikâyeyi biraz daha derinden ele alalım... Alvin Straight 73 yaşındadır, sigara içmekten dolayı ciğerleriyle başı derttedir. Fakat canını asıl sıkan ayaklarıdır; bastonsuz hareket etmesi epey zorlaşmıştır. Öte yandan Alvin, hasta kızı Rose ile birlikte Iowa'da ikamet etmektedir. Bir gece acı acı çalan telefon kendisinden 750 kilometre ötede bulunan ve 10 senedir görüşmediği kardeşi Lyle'nin kalp krizi geçirdiğini ve hastaneye kaldırıldığını haber vermektedir. Artık ayağa bile güç bela kalkan hayatının sonbaharındaki Alvin için yollara düşmenin zamanı gelmiştir, tıpkı eski günlerde yaptığı gibi... Fakat bir sorun vardır. Alvin koltuk değnekleri olmadan epey zor hareket edebilmektedir, ayrıca araç ehliyeti de yoktur. Tam da bu sırada imdadına bahçede bulunan çim biçme makinası yetişir. Alvin kararını vermiştir, bu yolculuğun pahası ne olursa olsun göze almıştır... Arkasına dev bir römork iliştirilen küçücük bir çim biçme makinası ve önünde 750 kilometrelik bir yol... Alvin en az kendisi kadar yavaş ve yaşlı aracıyla, kardeşini belki de son kez görebilmesine ve aralarının düzelmesine olanak tanıyacak yollara bırakır bedenini. Önünde kilometreler, köyler, tarlalar, kara bulutlar ve yıldızlı geceler uzanırken onun aklını meşgul eden yegâne şey kardeşi için geç kalmamış olmaktır.
The Straight Story'nin gerçek bir öykü olduğundan bahsetmiştim. Bu hikâyeyi dinledikten sonra bir hayli etkilenen ve beyaz perdeye layık gören isim ise ünlü yönetmen David Lynch. Öyle ki ödüllü yönetmen sırf bu film için alışıldık tarzından ödün vermeye bile razı olmuş. David Lynch sinemasının özünde yatan en büyük albeni karışıklıktır. Bunun en büyük izlerini Lost Highway ve Mulholland Drive'de görmek mümkün. Lynch sinemasında öyküye kendinizi kaptırırsınız, her an sürprizlere açık olmanız gerekir, ve finalde aklınızda kalan kocaman bir soru işareti olur. İşte David Lynch'in birçokları üzerinde hayranlık uyandıran özelliği budur. Evet, bunun biraz acımasızca olduğu belki kabul edilebilir. Fakat klasikten uzaklaşmak her daim iyidir. O yüzdendir ki The Straight Story kolay anlaşılabilirliği ve pazar öğleden sonrası filmleri tadında olması dolayısıyla David Lynch'in bilindik tarzından bir hayli uzak olsa da, bu durum ne Lynch'in yıldızlarını söndürüyor ne de bu müthiş filme gölge düşürüyor. Esasında The Elephant Man'da başvurduğu yöntem de yine bizi bu filme yönlendiriyor. Diyor ki; "İlk defa yapmıyorum bunu"...
Filmde Alvin Straight karakterine hayat veren ve bu performansıyla ödüllere ambargo koyan Richard Farnsworth'un ayrı bir övgüyü hak ettiğini söylemezsek olmaz. Film çekildiğinde 79 yaşında olan Farnsworth böylesine zorlu bir performansın altından şaşırtıcı bir gerçeklikle kalkmış. Her dakika değişen duygu seline rağmen ustalıkla ifade değiştiren oyuncunun filmin çekimlerinden kısa bir süre sonra intihar etmiş oluşu kendisi hakkında değinebileceğim tek olumsuz nokta.
Filmin oyuncuları arasında kısa bir süreliğine de olsa Harry Dean Stanton'u görüyoruz. Paris, Texas'ın da bir yol öyküsü olmasını göz önünde bulundurarak hemen o filmin önünde de belimize kadar eğiliyoruz.
The Straight Story'den bahsederken filmin o müthiş müziklerine ayrı bir parantez açmadan olmaz. David Lynch filmlerinin vazgeçilmez kompozörü Angelo Badalamenti, filmin atmosferine, inişlerine ve çıkışlarına değdirmiş bestelerini ve ortaya filmle harika bütünlük sağlayan bir müzik demeti çıkmış. Öyle ki insanın içinin huzurla dolması işten değil.
Mutlaka seyredilmesi gereken bir sinema mucizesi Alvin Straight'in öyküsü. Sinemanın büyüleyici yanını bir kez daha gözler önüne seren bir film The Straight Story. Muhteşem finali ile insanın gözlerini yaşartan, kendisi gibi sessizliğe boğan; traktörler, çim biçme makinaları, huzur dolu kasabalar, tarlalar, yıldızlar, yağmur, umut ve kardeşlik üzerine harikulade bir güzelleme...

