28 Nisan 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #25

  • 1 Mayıs yaklaşıyor... Geçen senenin ardından İstanbul'daki kutlamalar bu sene de Taksim'de. En ağır günüm perşembeden vakit bulabilirsem yolları aşındırıp "ayaklar olarak başa mesaj vereceğiz"... Zira ayaklar olmadan baş sadece baş olarak kalır. Başı baş yapan da ayaklar değil midir? Başladım bile... Bakın; "1 Mayıs, 1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı. Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı"...
  • "Durduramayacaklar halkın coşkun akan selini"...
  • Yüzüklerin Efendisi'nin muhteşem Tek Yüzük'üne rastladım dün bir mücevheratçıda. Fiyatı biraz el yakan cinsten. Ancak...
  • Sonunda bu da oldu. Lost'un ana karakterlerinden biri dizinin yayınlanan son bölümünde Türkçe konuştu. İyiyiz iyi!
  • Başbakan çakı taşıyordu değil mi? Kızmayın ona, ne de olsa bir Kasımpaşalı o!
  • Niğde'de içkili mekanlar kent merkezinin 5 kilometre dışına taşınacakmış.
  • İlginç bir duyum daha geliyor... Ankaragücü Bayan Voleybol Takımı masörü Türkan Özsu gecenin bir yarısı rahatsızlanmış ve hastaneye götürülmüş. Gariplikler bundan sonra başlıyor. Ankara Etlik'teki Özel Lokman Hekim Hastanesi'nin acil servisinde bulunan doktor Özsu'yu alkollü olduğu gerekçesiyle muayene etmemiş. Namaz esnasında kalp krizi geçiren adama müdahale etmeyen cemaatin yaptığı ile bu olay arasındaki 7 farkı bulmanızı rica edeceğim.
  • Malum ülkede pirinç bunalımı var. Mehdi Eker ne demiş bu konuda: "3-5 gün pirinç yemeyiz, olur biter!"
  • Bugün bölüm olarak kurduğumuz eğitim vakfı dahilinde anket yapmak için ziyaret ettiğimiz bir ilkokulda 5.sınıflar ile ilgilenmek bana düştü. Anket sonrası kendilerine avuç avuç dağıttığım şekerleri gördüklerinde gözlerinin faltaşı gibi açılmasını geçtim, içleri tertemiz ve daha fazlasını öğrenmekten başka bir şey istemeyen bu çocukların cıvıltısı cezbetti beni. Bir tanesi bana laf bile soktu. Aynen şöyle oldu:
    - Büyüyünce ne olmak istiyorsunuz bakalım siz?
    - (Bir tanesi atlar) Ben doktor olmak istiyorum ama kandan korkuyorum.
    - Eee, o zaman diş doktoru ol sen de.
    - Onda da kan var ki!
    - Evet! :S
  • Bu da oldu. 90 yaşında bir kadına da tecavüz girişiminde bulunuldu. Olayın yaşandığı ülkeyi yazmıyorum.
  • Dün ligin final maçı niteliğindeki Galatasaray-Fenerbahçe maçındaydım. Yendik, şişirdik ve hatta dolma yapıp pişirdik. Muhteşem atmosferden çıkamazlardı zaten, çıkamadılar da. Ve evet, hava atıyorum!
  • 2 gün önce Çernobil faciasının 22'nci yıldönümüydü. Nükleer Santrallere koca bir HAYIR!
  • Daha önce yazdım mı bilmiyorum ama Burger King'in sarımsaklı mayonezi gibisi yok. Bugün Carrefour'da gördüm, piyasaya da çıkmış! Mmhh!
  • Esen kalın!

Dinlenmesi Gerekenler (24) - Lord of the Rings

There are signs on the Ring
which makes me feel so down
There's one to enslave all rings
to find them all in time
and drive them into darkness
Forever they'll be bound
three for the kings
of the elves high in light
nine to the mortal
which cry

I'll keep the Ring full of sorrow
I'll keep the Ring till I die
I'll keep the Ring full of sorrow
I'll keep the Ring till I die

Slow down and I sail on the river
Slow down and I walk to the hill

And there's no way out

Mordor

Dark land under Sauron's spell
threatened for a long time
threatened for a long time
Seven rings to the dwarves
in their halls made of stone
into the valley
I feel down
One Ring to the Dark Lord's hand
sitting on his throne
in a land so dark
where I have to go
I'll keep the ring

Slow down and I sail on the river
Slow down and I walk to the hill

BLIND GUARDIAN

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 31

- I do not know what strength is in my blood, but I swear to you I will not let the White City fall, nor our people fail. (Viggo Mortensen)
- Our people, our people. I would have followed you, my brother... my captain... my king. (Sean Bean)
- Be at peace, Son of Gondor. (Viggo Mortensen)

(The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring)

26 Nisan 2008 Cumartesi

Ç

ABC'yi onlar öğrettiler.
Che'yi biz öğrendik.

