david lynch etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
david lynch etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Nisan 2009 Pazar

The Straight Story

Öyle anlar vardır ki gözünüz hiçbir zorluğu görmez. Halinize bile bakmaksızın atarsınız kendinizi ucu bucağı görünmeyen yolların kollarına... Bir amacınız vardır, belki de aceleniz ama bırakmışsanız kendinizi vardır illa ki bir haklı yanınız. Geride bırakılmış ayrılıklara, dargınlıklara, ölümlere, yok oluşlara isyanınızdır bu. Belki de kendi varoluşunuza, hayatın sizi bir türlü uzak diyarlara süpüremeyişine ayaklanmışsınızdır, kim bilir! Velhasıl zaman alabildiğine hızlı akar, 10 sene 10 dakikada geçer gider... Siz ise vaktiyle eksik bıraktığınıza inandığınız birtakım şeyleri geç de olsa rayına oturtmak için yollardasınızdır. Halinize bakmadan, şarkıda da geçtiği gibi, yolları memleket eylemektesinizdir.
Yol hikâyelerine bayılmayan var mıdır şu yeryüzünde? Sanmıyorum. Şayet varsa, eh, ben de onlardan haz etmiyorum. Nerede olursa olsun, ister bir kitapta ister bir filmde - hele ki bir de bilfiil yaşıyorsanız - yol öyküleri kaçırılmaz. Pek çoğumuz farkında olmasak da yollar çok şey anlatır insana, çok şey öğretir. Bu yüzdendir çok gezenin her daim daha fazla biliyor oluşu. Evet, bazen balçığa bulanabilir ayaklarınız ancak bu bile çok şey öğretmez mi insana? Tabanlarınızın arşınladığı her metrenin ayrı bir öyküsü vardır ve yitip gitmek en çok böyle zamanlara yakışır. Tutunacak bir şeyiniz varsa üstelik, sol tarafınızda uzanan ve ilerledikçe kara bulutlara daha da yaklaşacağınızı bildiğiniz patikayı tercih etseniz de olur. Son noktaya ulaştığınızda amacınız daha fazla değer kazansın diye...
1999 yapımı The Straight Story'de yaşanmış bir yol hikâyesini izleme fırsatı buluyoruz. Alvin Straight'in 1994 yılında yapmış olduğu oldukça zorlu ve bir o kadar duygusal yolculuğunu ele alıyor. Bu ilginç mi ilginç hikâyeyi biraz daha derinden ele alalım... Alvin Straight 73 yaşındadır, sigara içmekten dolayı ciğerleriyle başı derttedir. Fakat canını asıl sıkan ayaklarıdır; bastonsuz hareket etmesi epey zorlaşmıştır. Öte yandan Alvin, hasta kızı Rose ile birlikte Iowa'da ikamet etmektedir. Bir gece acı acı çalan telefon kendisinden 750 kilometre ötede bulunan ve 10 senedir görüşmediği kardeşi Lyle'nin kalp krizi geçirdiğini ve hastaneye kaldırıldığını haber vermektedir. Artık ayağa bile güç bela kalkan hayatının sonbaharındaki Alvin için yollara düşmenin zamanı gelmiştir, tıpkı eski günlerde yaptığı gibi... Fakat bir sorun vardır. Alvin koltuk değnekleri olmadan epey zor hareket edebilmektedir, ayrıca araç ehliyeti de yoktur. Tam da bu sırada imdadına bahçede bulunan çim biçme makinası yetişir. Alvin kararını vermiştir, bu yolculuğun pahası ne olursa olsun göze almıştır... Arkasına dev bir römork iliştirilen küçücük bir çim biçme makinası ve önünde 750 kilometrelik bir yol... Alvin en az kendisi kadar yavaş ve yaşlı aracıyla, kardeşini belki de son kez görebilmesine ve aralarının düzelmesine olanak tanıyacak yollara bırakır bedenini. Önünde kilometreler, köyler, tarlalar, kara bulutlar ve yıldızlı geceler uzanırken onun aklını meşgul eden yegâne şey kardeşi için geç kalmamış olmaktır.
The Straight Story'nin gerçek bir öykü olduğundan bahsetmiştim. Bu hikâyeyi dinledikten sonra bir hayli etkilenen ve beyaz perdeye layık gören isim ise ünlü yönetmen David Lynch. Öyle ki ödüllü yönetmen sırf bu film için alışıldık tarzından ödün vermeye bile razı olmuş. David Lynch sinemasının özünde yatan en büyük albeni karışıklıktır. Bunun en büyük izlerini Lost Highway ve Mulholland Drive'de görmek mümkün. Lynch sinemasında öyküye kendinizi kaptırırsınız, her an sürprizlere açık olmanız gerekir, ve finalde aklınızda kalan kocaman bir soru işareti olur. İşte David Lynch'in birçokları üzerinde hayranlık uyandıran özelliği budur. Evet, bunun biraz acımasızca olduğu belki kabul edilebilir. Fakat klasikten uzaklaşmak her daim iyidir. O yüzdendir ki The Straight Story kolay anlaşılabilirliği ve pazar öğleden sonrası filmleri tadında olması dolayısıyla David Lynch'in bilindik tarzından bir hayli uzak olsa da, bu durum ne Lynch'in yıldızlarını söndürüyor ne de bu müthiş filme gölge düşürüyor. Esasında The Elephant Man'da başvurduğu yöntem de yine bizi bu filme yönlendiriyor. Diyor ki; "İlk defa yapmıyorum bunu"...
Filmde Alvin Straight karakterine hayat veren ve bu performansıyla ödüllere ambargo koyan Richard Farnsworth'un ayrı bir övgüyü hak ettiğini söylemezsek olmaz. Film çekildiğinde 79 yaşında olan Farnsworth böylesine zorlu bir performansın altından şaşırtıcı bir gerçeklikle kalkmış. Her dakika değişen duygu seline rağmen ustalıkla ifade değiştiren oyuncunun filmin çekimlerinden kısa bir süre sonra intihar etmiş oluşu kendisi hakkında değinebileceğim tek olumsuz nokta.
Filmin oyuncuları arasında kısa bir süreliğine de olsa Harry Dean Stanton'u görüyoruz. Paris, Texas'ın da bir yol öyküsü olmasını göz önünde bulundurarak hemen o filmin önünde de belimize kadar eğiliyoruz.
The Straight Story'den bahsederken filmin o müthiş müziklerine ayrı bir parantez açmadan olmaz. David Lynch filmlerinin vazgeçilmez kompozörü Angelo Badalamenti, filmin atmosferine, inişlerine ve çıkışlarına değdirmiş bestelerini ve ortaya filmle harika bütünlük sağlayan bir müzik demeti çıkmış. Öyle ki insanın içinin huzurla dolması işten değil.
Mutlaka seyredilmesi gereken bir sinema mucizesi Alvin Straight'in öyküsü. Sinemanın büyüleyici yanını bir kez daha gözler önüne seren bir film The Straight Story. Muhteşem finali ile insanın gözlerini yaşartan, kendisi gibi sessizliğe boğan; traktörler, çim biçme makinaları, huzur dolu kasabalar, tarlalar, yıldızlar, yağmur, umut ve kardeşlik üzerine harikulade bir güzelleme...

