31 Mart 2009 Salı

90'lı Yıllar #4

Sene 1994... Ülkede pop müzik patlamış, Unkapanı'na yolu düşenin sırtı sıvazlanmış, boş dönen olmamış. Masal gibi girdik, aynen devam edelim öyleyse. Her gün patlayan isimleri akılda tutmanın pek de kolay olmadığını düşünürsek, pek çoklarımız tarafından "Geçiş dönemi" olarak lanse edilen 1990'lı yıllar pop müziğinde bir anda zirveye kurulan ve fakat aynı hızla düşen isimleri hafızamızı biraz zorlayınca anımsamak mümkün elbette. Mesela "Bir Göksel Gonca vardı, ne oldu ona?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. 1994 yılındaki pop müziği rüzgarına kapılıp, aynı rüzgarla uzak diyarlara sürüklenen bir isimdi Göksel Gonca. Yine de şimdi dönüp o yıllara baktığımızda, bir iz bırakabilmiş olacak ki, kendisine bu köşede yer bulabildi. Hatırlarım, kendisini Sezen Aksu'ye benzetirdi bu Aysun Kayacı dudaklı abimiz. Abi dedik, yanlışımız varsa elbette bizi affetsin, lakin Sezen Aksu kadar üretken olduğunu iddia etmesine karşın, az sonra klipte de göreceğimiz üzere o şişkin dudakları ve ayrık dişlerinden başka Sezen Aksu'ya benzer bir yanı yok. Ha, klibin tüm anlamsızlığına karşın, şarkısı Gönüllü Yazıldım'a diyecek lafımız yoktu, o başka. Ben 1994'ten beri Gönüllü Yazıldım dinliyorum, ne haber!
Gelgelelim klip için elbette ki aynı şeyleri söylemek mümkün değil. Bir kere klip seyrine doyum olmaz bir Shire görüntüsü ile başlıyor. Evet evet, bildiğiniz Shire yahu orası. Göksel'i içinde gördüğümüz hane de Çıkın Çıkmazı'ndan başka bir yer değil. İzleyince "Dediydi" dersiniz. Neyse, geçelim... Klibin henüz 50'nci sahnesinde sevgili Göksel'in aslında ne denli pis bir adam olduğuna kendi gözlerimizle şahit oluyoruz. Söz konusu sahnede Göksel ağabeyimiz yere çökmüş, etrafı bir duman kaplamış, böyle sarı desem değil, yeşil desem değil, ortası olsun bari. Göksel'in yüz ifadesine bakınca ne bok yediğini anlayabiliyoruz densizin :) Adam basbayağı gaz çıkarmış yahu, yuh diyorum, odayı kaplamış.
Bir de deniz konsepti var tabii. Herhalde Türkiye'de çekilen kliplerin %87,68'inde (Küsuratlı sayı vereyim de salladığım anlaşılmasın) deniz var. Deniz olmadan yapamıyor bunlar, valla bak!
Dakikalar 2:48'i gösterdiğinde klipteki Gökseller'in sayısı anında ikiye çıkıyor, bir tanesi yetmiyormuş gibi. Yaklaşık yarım dakika sonra da bir tanesi soyunmaya başlıyor. Aman be... Çatlak mıdır nedir!

Que Sera Sera

Herkes kendi uzmanlık alanında at koşturmalı tabii. Şarkıcı şarkı söylemeli, Sevtap Parman da daha iyi bildiği işe geri dönmeli.

Antalya

Şehirleri şehir yapan nedir? Bu soruya çeşitli cevaplar vermek mümkün tabii ki. Fakat her zaman söylerim, denizi olan şehirler bir başkadır benim gözümde. Deniz demek medeniyet demektir, ufuk demektir. Şöyle karşınıza aldığınızda denizi, dostlarınızla birlikte yudumladığınızda rakıyı, ve en nihayetinde doğrulttuğunuzda gözlerinizi denizle gökyüzünün birleştiği o çizgiye anlıyorsunuz ne demek istediğimi. "Anlatılmaz, yaşanır" sözünün belki de cuk diye oturduğu tek yer burasıdır. Evet, denize sahip kentlerin medeniyetten nasibini almış olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. 29 Mart itibarıyla bakıyorum da birilerinin sıcak denizlere açılma planları Türkiye sahil şeridinden veto yedi. "Neden acaba?" diye sormuyorum bile...
Antalya'yı seviyorum. Dünden beri daha da çok seviyorum. Dubai olmayı değil, Antalya olarak kalmayı seçtiği için...

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 58

"Forgive me, Majesty. I am a vulgar man! But I assure you, my music is not." (Amadeus - Tom Hulce)