16 Nisan 2009 Perşembe

Dinlenmesi Gerekenler (46) - Love Is Here




If you could see the lover in me?
and we could join our hands together.
If you could see how good it could be,
we'll sing these stupid songs forever.
Can you feel it,
love is here.
It has never been so clear,
you can't love what you have not,
so hold on to what you've got.

Is trudy really smiling for me?
I'll change my name in case she found me,
trembling i can't believe,
I've got to leave that girl behind me.
Can you feel it,
love is here.
It has never been so clear,
you can't love what you have not,
so hold on to what you've got.
Can you feel it,
love is here.
It has never been so clear,
you can't love what you have not,
so hold on to what you've got.

If you could see the aching in me,
I'd change my name in case you lost me,
trembling down to my knees,
I've got to leave the world behind me.
Can you feel it,
love is here.
It has never been so clear,
you can't love what you have not,
so hold on to what you've got.

Starsailor

Modern Times

1936 yılına gelinmiş... Sinema da pek çok sektör gibi modernleşme sürecinde. Öyle ki kendi içinde bir devrim bile yapmış, 1930'lu yılların başında izleyici senkronize sesli filmlerle tanışmıştı. Ancak her devrimin önünde bir de karşı devrimciler vardır. Sesli sinemanın karşısında yer alan isimlerden biri de tüm zamanların en büyük isimlerinden biri; Charles Chaplin. Sinemada 8mm deyince akla ilk gelen isim o. Yıllar boyunca sessiz sinemasının önemini, daha doğrusu sesli sinemanın önemsizliğini vurgulayan Chaplin, sesli sinemanın başlama vuruşundan tam 9 sene sonra Modern Times ile ilk kez bir sesli filmin altına imza attı. Bunu da modaya ayak uydurmak amacıyla değil, sinemada sesin ve konuşmanın pek de öneminin olmadığını anlatmak için yaptı.
Modern Times harika bir Charles Chaplin güzellemesi olduğu kadar Amerikan Rüyası, makineleşme, işsizlik ve kapitalizme dair tarifi kelimelerle mümkün olmayan bir hiciv denemesi.
Şarlo'yu bu macerasında makine çarkları arasında hem madden hem manen hem de mecazen sıkışırken görüyoruz. İnsanların yerini yavaş yavaş makinelerin aldığı bir toplumda sadece bir umuda tutunarak hayatta kalma çabasını bir film şeridine sığdırılmış halde buluyoruz.
Kahramanımız bir fabrika işçisidir. Sabahtan akşama kadar kıç büyüten büyük patronun gözlerinin önünde makinelerin yardımcısı olarak çalışmakta, dişlileri sıkmakta, bedeni otomatiğe bağlamaktadır. Fabrikada karıştığı olaylar silsilesi yüzünden işten kovulur, hiçbir şeyden haberi yokken bir grevin örgütleyicisi addedilir ve kodesi boylar. Hatta bir ara kahraman olup, ödül olarak salıverilecektir bile. Kendi canı ve midesine yetemezken hırsız bir kızla yolları kesişir. Kızı kurtarır ve esas oğlan oluverir. Gece bekçiliği, tersane işçiliği derken hiçbirinde tutunamaz, hayallerinden başka... Ve o güzel finalde "Hayat güzel, dalgana bak" mesajını alırız.
Modern Times, Charles Chaplin'in başrolünü, yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği 1936 yapımı bir sinema şöleni. Chaplin ki kendisi benim hayatım boyunca görüp görebileceğim en büyük komedyen ve hiciv ustasıdır. Kemal Sunal ve Şener Şen beni affetsin. Zira Kemal Sunal'ın pek çok filmi Şarlo hikâyelerinin bire bir sinemamıza uyarlanmış halidir.
Bu harika filmde Chaplin'in yanında boy gösteren bir diğer yetenek 1936 yılında aktörün eşi olan Paulette Goddard'dır.
Endüstriyel düzenin tiye alındığı Modern Zamanlar'da, Chaplin kendi sesini de ilk kez filmin sonunda seyirciye dinletmiştir. Sinemada sesin anlamsızlığına gönderme olan bu efsane sahnenin dışında filmin başından sonuna dek makinaların tıkırtıları, televizyon cızırtıları, koşuşturan ayakların patırtıları ve niceleri Charles Chaplin'in önünde eğilmiştir. Bahsini ettiğim son sahnede Şarlo çalışmak için kapağı atabildiği son yerde buluruz kendimizi: Bir restoranda. Şarlo'nun yapması gereken sadece sahneye çıkıp şarkısını söylemektir. Sözleri de unutmamak için gömleğinin koluna yazmıştır. Ancak o da ne, yazıları anında kaybetmiştir. Şarlo'nun hinliğini konuşturma vakti gelmiştir. Önce sözleri aranır durur, sonra seyircilerin mırıldanmaları başlar. Evet, işte kilit nokta da tam olarak burasıdır zaten. İzleyicilerin metafor olduğunu düşünürsek yanılmayız sanırım. Söze önem veren bu topluluğu, Şarlo'nun sözleri hiçbir anlam ifade etmeyen bir şarkıyla susturuşuna tanıklık ederiz.
Söz konusu sahne aşağıda. Filmi henüz görmemiş olanlar da izleyebilir sanırım, pek de "spoiler" sayılmaz neticede.