26 Aralık 2007 Çarşamba

The Elephant Man

İnsanoğlunun doğup, büyümesi, ölümü ve dolayısıyla varoluşu ne kadar doğal ise yine aynı insanoğlunun bu aşamalardan nasıl geçtiği de son derece mühimdir. Demek istediğim; her insan ya da herhangi bir canlı dünyaya eşit şartlarda gelemeyebilir. Hayatını istediği gibi, diğerleri ile muadil koşullarda devam ettiremeyebilir de. Biraz daha açık olmak gerekirse her bireyin dünyaya gerek fiziki gerekse ruhsal bakımdan sağlam olarak gelebileceğinin bir garantisi olduğunu kim iddia edebilir. Her gün, her saniye yeryüzüne kaç yeni hayat "Merhaba" diyor? Bunların kaçının sağlam kaçının ise engelli olarak dünyaya geleceğini bilmesek de her iki kümeyi de dolduracak kadar olduklarını tahmin etmek pek güç değil. Peki bu iki kümeden bir birleşim kümesi çıkarabiliyor muyuz? Yoksa tamı tamına zıt kutuplara mı yönlendiriyoruz? Yüreğimiz ilkini seçmek iter elbette, ancak aklımız kesinlikle ikincisi olduğunu söylüyor bize. Peki bunun sebebi nedir? İnsanların bedensel ya da ruhsal deformasyona uğramış olmaları onları görmezden gelmemiz, toplumdan dışlamamız ve hatta bulundukları durumu alay konusu etmemiz için yeterli bir sebep midir? Kendi tercihleri olmamasına karşın bulundukları hâli kabullenmiş insanlarla bizim alıp veremediğimiz nedir? Sorular sorular sorular... Cevapları olmayan, olsa da dile getirmek için iki dudağımızı kıpırdatmadığımız sorular... Aslında cevapları dışarıya değil kendimize vermemiz gereken sorular... Siz kendi cevabınızı arayadurun aslında kendi iç hesaplaşmanızı yapmanıza yardımcı olabilecek cevap niteliğindeki bir adamın hikâyesini, aslında hepimizin hikâyesini aktarmaya çalışayım size.
John Merrick, Victoria döneminde İngiltere'de yaşamış genç bir adamdır. Annesi kendisine 4,5 aylık hamile iken bir filin saldırısı sonucu hayatını kaybetmiştir. Merrick mucizevi bir şekilde çok ender rastlanan bir hastalığın da kurbanı olarak dünyaya gelmiştir. Hastalığının ise eşi benzeri yoktur. Sahip olduğu illet yüzünden son derece deforme olmuş bir bedene ve yüze sahiptir. Yıllar hızla geride bırakılır. Doktor Frederick Treves şehre gelen gezici bir panayırda sergilenmekte ve adeta bir kafes hayvanı muamelesi görmekte olan "Fil Adam" hakkında bilgi sahibi olmak ister. Fil Adam'ın sahibi Bytes'a para vererek onun hazinesini görme fırsatı yakaladığı an aslında hayatındaki pek çok şeyin artık eskisi gibi olmayacağının da farkına varır. Doktor Treves onu hapsolduğu korkunç hayattan kurtarır ve o zamana kadar hiç de aşina olmadığı bir dünya ile tanıştırır. Her başlangıçın zorluğu gibi Treves'in Merrick'i topluma kabul ettirmesi kolay olmaz. Treves onu çalıştığı hastaneye getirir. Ancak doktor heyeti umutsuz vaka olarak gördükleri Merrick'in akıl sağlığının bile yerinde olmadığı iddiası ile hastaneden uzaklaştırılmasını talep ederler. Her şeyin ilacı olan zaman Merrick'in yaralarına da merhem olur. Bir süre sonra anlarlar ki Merrick'in akıl sağlığında herhangi bir sorun olmadığı gibi kendisi son derece zeki bir insandır. Merrick bir süredir bulunduğu yeni çevreye, başlangıçta kendisinden ürken ve ona karşı olanlar da Merrick'e alışmaya başlar. Ancak kimsenin birbirine benzemediği dünyada yine de Merrick'i toplumdan dışlayacak, onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanacak insanlar da birden bire boy göstereceklerdir.