Dinlenmesi Gerekenler (45) - Soltane-e Ghalbha




Farid FARJAD

The Frighteners

Bir nesil hayalet hikâyeleri ile, perili köşklerin tüm ihtişamlarıyla ürpertici tepelerde konuşlandığı filmlerle büyüdü. Kendimi gayet rahat bir şekilde bu nesle dahil edebilirim sanıyorum. Ne günlerdi ama... Ghost Busters'in sümük yeşili hayaletleri, ailemizin hayaleti Casper'in birbirinden kötü ama bir o kadar duygusal amcaları, Sleepy Hollow'un kesik başlı süvarisi, "Ölmek için güzel bir gün" ile "Ölmek için kötü bir gün" arasında seyreden Flatliners, adı üç kez yinelenince anında yanınızda biten Beetle Juice... Üstelik her zaman korkmak ve gülmek arasında gidip gelmek yetmedi bize. Ghost'ta "Aşka bak ulan" deyip göz pınarlarını kuruttuk. Hülasa her daim işimize yarayacak bir hayalet öyküsü illâ ki bulduk.
Bu hikâyelerden biri de geride bıraktığımız bunca yılın ardından omuz hizamızdan peşimize baktığımızda satır aralarına sıkışıp kalmış, şimdilerde pek de hatırlanmayan, lakin bir dönem her birimizi yüreğinden yakalamış bir yapım. 1996 yılının bir ürünü olan bu film elbette ki The Frighteners. Kamera arkasında ve önünde birçok yeteneği bir araya getirmiş olan bu yapım dönemin kült komedi-gerilim filmlerinden biriydi. Pek çoklarına "Lan evet ya" dedirtip, üç nokta koyduran bu filmin hikâyesine gelince...
Frank Bannister birkaç yıl evvel geçirdiği bir trafik kazasında eşi Debra'yı kaybetmiştir. Bazı kayıpların bir getirisi olacak ki bu elim olayın ardından Bannister ölüleri görebilme, onlarla iletişim kurabilme yetisi kazanmıştır. Bu gelişmenin ardından mesleği olan mimarlıktan vazgeçmiş, ayarttığı birkaç hayaletin de yardımıyla başka bir işe girişmiştir. O artık bir hayalet avcısıdır. Hayalet arkadaşları insanların evlerinde aniden beliriyor, Bannister'in kartını bırakıyor ve olaya o an dahil olan Bannister da olaya müdahalesini yapıp, paracıkları cebine indiriyor. Olay bu kadar basit aslında. Bu sırada kasabaya dadanan kötü bir hayalet insanların canını almaya başlamıştır. Kısa süre sonra bu hayaletin yaşamı sırasında 13 kişiyi öldürmüş ve idama mahkum olmuş olan Johnny Charles Bartlett olduğu öğrenilir. Öldürme dürtüsünü öteki dünyada da dizginleyememiş olan bu adamı elbette ki durduracak tek kişi vardır.
Türkiye'de bir çeviri faciasına sebep verecek biçimde Sevimli Hayaletler olarak yayınlanmış bu filmin yönetmeni Peter Jackson. En büyük süksesini The Lord of the Rings üçlemesi ile yapan bizim Yeni Zelandalı'nın aslında 2000'lerin başında geleceği noktayı adım adım belli ettiği filmlerden biriydi The Frighteners. Braindead ile sinyali veren, Heavenly Creatures ile bu adamda iş var dedirten, The Frighteners ile kariyerinin olgunluk çağına ulaşan; The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring, The Lord of the Rings: The Two Towers ve The Lord of the Rings: The Return of the King ile bayrağı zirve noktasına yerleştiren bir adam Peter Jackson. Her filminde ufak bir sahnede kendine yer vermeyi de ihmal etmez. İnsanın heyecandan yerinde duramamasına vesile olacak The Lovely Bones, The Hobbit ve The Hobbit 2 de yönetmenin sıradaki filmleri arasında.
Filmin metin yazarları arasında yer alan ve aynı zamanda filmin yapımcılığını da üstlenen ismin de önünde saygıyla eğilmek lazım. Back to the Future efsanesinin yaratıcısı Robert Zemeckis'ten söz ediyorum. Şahsen belirtmem gerekir ki bu adamın imzası bulunan hiçbir yapımda düş kırıklığına uğramadım.
Oyuncular içerisinde göze ilk çarpan isim son derece tanıdık: Michael J. Fox. The Frigtheners aktörün parkinsona yakalanmadan önceki son filmlerinden biri olma özelliği taşıyor. Fox'u filmde hayalet avcısı Frank Bannister rolünde izliyoruz.
Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü'nde Aragorn'un Paths of the Dead'de ölülerle karşılaştığı sahneyi izleyin, sonra bir de The Frighteners'de Peter Jackson'un gözümüze gözümüze soktuğu şeffaf varlıklara bir göz gezdirin. Bizim Yeni Zelandalı'nın geçirdiği evrimi, Yüzüklerin Efendisi'nde ulaştığı noktaya nasıl da tırnakları ile kazıya kazıya geldiğine şahit olun. Sanırım Jackson'un LOTR üçlemesinde maruz kaldığı eleştirilerin ne denli yersiz olduğu bu sayede ortaya çıkacaktır.

30 Mart 2009 Pazartesi

Nihat Genç'i Neden mi Seviyorum!

Pazartesi Notları #68

  • Ataşehir'e bağlı olduğumuz kabak gibi belliyken oy kullanmak için Maltepe'ye gidecek olmanın mantığını çözebilmiş değilim. Olsun ama, inadım inattı, yılmadım. Kalktım, dağları tepeleri aştım, ovaları çayırları geçtim ve sandıkta rengimi belli ettim. Son duruma göre boşa atmamış olduğum ortada. Zaten hangi oy boşuna atılmıştır ki!
  • O değil de Antalya'da zihniyetin açık ara değişmesi beni ne kadar mutlu etti, tahmin bile edemezsiniz. Aslında normali buydu, değişen sadece son iki seçimde olandı.
  • Bakın ne diyeceğim... Ben uslanmadım, yeniden top oynamaya başladım. Sahalara geri döndüm ama çoluk çocuğun da kepazesi oldum. Kolumu sakınmaktan rezil rüsva oldum esasen.
  • Merak ediyorum kuaför salonları camlarına neden kendi yapmadıkları saçların fotoğraflarını koyarlar? Gündüz gece bunu düşünüyorum da işin içinden çıkamıyorum.
  • Ben uçabiliyorum. Arada sırada havada kalabiliyorum. Havada kaldığımı görenler bile var. Allah Allah Allah Allaaaaaaah....
  • Gecenin bir yarısına kadar arkadaşlarımla sandıklarda oy bekçiliği yaptım. Adaylardan birinin 200 bine yakın oyunun göz göre göre yok edilmesi üzerine böyle bir karar aldık. Uykusuz kaldık ama çok da bir mühimmatı yok.

24 Mart 2009 Salı

Ömer Hayyam'dan (8)

  • Bu gecenin son gece olması da var:
    Emret, gül rengi şarabı getirsinler.
    Gafil, bir gittin mi bir daha gelmek yok:
    Altın değilsin ki gömüp çıkarsınlar.
  • Kendiliğimden var olmuş sanma beni;
    Bu kanlı yola ben sokmadım kendimi;
    Bir gerçek varlık beni var etmiş olan;
    Yoksa kimdim ben, nerdeyim, neydim ki.
  • Gökleri yarıp darma dağın ettiğin gün,
    Pırıl pırıl yıldızları kararttığın gün,
    Sen sorguya çekmeden önce ben soracağım sana:
    Ey Tanrı, hangi günahım için beni öldürdün?
  • Vefasız dünya diye yakınıp durma;
    Dünya elindeyken tadını çıkarsana!
    Herkese vefalı olsaydı bu dünya
    Sıra mı gelirdi senin yaşamana?
  • Gün doğarken sabah horozları niçin
    Acı acı bağrışırlar, bilir misin?
    Tan yerini gösterip derler ki sana:
    Bir gecen daha geçti gidiyor, sen nerdesin?
  • Tertemiz geldik yokluktan kirlendik;
    Sevinçle geldik dünyaya, dertlendik.
    Ağladık, sızlandık, yandık, yakındık:
    Yele verdik ömrü, toz olup gittik.
  • Dostunu seven kişi
    Pervane gibi özler ateşi:
    Sevip de yanmaktan kaçanların
    Masal anlatmaktır bütün işi.
  • Can o güzel yüzüne vurgun, neyleyim;
    Gönül tatlı diline tutkun, neyleyim;
    Can da, gönül de sır incileriyle dolu:
    Ama dile kilit vurmuşsun, neyleyim.
  • Hem sana el değdirmeğe elim varmaz,
    Hem sensiz aldığım nefes, nefes olmaz;
    Bir garip dert bu, kimseye de açılmaz:
    Bir zehir zakkum ki, tadına da doyulmaz.
  • Gece, gül bahçesinde, ararken seni,
    Gülden gelen kokun sarhoi etti beni;
    Seni anlatmaya başlayınca güle
    Baktım kuşlar da dinliyor hikâyemi.
  • Sen içmiyorsan, içenleri kınama bari;
    Bırak aldatmacayı, iki yüzlülükleri;
    Şarap içmem diye övünüyorsun, ama,
    Yediğin haltlar yanında şarap nedir ki?