90'lı Yıllar #6

Sezen Aksu'nun kendisi zaten ayrı bir nimet iken Türk pop müziğine yapmış olduğu hizmetleri sadece besteler ve güfteler ile sınırlandırmak yanlış olur. Aksu'nun popüler müziğimize kazandırdığı pek çok isim var ki bunlardan biri de 1996 yılında kendi ismini taşıyan albümüyle bir anda patlayan ve birçoklarını kendisine hayran bırakan Rengin'di. Unutmak mümkün değil gerçekten. Yığınla yeteneksizin doldurduğu piyasada yeteneği ile ayakta kalmaya çalışan bir isimdi kendisi. Fakat aynı nakarat çaldı, sanatçı adayları eteklerini piyasadan çekerken, daha sonra medya maymunu olacak isimler bir bir yükseldi başarı merdiveninde.
Rengin tek bir albüm yapmıştı. Özellikle az sonra izleyeceğiniz ilk klibine vesile olan şarkısı Aldatıldık ve Dikey Limit tadında bir klibe sahip olan romantizm seviyesi yüksek Yalnız Gece adlı parçalarını akıldan silebilmek kolay değil. Rengin Sekban'dı, Tolga Öngören ile evlendikten sonra Rengin Öngören oldu. Fakat bizim için hâlâ Rengin olduktan sonra, bunun pek de bir önemi yok açıkçası. Üzülüyor insan... Böylesine yetenekli bir ismin müzik hayatının kısa olmasına isyan edeceğim utanmasam.
Bu köşedeki eserleri sürekli tiye alacak değiliz ya. Biraz da asfaltı ağlatanların hakkını verelim istiyorum. Rengin için söylenebilecek fazla bir şey yok. Gözleri güzel, kendi güzel, sesi güzel, şarkı güzel, klip bile güzel...

15 Nisan 2009 Çarşamba

Farkında Olmadan Hem de...

Konuk Yazar bölümü geç de olsa meyvelerini toplamaya başladı. Bir fincan kahveden çıkan 40 yıllık bir hatır hesabıdır bu belki, bilinmez. Birisi uzak diyarlarda nefes alıp verirken habersiz, bir başkası iç sesini üflüyor onun kulağına sessizce... Sıradaki parça Taylan Eren'den geliyor İzmirli bir güzel için... Şarkısının adı "Farkında Olmadan Hem de"...

-------------------------------------------------------------------------------------