Fil Adam olarak anılan John Merrick'in gerçek yaşam öyküsüne bire bir dayanan ve insanoğlunun kendisi gibi olmayana, yani ötekine, karşı takındığı acımasız tutumu, kendisinden farklı olanı kabullenmekteki zorlanışı anlatan 1980 yapımı bu muhteşem filmin yönetmenlik koltuğunda Kayıp Otoban ve Mulholland Drive gibi filmlerden tanıdığımız usta isim David Lynch'i görüyoruz. Kendisi bu filmde en iyi performanslarından birine imza atmış ve kamera arkasında ve önünde ne varsa hepsini kusursuz bir şekilde yönermiş. Özellikle filmi 1980 yapımı olmasına rağmen siyah beyaz çekmeyi düşünmesi o dönemi çok iyi yansıtmasına olanak tanımış. Müzikler bile öylesine kullanılmış ki zaten insanın yüreğiyle oynayan bu filmi daha da dokundurucu kılınmış.
The Elephant Man'in oyuncu kadrosu da harikulade. Özellikle başrolde gördüğümüz ve Doktor Frederick Treves'i canlandıran Anthony Hopkins film boyunca oyunculuk dağında nasıl zirve yapılırın dersini vermiştir. Hele filmin başında Merrick'i ilk gördüğü sahne vardır ki "Tamam, budur" dersiniz. Hopkins dışında Fil Adam John Merrick'i Nineteen Eighty-Four, Alien, Harry Potter and the Sorcerer's Stone, Captain Corelli's Mandolin, Dogville ve V for Vendetta gibi yapımlardan tanıdığımız aşmış aktör John Hurt canlandırıyor. Kendisi her ne kadar bu filmde John Merrick'in bedensel deformasyonu yüzünden oyunculuğuna bedenini katamasa da sadece gözleriyle bile nasıl bir oyuncu olduğunu göstermiş. Özellikle Doktor Treves'e öyle bir "Beni iyileştirebilir misiniz?" deyişi vardır ki gözlerinize söz dinletemezsiniz o an.
The Elephant Man her bünyenin kolay kolay kaldırabileceği bir film değil. Öncelikle bunu belirtmek gerek. Çünkü gerçekten filmi izlerken bir sinema şölenine tanıklık ettiğinize mi yoksa kendi kendinize ıstırap çektirdiğinize mi karar veremiyorsunuz. Ancak kesin olan bir şey varsa o da abartısız 124 dakika boyunca boğazınıza birer birer gemici düğümlerini atıyor bu film, gerçek anlamda nefesinizi kesiyor. Nefesi kesilmek... Mecaz değil, gerçek. Filmin sonlarına doğru sahiden nefes alamadığımı hatırlıyorum. David Lynch öyle bir Fil Adam aktarmış ki beyaz perdeye bu Fil Adam'a tanıklık eden insan aslında çirkine ve çirkinliğe bakarken kendi içindeki çirkini ve çirkinliği keşfedip keşfedemediğini sorguluyor. Öyle bir düşünce alıyor ki sizi gerçek Fil Adam'ın John Merrick mi yoksa kendimiz mi olduğunun muhasebesini yaparken buluyoruz kendimizi. Her gün akşam haberlerini izlemek için açtığımızda birçok Fil Adam'a rastlamıyor muyuz? Onları sırf para kaygısı yüzünden ekranlarda pazarlayanlar kimler oluyor peki? Kararı siz, biz vereceğiz! Böyle bir film The Elephant Man, izlenmesi gereken izlendikten sonra bir daha izlemeye korkulan... İnsanın sıdkını sıyıran, gözlerden akan iki damla yaşı yanaktan süzülerek yere konduran...