23 Mart 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #67

  • Garip ve kederli bir olaya, istemeden de olsa sebep oldum. Çöp dökmek için sokağa çıktım, çöp tenekesine 1 metrelik bir mesafeden 2 sayı değeri taşıyan atışımı gerçekleştirdim. İçeride kedi olduğundan bihaberim tabii... Kedi çöp tenekesinden atladı, ben kenara çekildim, yola doğru seyreden kedinin arkasından bakıyordum ki yoldan geçmekte olan bir otomobil ile söz konusu kedi arasında yarım metrelik bir mesafe olduğunu görmemle bakışlarımı başka bir tarafa çevirmem bir oldu. Kulaklarımı kapatmamış olmamdan mütevellit "Pat" ve sonrasında duyulan "Küt" seslerine maruz kaldım. Tam malum manzara kendimi hazırlamış biçimde başımı yola çevirecek oldum ki. Kedi telaşlı ve bir o kadar yaralı haliyle boş bulduğu bir minibüs altına yerleşti, yan yattı. Hayatta kaldı mı kalamadı mı bilemiyorum ama aklıma Benjamin Button'un Tuhaf Hikâyesi gelmedi değil. Şu '10 saniye önce, 10 saniye sonra' meselesi yahu...
  • Trivial Pursuit... Şimdi bu oyuna sardım. Gayet zevkli, gayet hoş. Arkadaşlarınızla masa başı oyunlar oynamaktan zevk alıyorsanız ve bunu yaparken genel kültürünüze genel kültür katmak istiyorsanız, ideal!
  • 2,5 aylık bir aranın ardından sahalara döndüm. Lâkin varlığım yokluğum birdi. Kolumu sakına sakına oynamaktan rezil bir performans ortaya koydum. Lafımı esirgemem, ona göre...
  • Ekşi Sözlük'te artık başlıklarda Türkçe karakter de kullanılıyor, noktalama işaretleri de... Keşke herkes böyle yapsa...
  • Galatasaray'ın Hamburg mağlubiyeti bazı Anadolu eziklerini bile gün yüzüne çıkarmış. Fenerbahçeliler'i anlamakta güçlük çekmiyorum da, bunlara ne oluyorsa...
  • Beni izleyin anacıııım, baaaay!

18 Mart 2009 Çarşamba

90'lı Yıllar #3

Yaptığı işi ve söylediği şarkıyı son derece ciddiye alan bir abimizle beraberiz. Klibi izlerken göreceksiniz ki kendisi çattığı kaşlarla ve şekilden şekle soktuğu ağzıyla bunu bize hissettiriyor. Sanatçının, yamulmuyorsam, aynı zamanda çıkış parçası da olan bu şarkının klibinde ağır abimiz kamera denen aygıtı hayatında ilk defa karşısına almış olacak ki bunu her halinden anlayabiliyoruz. Yahu yaklaşık 4 dakika süren klip boyunca insan iki hareketten başka bir şey yapamaz mı? Nedir bu hareketler? Söyleyeyim... Kamera esas oğlanı gösterirken Küçük Emrah gibi başı yerden yukarıya aniden kaldırma ve kolları iki de bir yana açıp avuç içlerini gösterme... Bir falcı izlese, iddia ediyorum ki o avuç içlerinden tüm hayatını okur abinin. Belki de okumuştur, bilemeyiz...
Klibin senaryosunu sormayın. Anlatabilmem için önce benim anlamam gerek. Lakin bir tahmin yürütmüyor da değilim hani. Bir erkek ve bir bayan bisiklete biniyorlar. Lakin görüyoruz ki bisikleti kullanan şahıs klibin sahibi, yani esas oğlan değil. Birkaç sahne sonra bisikletin gövdesine oturmaktan belli ki kalçası ağrıyan ablamız "İn, biraz da ben kullanayım" diyor olabilir, evet, budur muhtemelen. Sonra bir bakıyoruz ki kavga etmeye başlamışlar. Burada oğlanın "Sana ne oluyor be, bisiklet benim değil mi? Ben kullanacağım, rahatsız olduysanız yaya gidersiniz küçük hanım" dediğini duyar gibi oluyoruz. Bir sahne sonra olanlara ise anlam vermek zor. Esas oğlan dağa, bayıra, denize doğru haykırmaya başlıyor. Ne demiş olabilir? "Ulan İstanbul sen mi büyüksün, yoksa ben mi?" dememiştir herhalde. Neyse... O bizi bizden alan son sahnede ise tüm düğümün çözüldüğüne tanıklık ediyoruz. Abimiz artık bisikleti satmış, yerine son model bir araba almıştır. Bunu nasıl yaptığını ise çözebilmiş değiliz. Yaya giderek yolunu bir türlü bitiremeyen ablanın yanına arabayı çekip "Nabeeer, artık istesen de götürmem seni" diyerek, basıp gitmiştir. Sorarım kendisine, öyle dağda bayırda kız mı bırakılır a benim gerizekalı evladım? Yazık değil mi lan kızcağıza... Sonunu duydum, kötü yola düşmüş diyorlar.
Karşınızda Gökhan Tepe... Şarkısının adı; Aşk Belası... (Evet, Eurovision'a özendim, ne olmuş!)

16 Mart 2009 Pazartesi

Şemsiye

Tozlu bir şemsiye durur
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
Kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla
anımsar mısın bilmem
yağmurun bardaktan
boşanırcasına yağdığı o günü
Hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza
dudaklarımla hesaplamıştım
yüz ölçümünü
Nicedir sokağa çıkarmıyorum
şemsiyeyi
Korkuyorum çünkü
kapısı açık kafesinden
uçan bir kanarya gibi
beni ikinci kez terk etmenden
Yanıt alamayacağımı bilsem bile
yanına gidip
sorarım her gün şemsiyeye
altında el ele
nasıl görünürdük diye.

Sunay AKIN

Merak Ediyorum!

Merak ediyorum! Hem de çok...