"İçmişsin iki kadeh rakını, bir paket sigarayı ciğerlerine değil ruhuna çekmişsin sanki. Bekliyorsun hem de çok büyük umutla, ilerleyen bilimsel gelişmeler artık seni soğuk sokaklarda değil, sabahtan beri kendini hapsettiğin öğrenci evinin küçük odalarından birinde, altında ayaklarını ısıtmak için cızır cızır çalıştırdığın sobayla kavga halinde bulunan beyaz masa başında bekletiyor.
Oysa böyle miydi tam beş yıl önce, ilk mesajı atmıştım, sakallarım yeni siyaha boyanırken yine elimizde sigara vardı yine aramızda mesafeler vardı. Cevap bekliyordum sessiz sedasız.(!)
O kadar iyi hatırlıyorum ki mesajın geldiği an’ı ne yazdığını unutmuşum hanımefendinin. Sadece aramızda mesafeler vardı ve dediği gibi zordu. Her şey zordu.
Bekledim, bir yıl geçtiğinde aynı şehirde solumaya başladık havayı, sigaraya teslim olan ciğerlerim sıcak havanın baskısıyla alabildiği kadar alıyordu nefesini. Binaları aşıyor, trafikte takılmıyor, penceresi bile kapalı olsa girip alıyordu işte o nefesi...
Ruhsal yönden birlikte geçirdiğimiz bir yıl sonunda, fiziksel birlikteliği de savaşarak sağladım. Olmuştu işte, elini tutup sokaklarda dolaşamıyorduk belki akraba teröründen ama ufak kendi halinde pastanelerde tüm günümüzü içiyorduk büyük bir keyifle. Her kendini Türk hissedenin hayatında yer edinen o şehir karşıma çıkıverdi birden. Yine mesafeler girdi aramıza, kahvemizi ağız tadıyla içemeden falımıza baktı, ayrılık görüyordu büyük İstanbul kahini.
Öyle de oldu, ayrıldık işte, yürütemedik hiçbir şeyi. Hanımefendi İstanbul’a gelmediğini zannetse de hukuk fakültesinin çoğu zaman soğuk, bazı bazı sıcak amfilerinde benimle derse girdi, kimi zaman Boğaz'da vapurla dolaştı… Ada sahillerinde az mı bira içti. O benimleydi bünye bunu yeni yeni anlıyor, iteleyip uzaklaştırmaya çalıştığınız bütün duygular sizi yeniden buluyor işte.
Düşünceler duygularınızı, duygularınız tutumlarınızı, tutumlarınız davranışlarınızı belirliyor. Hem de büyük bir ses ile birlikte. Baktığın her köşe başında onu görüyorsun, alışverişte onun sevebileceği şeyleri almaya hep özen gösteriyorsun farkında olmadan. Araya giren her yabancı sıfatta onu aldatmamaya çalışıyor onu düşlüyorsun ama sen bilmiyorsun. Düşünceler, duygular ile tutumlar arasına giriveriyor gerçekler, davranış yine yolunu buluyor, seni istiyor işte, sadece seni. Sessiz sedasız(!) önüne bakıyor, hayatına onunla devam ediyorsun farkında olmadan hem de… Düşünüyorsun, "Belki" diyorsun; "Belki koluna en yakışan takı benim elimdir." "Belki sen belki ben" diyorsun. Susup cevabını bekliyorsun işte. Yine bekleyiş yine isyan yine intifada sensizliğe karşı başlatılan savaşta.

Yaşasın seni kazanabilmek için verdiğim onurlu mücadeleye!"

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 60

"My name is Tatiana. My father died in the mines in my village, so he was already buried when he died. We were all buried there. Buried under the soil of Russia. That is why I left, to find a better life." (Eastern Promises - Tatiana Maslany)

Ah Keşkem Vah Keşkem

Sevgili Sinem birkaç gün önce blogunda bana pasını atmış, ben ise ancak fırsat bulabiliyorum bu pası almak için. Üstelik kendisi beni cevaplanmayı bekleyen bir mim ile görevlendirmişken, farkında olmadan garip bir olayın yaşanmasına da neden oldu. Neydi bu olay? Aklı biraz kıt olan bendeniz, mimin konusunu tam olarak kavrayamamış, çareyi Sinem'e e-posta atmakta bulmuştu. Çünkü bildiğim kadarıyla bir mim paslanmışsa, pası alan kişi aynı mimi yanıtlar. Üzerinde herhangi bir değişiklik yapmadan yani... Hoş, Sinem oyunu kendi kurallarına göre oynayıp, daha zevkli bir hale getirmek istemiş olabilirdi, iyi de ederdi. Her neyse... Peki ben ne yaptım, kendisine attım sandığım e-postayı hiç alakasız başka birine gönderdim. Üstelik o kişi de Sinem çıkmasın mı! Kim olduğu hâlâ gizemini koruyan şahıstan ağzımın payını bir güzel aldıktan sonra olaya döndüm. Meğer yanılmamışım, bana paslanan mimde birtakım oynamalar yapılmış ve kanımca tadından yenmeyececek bir hâl almış. Peki görevim nedir? Şudur; içinde olmak istediğim, bana "Bu gerçek olmalıydı" dedirten hikâye/dizi/filmlerden bir TOP 5 oluşturmak. Ben de aklıma ilk gelen beş taneyi sıraladım. Madem öyle, buyurun sizi şöyle alalım...