Bitirme projemiz kapsamında okulumuz çevresindeki haneleri dolaşıp 7 ile 10 yaş arasında 25-30 öğrenci bulup, öğrencileri ve ailelerini ikna edip, ders vermemiz gerekiyordu. İşin zor kısmı kapı kapı dolaşılıp gerçekleştirildi. Çocuklarını okuldan arta kalan zamanlarda alternatif kurslara (Kuran kursu vb...) göndermeyi tercih edenler de vardı, üniversite öğrencilerinden faydalanmalarına gönülden razı olanlar da... En nihayetinde çocuk sayısının beklediğimizin çok üstünde, 60'a yakın olduğunu gördük. Karşımızda öğrenmeye hevesli genç yürekleri görmek bizi de kamçılayacaktı, bu belli. Oturduk dersleri böldük. İngilizce, bilgisayar, Türkçe, hayat bilgisi, matematiğin de dahil olduğu toplam yedi ders belirlendi. Geçen hafta salı günü, benim için kutsal olan bu görev başladı. Benim ders saatim ise her pazartesi 17:30 ile 18:30 olarak önceden belirlenmişti. Nitekim büyük gün gelip çattı. Karşımda öğrenmeye aç bir ordu gördüm. Gözlerimin korktuğunu inkar etmeyeceğim ama çocukların masumiyeti, sevimlilikleri yüzünden oldu bunlar. Eğer ki benden en ufak yararlı bilgi kaparlarsa, bu beni son derece mutlu kılardı. Neyse, söyleyeceklerim bunlar değil zaten...

Derse başladıktan sonra pek çok şey fark ettim "yeni Türk eğitim sistemine" dayalı. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi yazılarıydı. İstisnasız hepsi de almaları gereken notları "el yazısı" ile alıyorlardı. Benim ortaokulda seçmeli bir derste gördüğüm el yazısı ilkokul 1'e giden bünyelere öğretiliyordu. Üzülmemek elde değil... Cevabını bilsem de yine de merak ediyorum, hangi zihniyetin ürünüdür bu?

Ladri di Biciclette

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından oluşan ekonomik buhrandan en fazla nasiplenen ülkelerden birisi İtalya'dır. İnsanlar tüm kudretleriyle iş peşinde koşarken, işverenlerin işçi toplamada yetersiz kaldıkları toplumun içinde bulunduğu durumdan bellidir. Antonio Ricci de yoksul ve işsiz İtalyanlar'dan sadece biridir. Biri 9 yaşında, diğeri henüz kundakta olmak üzere iki çocuk babasıdır. Karınlarını doyurabilmek için çareyi eşyalarını rehin vermekte bulmuştur. Zaman çaresizlerin aksine akarken Ricci'ye bir fırsat doğar. En nihayetinde bir iş bulmuştur; Rita Hayworth'un afişlerini Roma sokaklarına asacaktır ve bu sayede cebine hatrı sayılır miktarda para girecektir. Yalnız hiçbir zaman işler tıkırında gitmez tabii. Her zaman bir sorun mutlaka çıkar. Antonio Ricci'nin bu işi kapabilmesi için bir bisiklete ihtiyacı vardır. Lakin cebinde bisiklet almaya yetecek kadar parası yoktur. Demokrasilerde çarenin hiçbir zaman tükenmediğine bu noktada tanıklık ediyoruz. Ricci evde bulunan çarşafları rehin verir ve zaten daha önce rehin vermiş olduğu bisikletini alır. Yeni işinin ilk günü arifesinde herkes mutludur, umutludur. Hayatın vura vura şamar oğlanına dönüştürdüğü bu aile için mutlu günler yakın görünmektedir. Öyle olmaz tabii, hiçbir zaman olmamıştır. Ricci ilk iş gününde bisikletini çaldırır. Baba-oğul Ricciler günlerce çalınan bisikletlerinin peşinde koşarlar. Bisiklet yedek parçacıların eline düşmeden onu bulmaktır niyetleri.
1948 yapımı Ladri di Biciclette ile ödüllü yönetmen Vittorio De Sica'nın İtalyan yeni gerçekçilik akımının aslında ilk meyvesini vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Mussolini altın çağını sürerken, dikta rejimi içinde halkın dikkatini yönetimden başka taraflara çekmek üzere filmler üretiliyordu. Beyaz Telefon Filmleri adı verilen bu filmlerde daha çok halkı eğlendirmek önemliydi. Dolayısıyla toplumsal mesaj kaygısı gütmekten çok öte, devletin kuklası haline gelen yönetmenlerin ürettikleri topluma sunuluyordu. 1940'lı yılların ortasında başlarını Vittorio De Sica, Federico Fellini ve Roberto Rossellini'nin çektiği birtakım yönetmen, topluma içinde bulundukları kaos ortamını hatırlatmak ve hayatın aslında hiç de diğer filmlerde anlatıldığı üzere toz pembe olmadığını anımsatmak amacıyla İtalyan sinemasına yeni bir akım getirirler. İtalyan Yeni Gerçekçiliği adı verilen bu akımın içinde yer alan filmlerde halkın ilgisi daha çok yoksulluğa, işsizliğe, çaresizliğe, aile ilişkilerine ya da bir başka deyişle - adı üzerinde - gerçekçiliğe çekildi. Sica'nın Bisiklet Hırsızları'nda yansıtmaya çalıştığı da tam olarak buydu.
Sica'nın filmin cast'ını belirlerken oldukça ince eleyip sık dokuduğunu biliyoruz. Öyle ki filmde kullandığı oyuncuların tamamının amatör, kaba tabir kullanacak olursak sokaktan geçen adam olduğunu belirtmekte yarar görüyorum. Özellikle baba rolünü başarıyla yerine getiren Lamberto Maggiorani filmin oyuncu seçmelerine oğlunu getiriyor, fakat piyango kendisine vuruyor. Bu film ile ilk oyunculuk deneyimine imza atan Maggiorani, 1983 yılındaki vefatına kadar üretmeye devam etti. Filmde Antionio Ricci'nin 9 yaşındaki oğlu Bruno Ricci'yi oynayan Enzo Staiola'nın da gayet başarılı ve dönemi yansıtan bir oğul portresi çizdiğini de belirtmek gerek. Staiola'nın Sica tarafından sokakta keşfedildiğine, Sica'nın çocuğun yürüyüşünden bir hayli etkilenmiş olduğuna da antrparantez değinelim.
Bisiklet Hırsızları savaş sonrası dönemin bunalımlarını son derece etkileyici bir biçimde yansıtmış olmasının yanında baba-oğul ilişkilerine de dikkati çekiyor. Babasını bir süper kahramandan farksız algılayan, fakat zamanla bu payenin yitirilişine acıklı bir şekilde tanıklık eden bir çocuğun umutlarını, kaygılarını, iyi niyetini; yaşamın tüm yükü altında ezilen ana unsurun çocuklardan başkası olmadığını 90 dakikaya sığdırabilmiş bir başyapıt Bisiklet Hırsızları. Baba-oğul teması bakımından gerçeğe bu denli yaklaşabilmiş sadece bir film daha biliyorum ki o da yine bir İtalyan ürünü olan La Vita é Bella. O filmin aksine Bisiklet Hırsızları'nda babalar ve oğulların birbirlerine ne kadar yakın olmak isteseler de her daim aralarında bir mesafe olduğunun altı çiziliyor. En İyi Yabancı Film dalında Oscar'ı kucaklayan bu filmin hâlâ güncelliğini koruyor olması ödülü ne kadar hak ettiğini açıklıyor sanırım.

Pazartesi Notları #66

  • İnsanlar ismimi anlamadığında asabım bozuluyor. Yahu anlaşılamayacak bir yanı da yok ki. “Anıl” diyorum, başka yerlerinden anlıyorlar. Genelde Onur oluyor bu. Geçenlerde Starbucks’ta ismimi söyledim bekliyorum kahvemi. Eleman “Onur beeey” diye bağırıyor. Kimse hareket etmiyor. Sonra siparişi alan bağırıyor oradan “Beyefendi sizinki çıktı” diye. “Benim adım Onur değil. İki saattir Onur diyorsunuz. Nereden bilebilirim?” diyorum ve kayışı koparıyorum.
  • Çalmayı en çok istediğim, “Keşke” dediğim, müzik aleti mızıkadır. Öyle böyle değil…
  • Yaşadığı bir hayal kırıklığının ardından “Olsun ama, benim canım sağ olsun” diyen adamın hastasıyım.
  • Bankaların çıkardığı çocuk dergileri vardı bir zamanlar. Ben henüz ilkokulun yollarını arşınlıyordum. Her ayın ilk günü bir grup velet banka şubelerinin yolunu tutardık. Bankalarla ilk o vakitler tanıştık zaten. Fakat nedendir bilinmez her zaman o döner kapının ardı korkutucu gelirdi bize. Kimse kapıdan içeri girip dergileri istemeye cesaret edemezdi. Her ay bir kişi üstlenirdi bu görevi. Bir önceki ay bu kutsal görevi yüklenmiş şahsa gözler yeniden çevrildiğinde şöyle bir cevap alınırdı: “Ben geçen ay istedim oğlum, bana ne!”
  • Duman’ın yeni albümü fevkaladenin de fevkinde olmuş. Özellikle bir “Senden Daha Güzel” var ki dinledikçe dinleyesi geliyor insanın.
  • TÜBİTAK’ın Bilim ve Teknik dergisinde yaşanan sansasyonun etkileri şöyle duradursun, şimdiye kadar hangi dogmanın dayattıkları bilim karşısında çaresiz kalmadı ki. Ne olursa olsun, Türkiye’nin bilim çağında bilime bakışını açığa çıkarması bakımından önemliydi bu olay. Hani bir fıkra var ya, bilmem kaç yıl sonra dünyanın sahibi Türkler olacak, çünkü geriye kalan bütün milletler uzaya çıkacak diye. Artık bir ütopya olduğuna inanmıyorum bunun. Hepimiz maymunuz ulan, var mı? Bak, çok sinirlendim yine…
  • Yurdum insanının işinin gücünün olmadığının kanıtı, aha da burada: http://www.perkotek.com.tr/wc.htm
  • Yaklaşık bir haftadır nefes darlığı çekiyorum. Başım da dönmeye başladı iki gündür. Hakkımda hayırlısı…

13 Mart 2009 Cuma

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 57

"Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir ama aslında toplu oynanan, yani insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur. Hayat da öyle değil mi? İstediğin kadar yenetekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin. Evet, kaybedersin." (Dar Alanda Kısa Paslaşmalar - Savaş Dinçel)

10 Mart 2009 Salı

All The Plans

Besteleri ile kulaklarımızın pasını silen, güfteleri ile pek çok insanı yüreğinin bir köşesinden yakalamayı başarmış bir İngiliz rock grubu Starsailor. "Bana öyle bir grup söyle ki bir tane bile kötü şarkısı olmasın" sorusuna pek fazla kafa yormadan verilecek cevaptır Starsailor. Grup dördüncü stüdyo albümü olan All The Plans'ı dün resmen piyasaya sürdü. Resmen diyorum çünkü yaklaşık bir aydır maalesef internet sayesinde el altından bu albüme sahip olabilmek mümkündü. Daha önce Love Is Here, Poor Misguided Fool, Way To Fall, Alcoholic, Four To The Floor, Lullaby, Silence Is Easy, Tie Up My Hands ve niceleri ile dinleyenleri cezbetmeyi başarmış olan grubun yeni albümünde yer edinmiş parçalar şöyle:

1- Tell Me It's Not Over
2- Boy In Waiting
3- The Thames
4- All The Plans
5- Neon Sky
6- You Never Get What You Deserve
7- Hurts Too Much
8- Stars And Stripes
9- Change My Mind
10- Listen Up
11- Safe At Home

Albüme adını veren parçada gruba efsanevi grup Rolling Stones'in de sesiyle kuvvet verdiğini belirteyim. İki gündür albümü dinliyorum ve tek kelime ile özetliyorum; harika! Özellikle albümün ilk, dördüncü, sekizinci ve onbirinci parçalarının diğerlerine nazaran biraz daha ön planda olduğunu söyleyebilirim. Diğerleri de hemen peşlerinden geliyor zaten. Çok fazla bir uçurum yok :)

9 Mart 2009 Pazartesi

90'lı Yıllar #2

90'lı yılların şarkılarına baktığımızda aldatma, aldatılma ve gönlü avutma üçgeni arasında döndüğünü görüyoruz. Mesela kahramanlarımız genellikle birileri tarafından sırtından bıçaklanır, sonra o vefasızın ardından "Seni şöyle unuttum, böyle unuttum, şeyime takmıyorum artık seni" gibi laflar döşerlerdi. Çaresizlik değil de nedir yahu bu? O yılların pop müziğine yön verenler bana bunun izahını yapsın bir kere. Aklım almıyor, yemişsin kazığı sonra bir de "Unuttum lan işte seni" diye şarkı yapıyorsun. Olmaz güzelim, olmaz ciğerim. Vallahi de billahi de kurtarmaz.
90'lı Yıllar konseptinin ikinci bölümünde işleyeceğimiz şaheser tek albümlük sanatçılar kervanının bir üyesi olan Seçil'in Unutursun Gönlüm adlı parçası. Bir dönem iyi sükse yapmıştı bu hatun ve parçası. Fakat az sonra izleyeceğimiz klipte de göreceğiz ki çok fazla büyütmüşüz gözümüzde sanki. Seçil ablamız (Nereden ablam oluyor kendisi benim?) aldatılan kadını anlatıyor bu güzide eserinde. Şarkıda gönlüyle konuşuyor ve diyor ki; "Unutursun be gönlüm, kimleri unutmadın ki? Bu ne ilkti ne de son olacak. Daha kaç kişi arkandan vuracak, sen daha dur!" Fakat klibe baktığımızda bambaşka bir senaryo karşımıza çıkıyor. Sözlerle klibin senaryosu birbirine uymuyor. Şöyle ki; klipte bir abi var. Bu abinin odasında oyuncak bir bebek var ama bu bebek ne Barbie ne de Sindy (Böyle mi yazılıyordu, 90'lı yıllarda kız çocuğu olan biri yardım etsin), bu bebek biraz sonra görüyoruz ki aslında Seçil'in ta kendisi. Abimizin aşkı imkansız. Oyuncak bebeğe aşık olmuş ve onun canlanmasının hayali ile yaşıyor. Klip bu ya, bebek Pinokyo misali canlanıyor ve Seçil oluyor. Seçil ablamız garip dansıyla klibi götürüyor. Oyuncak bebekler sanırım ellerini bileklerinden çeviriyorlar. Ben bu klipten bunu öğrendim. Yanlışsa büyük hayal kırıklığı... Neyse... Klibin bir bölümü de kumsalda geçiyor ki en ilginci burası. Biraz Lost havası vermeye çalışmışlar diyeceğim ama o vakitler Lost Most yok ortalıkta. Bir de kumsalda yatak var ki ona hiç değinmek istemiyorum. Seçil hanıma çabaları için teşekkür ediyoruz ve "Olmamış" diyoruz. Şaka lan şaka... 90lar bizim canımız ciğerimiz.
BONUS: Klipteki abinin adını ilk bilene benden bir demet maydanoz. Bir adet yumurta da olur...