5) 24
Geriye sayıma başlıyoruz. En bi' süper dizi 24 listemin beşinci sırasında kendisine yer buluyor. Bana göre dizi aleminin kralıdır 24. Üstüne de çekilmemiştir. Buna Lost dahil, Prison Break dahil, Oz dahil. Belki bu açıklamadan sonra namlularun hedefi konumuna düşeceğim ama ben öğrendim Jack Bauer abiden korkusuzluğun ne demek olduğunu. Hepiniz birleşseniz vız gelir bana yahu! Hem madem ki "Keşke"lerimden bahsediyoruz, o halde Jack Bauer benim kayınbabam olsun. Kim Bauer de benim zevcem olsun. Ondan sonra ver elini Los Angeles. Ah ah...





4) Edward Scissorhands
Tim Burton kral adamdır. Bu adam halay çekse izlerim, şınav çekse izlerim, hatta kredi kartından nakit avans çekse onu dahi izlerim. Ve bana sorsanız ki "En beğendiğin Burton eseri nedir?" diye, hiç düşünmeden "Edward Scissorhands" derim. Küçükken bazı yerlere karın neden yağmadığını düşünür dururdum. Herhangi bir coğrafya kitabı suallerime cevap olamıyordu ne yazık ki? Nereden bilebilirdim zavallı Edward'ın kolunun her yere ulaşamadığını...






3) Back to the Future
Herkesin hayali değil midir, samimi olalım şimdi! Hangimiz zamanda yolculuk etmenin hayalini kurmadık ki? Back to the Future hepimize bu ütopyadan bir tutam tattırmadı mı? Ancak tadı damağımda çok fena kaldı, bunu itiraf etmeliyim. Zira üzerinde çalışmalarım devam ediyor, bu "Keşke"yi yakın bir zamanda gerçeğe çevireceğim. Tüm dünya beni konuşacak. Evet evet, hepiniz göreceksiniz! Uzay zaman kavramını yerle bir etmezsem beni de neler yapmasınlar!








2) Jumanji
Dün gibi aklımda. Annem ve teyzem yerinde duramayan 4 gencin evin altını üstüne getirmesine daha fazla dayanamamış ve çareyi bu yorulmak nedir bilmez veletleri sinemaya götürmekte bulmuştu. Antalya'da Kaleiçi'de tarihi bir sinema vardır. Bilen bilir Oscar Sineması'nı... Şimdilerde tarih oldu, ne yazık! Bir kardeş ve iki kuzen ile iki saat boyunca kilitlendiğim o beyaz perdeye sanki şu an bakıyorum. Robin Williams'ın altına iyi ki de imzasını attığı Jumanji'ydi izlediğimiz. Bir insan kaç tane hikaye için "Gerçek olmalıydı" diyebilir ki! Sayısını bilmek zor ama listenin içinde Jumanji'nin kafaya oynadığını görmek zor değil. Yıllar yılı hayalini kurdum... Keşke biri Jumanji'yi piyasaya sürseydi, keşke Jumanji tanrının bir mucizesi olarak iniverseydi yeryüzüne... Gergedanları, sel baskınını, maymunları, avcısını, yarasasını düşünmeden sallardım zarları vallahi de billahi de... Ölmeden önce yapılması gereken bilmemkaç şeye eklenmesi gerekir bu oyunun. Ah ulan, masal kahramanı olmalıymışım ben! Yerim bu dünya değil benim.

1) The Lord of the Rings
"Yol hiç bitmez, uzar gider
Başladığı kapıdan
Az gittik uz gittik ama
Gücüm yettikçe yola devam
Bacaklarım yorulsa da
Yürürüm varana dek anayola
Yollarla işler birleşir orada
Bilmem yolculuk sonra ne yana"


İnsan bir zamanlar yaşanmış olduğuna tüm kalbiyle inandığı bir öykü için "Keşke" der mi? En önemli "keşke"m gerçek olmasını istediğim bir öykü için değil, gerçek olduğunu bildiğim ama içinde bulunamadığım için son derece hayıflandığım bir öykü için. Ne olurdu yıllar yıllar önce gelseydim bu dünyaya? Elfler Valinor'a göç etmeden önce mesela...