Pazartesi Notları #65

  • Bodrum’un Gümüşlük beldesinde bir partinin belediye başkan adayı Mehmet Tire 300 kişiye Recep İvedik 2’yi izletmiş. Bunu da “Belde halkına bir kültür hizmeti olarak yaptım” diye açıklamış. Ben de sizleri hep beraber Recep İvedik 2’ye gitmeye davet ediyorum. Maksat kültürümüz gelişsin.
  • Bugün bir televizyon kanalında Başbakanın Mersin’de yaptığı konuşmayı izledim. Çok fena bir kalabalık toplamış. Mevcut belediyeyi bu seçimde düşürecek gibi görünüyorlar ama bu değil zaten değineceğim konu. Konuşmanın bir yerinde kendisi aynen şöyle seslendi: “Kadın üzerinden değil kadın için siyaset yapıyoruz. Halk üzerinden değil halk için siyaset yapıyoruz. Yoksul üzerinden değil yoksul için siyaset yapıyoruz..." Bu noktada bir şeyi unuttu sanırım. Şunu da eklemeliydi kanımca: “Din üzerinden değil din için siyaset yapıyoruz.”
  • Deneyin… Dolmuş durakta durduğunda otobüs/dolmuş bekleyen insanların gidecekleri yerleri tahmin edin. Ya da etmeyin, siz bilirsiniz.
  • Bazı insanlar aldıkları ilk nefesle birlikte şanssızlığı çekiyorlar ciğerlerine ve bu onların yaşamına ömürleri boyunca yön veriyor. Ben bunu kavradım artık.
  • Yazın gelmesiyle doğalgaz fiyatları düşünce rahat rahat ısınırız artık.
  • Kılıçdaroğlu’nun seçim şarkısı çok güzel. Dilime dolanıyor. Tey Allaam.
  • Yaz demişken… İlkbahar da geldi. Moralim çok bozuk bu yüzden. Güneşli günler geliyor demek bu. Lanet olsun!
  • 29 Mart’ta oyumu vereceğim adayı açıklıyorum: http://www.seyfisolukal.com/
  • Evet!

7 Mart 2009 Cumartesi

A Time For Drunken Horses

Nazım Hikmet'in bilinen şiirlerinden birinde geçer... "Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler" der büyük usta. Hiç kuşku yok ki bir savaştan en fazla hasar görenlerdir çocuklar. Tertemiz dünyalarına füzelerle girilir, hayallerinin yerini korku alır... Çocuk olduklarının bilincine parklarda varmaları gerekirken, oyuncak diye ellerine tutuşturulanlar hep bombalar ve mayınlar olur. Dünyanın öbür ucundaki çocuklar sevgilerini yollar onlara bombalar yardımı ile, ha bir de tebeşir. Tüm bu duyguları 2004 yapımı Kaplumbağalar da Uçar'da ustalıkla yansıtmıştı İranlı yönetmen Bahman Ghobadi. Bahsedeceğim film ise yönetmenin ikinci eseri olan ve aynı yaşanmışlıkları başka bir perspektiften yansıtan Sarhoş Atlar Zamanı.
İran-Irak sınırındayız... Tıpkı Turtles Can Fly'da olduğu gibi... Birtakım insanların tek geçim kaynaklarıdır kaçakçılık. Kar kış demeden, mayınlı arazilere gözleri kapalı giren bu insanlar Irak sınırından gizlice geçip mallarını satmaktan başka bir şey düşünemezler. Pek çoğu bu uğurda mayın patlamaları sonucu hayatını kaybetmiştir, fakat bu onların korkmaları için bir sebep değildir. Çünkü korktukları kışın orta yerinde açıkta kalmaktır, çocuklarının midesine iki lokma ekmek girmemesidir ya da birkaç aylık ömrü kalan bir kardeşin ameliyat olması için gerekli parayı elde edememektir. Mayın nedir ki? Bir anlık korku, sonrası boşluk... Hikayenin bu noktasında insanların ortak noktasını bir ailenin gözünden ele alalım, tüm bireyleri çocuk olan bir ailenin... Anne beşinci çocuğunun doğumu sırasında, baba ise kalp krizi sonucu hayata veda ettiğinde, ailenin yükü kardeşlerin en büyüğü olan 12 yaşındaki Eyüp'ün sırtına binmiştir. Biri okumakta olan 3 kız kardeşi vardır ve bir de doğuştan hasta bir erkek kardeşi vardır. Yaşı ve bünyesi itibariyle küçük bir çocuktur Eyüp, fakat hayat onu o yaşında adam olmak zorunda bırakmıştır. Para kazanmanın hayatını riske atmak anlamına geldiği bir coğrafyada 5 kişilik bir aileye bakmak, kardeşini okutmak ve iki aylık bir süre içinde kardeşinin ameliyatı için gereken parayı bulmak zorundadır. Gariptir ama umut ve umutsuzluk bir aradadır o topraklarda. Kız kardeşinin ameliyat masrafları uğruna zorla evlendirilmesini içine bir türlü sindiremeyen Eyüp çareyi baba yadigârı atını gizlice Irak'a sokmakta bulur. Atı satabildiği takdirde kardeşinin ameliyat masraflarını karşılayabileceğini ummaktadır. Fakat şartlar çetindir. Karda kışta atları kilometrelerce yol yürütebilmek için sularına alkol dökmek, hayvanları çakırkeyf hale getirmek gerekmektedir.
Filmin İranlı yönetmeni Bahman Ghobadi'nin yollarını yedinci sanatla kesiştiren ilk yapım 1999 yapımı Siste Yaşam'dır. Yönetmene asıl şöhret getiren yapım ise ilk uzun metraj çalışması olan Sarhoş Atlar Zamanı'dır. Ghobadi bu film ile Avrupa arenasında ödüle boğulmuş, Cannes'den iki ödülle dönmüştü. Hocası Abbas Kiarostami'den öğrendiklerini kendi yorumuna göre sinemaya yansıtınca, zaten başarılı olan İran sineması bir başka usta daha kazanmış oldu. Yönetmen Marooned in Iraq ile Cannes'deki başarının bir sürpriz olmadığını göstermiş, 2004 yılında çektiği Turtles Can Fly ile artık tam anlamıyla dünya sinemasında bir yeri olduğunu ispatlamıştı. Bu film onun zirve noktasıydı ve kendisine ikisi Berlin Film Festivali'nden olmak üzere toplam 14 ödül olarak dönmüştü.
Filmin öne çıkan tüm oyuncularını çocuklar oluşturuyor. Pek çok filmde çocuk oyuncu gördük ve inanın bana İran kırsalı gibi son derece geri kalmış bir bölgeden bu denli etkileyici çocuk oyuncular çıkması beni bir hayli şaşırttı. Bu çocuklarının tamamının ilk ve son sinema deneyimi olduğundan bahsetmiyorum bile. Hepsinin yüzünde ayrı bir güzellik, ayrı bir masumiyet var fakat filmin hasta çocuğu Madi'yi oynayan Madi Ekhtiar-dini'ye ayrı bir parantez açmak gerek sanırım. Bir insan bu kadar güzel olamaz sanırım. Kendisi filmin izleyeni en çok hüzne boğan etkeni aynı zamanda.
Film insana bazılarının bu dünyaya gerçekten şanssız olarak geldiklerini abartmadan anlatıyor. İzlerken anlıyorsunuz ki dünyanın bir yerlerinde çocuk olmanın bedelini çok ağır şekilde ödüyor birileri. Sarhoş Atlar Zamanı izlenmeyi kesinlikle hak eden bir film. Belgesel tadındaki anlatımı, görselliği ve hikâyesi bunu sonuna kadar haklı kılıyor.