14 Nisan 2009 Salı

Devrim

Temiz kalan tek yerdir devrim
Bütün bir yıl
kirlenen duvarda
ama görebilmek için
asıldığı çividen indirilmelidir
yaprakları biten takvim

Zorbalara direnmektir devrim
Bir çocuğun
annesinin çantasından aldığı paraları
altına gizlediğini
söylememiştir dövülen hiçbir halı

İçinde yaşamaktır devrim
dikiş kutusunun
ve topluiğneler gibi
bir arada olmayı gerektirir
karşı koyabilmek için zulmüne
makas denen patronun

Gece ışıklar arasında koşmaktır devrim
Ateş böceklerini
yakalamak isteyen çocukların
peşine takılır gün gelir
yanıp sönen mavi ışıkları
polis arabalarının

Kağıt bir gemidir devrim
Bütün gemiler
hurdaya çıksa da sonunda
taşıdığı özgürlük şiiriyle
batmadan yüzer nicedir
dünya sularında

Kim bilir kaç yunus görmüş,
kaç deniz gezmiş...

Sunay AKIN

13 Nisan 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #70

  • Bu hafta geç kaldım biraz, farkındayım. Hatta bir önceki girdide Sinem dürtmeseydi, hatırlamıydım onu da bilmiyorum :)
  • Geçtiğimiz cuma akşamı Antalya'dan arkadaşım geldi. Kendisini bugün akşama doğru geri postaladım :) 3 gün boyunca onunla ilgilendiğim için ne bloglar aleminde ne de memlekette ne olup bittiğinden haberim var. Kısa bir İstanbul turunun ardından, arkadaşın esas geliş amacını gerçeğe dönüştürdük falan filan... Neydi bu amaç? Elbette ki Ali Sami Yen'deki Galatasaray-Fenerbahçe maçıydı. Öyle işte, ancak fırsat buluyorum dedim ya... Hem gün bitmeden neler biter! Yoksa "Gün doğmadan neler doğar mıydı" o? Amaaan, neyse ne yahu!
  • Sizin de dikkatinizi çekti mi? Facebook YouTube'yi aratmaz oldu son zamanlarda. Yurdum insanı Facebook'u da kötü emellerine alet etti ya, benim dilim daha bir şey demeye varmıyor. Hatta bakarsınız, daha da girmem Facebook'a.
  • Az önce ev arkadaşımı Last.fm ile tanıştırdım. 1 saattir sürdürdüğü teşekkür etmeleri bitmedi. Sanırım sonraki aşama olarak kendisini böylesine bir nimetle tanıştırdığım için bana armağan falan yağdıracak. "Tamam, tamam" dedim kendisine, "tezahürat istemez".
  • 70 olmuşuz lan! Yaşlandık vallahi billahi!
  • Rocco Strip'in çilek aromalısı en güzeliymiş meğer... Meğer bu çilek aromalı Rocco Strip benim yuvammış! Öeh!
  • Okul hayatımın son düzlüğüne de girdim, hakkımda hayırlısı.
  • Fenerbahçe kalecisi Volkan'a da güzide laflar hazırladım ama şimdi burada dillendirmeyeyim.

10 Nisan 2009 Cuma

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 59

"Pity? It was pity that stayed Bilbo's hand. Many that live deserve death. Some that die deserve life. Can you give it to them, Frodo? Do not be too eager to deal out death in judgment. Even the very wise cannot see all ends. My heart tells me that Gollum has some part to play yet, for good or ill before this is over. The pity of Bilbo may rule the fate of many." (The Lord of the Ring: The Fellowship of the Ring - Ian McKellen)

7 Nisan 2009 Salı

Lan!

Antalya'da Yat Limanı'na indiğinizde karşınıza çıkan ördekler sizi bu tabelaya götürüyor. Onların bırakmış olduğundan şüpheleniyorum. Ne de olsa herkes kendine yakışanı yapar.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Samoslu Dimitris

Harika beste, harika güfte... Daha ne denebilir ki?

"Balıklar sınır dinlemez..."

Pazartesi Notları #69

  • Ne güzel 1 Nisan'dı ama... Hiç sözünü etmiyorsunuz. Kırılıyorum ama...
  • Ekşi Sözlük’ün 1 Nisan şakası yüreğime iniyordu şerefsizim. Türkiye’de her şeyin artık sağdan sola olmasına mı bir tepkidir bilemedim ama gayet hoştu, şıktı. SSG, eline emeğine sağlık! Repleri görelim dostum. Oh yeah!
  • Ne zaman televizyonu açsam karşıma çıkan program isimleri hep şu şekilde; “91. Dakika”, “Üçüncü Devre”, “13. Ay”, “53. Hafta”, “8. Gün”, “32. Gün”, 5. Periyot”… Yeter be, bu kadar mı zor adam gibi bir program adı bulmak. Yeter lan, takatim kalmadı billahi.
  • Tempo bu ayki sayısında çok bi’ süper ek verdi. Nedir bu ek? Şudur; Hayatınızı Değiştirecek 50 Film. Alın, okuyun, hayatınız değişsin. Okuyarak değil tabii, izleyerek değiştirin hayatınızı.
  • Fazıl Say’ın Deniz Anası’na yazdığı mektubu okudunuz değil mi? Bu ülkenin neden daha fazla aydına ihtiyaç duyduğunu gösterdi Fazıl Say.
  • Bütün fındıklı çikolataya acayip tav oluyorum (Bkz: Tav olmak). İçi fındıktan geçilmiyor yahu! “Daha ne istiyorsun” dediğinizi duyar gibiyim, demeyin! Fındık yiyecek olsam gider fındık alırım. İçi fındıktan geçilmeyen çikolata olursa çikolatanın tadını alamıyorum. Evet.
  • Kemer’in yeni belediye başkanı MHP’den… İlk icraat olarak bir süredir Kemer’in merkezinde yer alan heykeli, cinsellik çağrıştırdığı dolayısıyla söktürmek olmuş. İşin daha ilginç tarafı ise heykelin bir önceki belediye başkanı Hasan Şeker zamanında dikilmiş olması. Evet evet, Hasan Şeker AKP’den seçilmişti. Söz konusu heykel şimdilerde Kadıköy’e gelmeye hazırlanıyor.
  • ABD'li yapımcılar yapacak iş bulamayınca Van'a gelmişler. Canavarın izini sürüyorlarmış. Biz bulamadık, bir el atıversinler tabii.
  • Hurriyet.com.tr'yi okuyun... Her pazartesi yazdığım notlardan daha komikleri, daha ilginçleri var orada. Çok da ciddiyim bu konuda.

5 Nisan 2009 Pazar

90'lı Yıllar #5

Tez konusu olur şerefsizim. Bu topraklarda aklıma geldiği kadarıyla bir Ajda Pekkan var, bir de bu adam. Bu ağabey kim mi? Elbette Hakan Peker. 47 yaşında olduğunu söylesem, muhtemelen bana inanmazsınız. David Fincher'in son filmi var ya, aha da onun kanıtıdır bu adam. Can Yücel'in dizelerinin hayat bulmuş halidir. Elimde olsa kitabını yazarım. Adı da The Curious Case of Hakan Peker olur.
Hiç şüphe yok ki Türk pop müzik tarihinin en çok konuşulan isimlerinden biri o. Hey Corç Versene Borç'dan sonra kendisini aşması gerekiyordu, bunu başardı. Az ekmeğini yemedi Türk müziği onun, eh, biz de bu köşede geri kalmayacağız bundan. Bol bol ekmeğini yiyeceğiz Hakan Peker'in. Kimi zaman güleceğiz kimi zaman yereceğiz, ama şu bir gerçek ki her daim takdir edeceğiz kendisini. O olmasaydı sanki bu kadar tadı tuzu olmazdı Türk popüler müziğinin.
Parçamızın adı Bir Efsane... Sadece Efsane de olabilir, tam olarak bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da bu parçanın sanatçının ilk albümlerinden birinde yer alıyor olması. Yılın da 1990 olması gerek. Yani nereden baksanız 20 sene olmuş... Gerçekten de adı gibi efsane olma yolunda ilerliyor parça. Neyse... Sanatçı bu parçayı 1998 senesinde yeniden seslendirdi ve bir de klip çekti. Gariptir, çok da beğenirim ben bu klibi. Ülkemizde adettir; klipler mini film tadında olmazsa olmuyor. İlla ki bir senaryo oturtmak şarttır. Hoş, daha yeni yeni yıkıyoruz bu duvarı.
Yine de "İyidir, hoştur" deyip de atmak olmaz. Nasıl olsa az sonra kendisiyle yüzleşeceksiniz, fakat ben yine de birkaç kelam etmek istiyorum.
Öyle bir klip ki bu insana "Ben bu filmi bir yerlerde görmüştüm" dedirtmiyorsa, ben de ne olayım! Zengin bir ailenin oğluna verilen gönülsüz Külkedisi mi ararsınız, beyaz atı olmasa da kırmızı BMW'si ile durumu kurtaran prensi mi? Kız esas oğlana kendisini zorla kaçırtır. kaçarlarken bir klasiği de es geçmezler; arkadan koşanın daima yere kapaklanması ve öndekinin onu kaldırmak için geri dönmesi vb. Yine de hikaye, gerçek olmadığını düşündüğünüzde güzel geliyor kulağa ve göze. Hakan ağabeyimiz de hatırlatıyor zaten; "Bir efsaneydi seninle beraber olmak" diye. Biz mesajı o anda alıyoruz aslında. Takıldığım bir husus var yalnız... Sevgili Hakan ağabey, seni severim ve hatta sayarım, bilirsin, ama kaçırdığın kızın peşindekileri görmüş olmana karşın kızın parmağındaki yüzüğü görünce attığın trip nedir öyle yahu! Bana bunun izahını yapabilir misin? Bana mutluluğun resmini çizebilir misin, ha, çizebilir misin? Çok sinirlendim bak.
O kadar güzel bir macera yaşıyorsunuz, sonra da kızı otobüse bindirip "Haydi köyüne" diyorsunuz. Olacak iş mi lan bu? Ben böylesine güzel kızı arabamda bulacağım, üstüne kaçırıp bir de kurtaracağım, sonra otobüse bindirip "Haydi kızım yallah"... Pışşıııık, derler adama... Bize denk gelmiyor ki anasını satayım böyle efsane!