4 Mart 2009 Çarşamba

Dinlenmesi Gerekenler (44) - Through Her Eyes




She never really had a chance
on that fateful moonlit night
sacrificed without a fight
a victim of her circumstance

Now that I've become aware
and I've exposed this tragedy
A sadness grows inside of me
it all seems so unfair

I'm learning all about my life
by looking through her eyes

Just beyond the churchyard gates
where the grass is overgrown
I saw the writing on her stone
I felt like I would suffocate

In loving memory of our child
so innocent, eyes open wide
I felt so empty as I cried
like part of me had died

I'm learning all about my life
by looking through her eyes

And as her image
wandered through my head
I wept just like a baby
as I lay awake in bed

And I know what it's like
to lose someone you love
and this felt just the same

She wasn't given any choice
desperation stole her voice
I've been given so much more in life
I've got a son, I've got a wife

I had to suffer one last time
to grieve for her and say goodbye
relive the anguish of my past
to find out who I was at last

The door has opened wide
I'm turning with the tide
looking through her eyes

DREAM THEATER

3 Mart 2009 Salı

The Happening

Her geçen gün Ozon'da zorla açtığımız deliğin büyümesi için elimizden geleni yapmaya devam ediyoruz. Ormanları yakıyoruz... Baltaları elimize, uzun ipi belimize alıp ağaçları köklüyoruz. Hayvanları öldürüyoruz. Zaten yaşanmaz hale getirmeyi ısrarla başardığımız mavi gezegenimizi yok etmek için yapılabilecek ne varsa yapıyoruz yani? Peki bunun karşısında doğa ne yapıyor? Kesinlikle sessiz kalmıyor. Yıllar yılı bekledi tabiat ana... İnsanlıktan, insanoğlundan umudunu kesmedi. Fakat ihtiraslarının kurbanı olan bizler kesinlikle yanı başımızda bizimle birlikte nefes almaya çalışan doğanın sesine kulak kabartmadık. Hep kaçtık... En sonunda tabiat insanoğlundan intikamını almaya başladı. Çığlar gönderdi üzerlerine, sel felaketlerinin altında binlercesi boğuldu. Yanan ormanlar birer çıkmaz sokak oldu birçoklarına. Yeryüzü tek bir damla için başını göğe kaldırır oldu. Yağmadı, yağmaz da... Tabiat ve en akıllı varlık arasındaki savaş günden güne büyüdü. Kimin galip geleceğini tahmin etmek kimse için mümkün görülmüyor.
M. Night Shyamalan ile tanışlıklığım elbette ki ortaokul yıllarıma dayanır. Pek çokları gibi ben de kendisini The Sixth Sense efsanesi ile tanıdım. Rutin ilerleyen klişe bir gerilim filminden son birkaç dakikasında yaşattığı sürprizlerle bir kült yaratmayı başarmıştı Shyamalan. O günlerde dillere pelesenk olmuştu Altıncı His'in meşhur finali. Sadece buna dayanarak aslında ne denli sıradışı bir işin altına imza attığını anlamak mümkün yönetmenin. Ben ise kendimi şanssız görüyordum. Çünkü, filmi izleyenler bilir, böyle bir filmi izlemeye başlarken kesinlikle sonunu duymamış olmayı tercih ederdim. O günden sonra bu Hint yönetmenin filmlerine eğilmem gerektiğini hissettim. Klasik korku ve gerilim filmlerinin çok ötesinde tutuyordu yapımlarını ve bu tam da benim aradığım şeydi. Her ne kadar çok fazla eleştiri almış olsalar da Signs ve The Village bende tam anlamıyla hayal kırıklığı yaratmamış filmlerdi. Evet, kendisini popüler yapan ilk filmiyle belki de çıtayı en tepeye koymuştu ve artık o noktaya yeninden erişmesi zor görünüyordu. Başka bir deyişle beklentiler çok yükselmişti ki evet, ah şu beklentiler. Bence Hint yönetmen kendine has bir gerilim yöntemine sahip. Budur zaten Hollywood gibi bir kurtlar sofrasında şarktan çıkıp gelmiş bir yönetmenin bu denli sağlam bir yere sahip olmasının sebebi. Baştan sona merak uyandırmak, sonu daha önceden belli olmayan sahneler ve her daim ters köşeye yatıran film sonları. Bu film sonlarıdır aslında yönetmenin en çok eleştirilen yönü. İzleyen çoğu zaman beklediği gizemi bulamıyor finalde. Evet, şaşırıp kalıyor ama bir gizem olmadığında, sonuç belli bir mantık çerçevesinde yansıtıldığında seyirci tatmin olmuyor ki bunu da anlarım, son derece doğal bir şey.
The Happening ülkemizde Mistik Olay adıyla vizyona girdi ve yönetmenin halihazırdaki son çalışması olma özelliğini taşıyor. Geçtiğimiz yaz izleyiciyle buluşan filmde anakarakter Elliot Moore'nin gözlerinden bir anda patlak veren doğaüstü olayların etkilerini izleriz. Sıradan bir gün insanların nedensizce kendilerini öldürmeleri ile yerini bir kaosa bırakır. Rüzgârın yönü kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermektedir. Bilimadamları yaşananlara herhangi bir açıklama getiremezler. Yaşananlara dair birçok kuram atılır fakat bu kuramların hiçbiri hayatlarını garanti altına almalarına yetmez. Kalanlar eksilenlerin yaptıklarının üzerine kocaman bir çizgi çekip hayatta kalmanın yolunu bulmak zorundadırlar, tabii ki tabiat ana onları bulmadan önce...
Shyamalan'ın bu filmde tercih ettiği oyunculara baktığımızda başkarakter Elliot Moore rolünü Mark Wahlberg'in kaptığını görüyoruz. Elliot'un eşi Alma Moore rolünde ise son dönemde yıldızı bir hayli yükselen ve birkaç sene içinde adından daha fazla söz ettireceğine inandığım güzel oyuncu Zooey Deschanel'i görüyoruz. Kendisi en son Yes Man'de gözlerimizin pasını almıştı.
The Happening baştan sona izleyicinin ilgisini çekmeyi başaran klasik bir Shyamalan filmi. Filmi beğenmeyen çok, evet, ve bunun nedeni izleyenlerin büyük bir bölümünün filmin finalini yetersiz bulması. Burada olanları anlatıp izlemeyenlerin tadını kaçırmak istemiyorum elbette ki. Sadece şunu söyleyebilirim; ben tatmin oldum. Mistik Olay bir başyapıt değil, hatta kalburüstü bir film ama bu denli yerden yere vurulmayı da hak etmediği kanısındayım. Bir de unutmadan... Shyamalan şu an varını yoğunu Avatar: The Last Airbender projesi için harcıyor. Avatar benim de büyük bir hayranlıkla takip ettiğim ve geçtiğimiz yaz tadında bırakılan muhteşem bir çizgi diziydi. CNBC-E ve Nickelodeon'da hâlâ bölümlerine rastlamak mümkün. Bu çizgi dizinin sinemaya uyarlanacak olduğunu ve hamurunu da Shyamalan'ın yoğuracağını bilmek insanı mutlu ediyor ve heyecanlandırıyor tabii ki. Umarım yönetmen bu çetin projenin altından ustalıkla kalkmayı başarır. Aksi takdirde Avatar hayranları tarafından boynuna ilmik geçirilir ve zaten birçokları için sallanmakta olan tahtının kalan üç ayağından biri daha kırılır.

2 Mart 2009 Pazartesi

7 Fark?

"Lost Türkiye'de çekilse John Locke'yi kim oynar"'ın cevabıdır bu resim. Bir de Erol Evgin'in peruksuz resmini bulabilmek mümkün olsaydı...

Pazartesi Notları #64

  • Tuna Kiremitçi'nin son kitabı Küçüğe Bir Dondurma bir hayli hoş olmuş. Giderek irtifa kaybeden Türk edebiyatında sivrilen ender isimlerden biri Tuna Kiremitçi. Ben bugün bunu öğrendim.
  • NTV Tarih'ten sonra şimdi bir de NTV Bilim çıkmış. İncelemek lazım kanımca.
  • Tribünde "Sabriiii, sana ettiğim bütün küfürler bana girsin" diye bağırdığımda ve etrafımdakiler sırıtarak suratıma baktığında skor tabelası 90'ıncı dakikayı işaret ediyordu.
  • Çok büyük bir iş yaptım sanırım. Kolayı bıraktım. Umarım her pazartesi yeniden başlayan perhizlere dönmez benimkisi...
  • Söz Fato'da adlı bir felaket vardı, hatırladınız mı? Bunun jeneriğinde Fatma Girik apartmanın bilmem kaçıncı katından aşağıya atlardı. Branda gerseler ben de atlarım yani, ne var bunda?
  • Şebnem Şafer (Evet, Şafer) hanım kızımız iki yıl evvel demokratlığa adım attığı için Demokrat Parti'ye üye olduğunu söylemiş. Elinde raporla gezmeye benzemiyor tabii bu iş.
  • Türk milleti kadar soru sormaktan korkan başka bir millet daha yoktur şu yeryüzünde. İddia ediyorum... Mesela ders sırasında bir şeyi anlamadınız, soruyor musunuz hocanıza "Ben anlamadım" diye. "Soruyorum" diyorsanız, kusuruma bakmayın ama yalan söylüyorsunuz. Bu neden kaynaklanıyor, hemen onu da söyleyeyim. Çocukken meraklı olur veletler. Annesine gider "Şu ne" diye sorar. Anne ütü yapmaktadır ve babaya paslar. Baba gazete okumaktadır ve dedeye paslar. Dede televizyon izlemektedir falan filan. Geleceğim nokta şudur ki çocuk daha o yaşta pes eder. Evet, aynen böyle. Alkışlar bana!
  • Gümüşhane'de bir ilkokulun duvarına Recep Tayyip Erdoğan'ın sözleri yazılmış. Hangisi acaba, "Ananı da al git" mi, yoksa "Van minüt" mü?
  • İstanbul'da olduğunuzu ne zaman anlıyorsunuz biliyor musunuz, vapurdayken. Hele bir de kulağınızda Yansımalar çalıyorsa çıstak çıstak...
  • Aykut Küçükkaya'nın Cumhuriyet Kitapları'ndan çıkan Yüzyılın Yolsuzluk Oyunu adlı kitabının kapağı muhteşem. Sadece kapağıyla bile sattırır kendini bu kitap.
  • Ne zaman güne merhaba dediğimde güneş çoktan dağların ardında kayboldu, işte ben o vakit bu vakittir hafta sonları bile uyanmak için alarm kurar oldum. Kış uykusuna yatıyorum mübarek!
  • Kaç defa söyleyeceğim daha! Vatanım için tabii ki biriyle yatarım. Yukarıdaki maddeden de anladığınız üzere sürekli yatıyorum zaten. Vatan için de yatarız anasını satayım.
  • Her gün 2355 tane e-posta geliyor. Hayranlarım çok fazla. Hepsine cevap vermek istiyorum ama malum hatlarım çok yoğun şu günlerde.
  • Fark ettim ki uzun zamandır su içmiyormuşum. Birkaç gündür su içmeye başladım. Özlemişim lan! Yanımdan eksik etmiyorum vallahi.