Klipteki hatunu ilk tahmin eden şahsa benden bir yeşil elma. Çok da sahiciyim bu konuda.

4 Nisan 2009 Cumartesi

Amstrad CPC 6128

Hey gidi günler hey... Bir nostaljidir gidiyor son zamanlarda, farkındayım. Ancak buna değinmezsem olmaz. Amstrad CPC 6128... Kendisi benim ilk bilgisayarım olur. Ne efsane işler çıkarırdım onunla, sormayın gitsin. Rakibi elbette ki C64 idi, fakat Amstrad'ın eline su dökebilen yoktu o zamanlar. Şimdiler insanlara milyonlarca byte'nin yetmediğini düşünürsek, bir Jpeg resim kadar hafızası ile neler neler yapmazdık ki? Basic kullanabilirdiniz örneğin bu alet sayesinde... Oyunlarını ise sormayın gitsin... Barbarian, Arkanoid, Boulder Dash, Harrier Attack, International Karate... Vay vay vay...
Bilgisayar açıldığında makinaya "Cat" komutu verdiğinizde takmış olduğunuz disketin içinde ne var ne yok görebilirdiniz. Programları çalıştırmak için başvurmanız gereken komut ise şöyleydi; Run" program ismi...

3 Nisan 2009 Cuma

Demokrasi Derken...

Bir tekziple başlamakta fayda var. Yayınladığım
son Pazartesi Notları'nı hatırlarsanız, gecenin
bir yarısı okul köşelerinde oy bekçiliği yaptığımdan
bahsetmiştim. 200 bine yakın oyun da yok edildiği-
ni söylemiştim. Bir kere oy miktarı 200 bin değil,
2 bindi. 200 bin oy tek bir okuldan çıkmaz be...
Neyse, az sonra izleyeceğiniz videoda adı geçen
Celal Yardımcı İlköğretim Okulu evime 50 metre
kadar uzaklıkta bulunan ve seçim gecesi belli
bir saate kadar bulunduğum okuldur.

1 Nisan 2009 Çarşamba

1 Nisan

Elimde olsa bir balık çizerdim :)

Kilit!

Yaklaşık bir buçuk senedir yazıyorum bu blogda. Birçok güzel insanı tanımama vesile oldu. Bu açıdan baktığımda benzersiz buluyorum yaptığım işi. Haddime olmayarak, biraz da yaratıcılıktan yoksunluğuma vererek Kültür Sepeti koydum blogun adını. Birilerini yüreklerinden yakalayabildiysem, birilerine ufacık da olsa bir şeyler anlatabildiysem ne mutlu bana. Zira ben çok fazla şey kazandığımı düşünüyorum. Söyleyecek şey çok aslında ama ne kadar uzarsa o kadar zor olacak sanki. Başka bir yerde, başka bir şekilde yeniden yollarımızın kesişmesi dileğimle... Herkese teşekkürler!