Sunay AKIN

25 Nisan 2008 Cuma

The Bucket List

Klasiktir, başımıza bir şey gelmeden önlem almayız. Eşyanın tabiatı gereği bu dünyanın her yerinde böyledir. Çok zengin de olabilirsiniz, yoksulluğun dibine vurmuş da olabilirsiniz. Henüz hayatınızın baharında da olabilirsiniz, hayatınızın baharında açan çiçekler yapraklarını dökmüş de olabilir. Zamansız gelir amansız hastalıklar. Bir yerinizde hafif karıncalanmalarla başlar durum. Önemsemezsiniz. Ağrıya bırakır yerini karıncalanma. Onun da geçeceğini düşünürsünüz. Ancak günler ilerledikçe rahatsızlık artar. Doktorunuzun karşısına geçtiğinizde doktor acımasız davranarak size bahşedilen gözlerle dünyaya ne kadar daha bakabileceğinizi doğrudan söyler yüzünüze. Bir Kemal Sunal filmi değildir içinde bulunduğunuz durum. Bir başkasının dosyaları ile karışmamıştır dosyalarınız. Artık sizi ne sahip olduğunuz milyon dolarlar kurtarabilecektir, ne de yakınlarınızın sevgisi. O an geçmişinize doğru baktığınızda aslında pek de eğlenceli bir hayat yaşamamış olduğunuzu hatırlar, acı tebessüm kondurursunuz yüzünüze. O tebessüm çok şey anlatır bir anda...
Edward Cole ve Carter Chambers da hayatlarının sonbaharıda yüzlerine böyle bir tebessümü oturtmuş iki ihtiyar. Edward çok ünlü bir hastanenin sahibidir. Dolayısıyla paraya para demez. Her istediğini alabilecek kadar parası vardır, sağlığı dışında. Carter'ın ise, Edward'ın aksine, sahip olduğu tek şey ailesidir. Onlara olan sevgisi kendisi için en büyük hazinedir. Lâkin sevgi her zaman sağlık getirmiyor. İki ihtiyar ölümcül bir hastalığın pençesinde olduklarını öğrendikleri an dünyaya sırt çevirmek yerine hayatın güzel yanlarına sarılmayı seçerler. Edward'ın parası ve Carter'in cesareti her ikisine de yetecektir. Kalan günlerini hastane odasında geçirmek yerine o güne kadar görmeyi isteyip de göremedikleri yerleri görmeye, yapmayı isteyip de yapamadıklarını yapmaya harcamaya karar verirler. Hasta ihtiyarlar için hayat bundan sonra başlayacaktır.
The Bucket List ölümcül bir hastalığa yakalanmış iki ihtiyarın kalan günlerini bir hastane odasında harcamak yerine günlerini gün etmeyi seçmelerinin hikâyesidir. Alırlar ellerine bir kağıt kalem ve teker teker yapmayı istedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Yarış arabalarına atlayıp sürat yaparlar, paraşütle atlarlar, dövme yaptırırlar, Tac Mahal'e giderler, Himalayalar'a çıkarlar...
A Few Good Men, Misery ve The Princess Bride gibi başarılı yapımlardan tanıdığımız Rob Reiner'in yönetmelik koltuğunda oturduğu filmin belki de en büyük başarısı Oscarlı iki büyük ismi biraraya getirmiş olması. Aşmış aktörler Jack Nicholson ve Morgan Freeman'dan bahsediyorum. Her iki aktör de ilk kez birlikte çalışmış ve ortaya beklendiği gibi oyunculuk yönü çok kuvvetli bir yapım çıkmış. Nicholson Edward Cole karakterine hayat verirken, Freeman da Carter Chambers'ı canlandırmış. Filmde aynı zamanda Morgan Freeman'ın oğlu Alfonso Freeman rol almış.
The Bucket List baştan sona izleyeni eğlendirmeyi başaran, Jack Nicholson ve Morgan Freeman'ı aynı yapımda göstererek yüz güldüren ve dramatik sonu için mendilleri hazır ettiren bir film. Ölümcül hastalıkların sadece yas tutmayı gerektirmediğinin, aslında dillere destan bir hayat jübilesi yapabilmek için bir fırsat olduğunun altını çizen bir yapım aynı zamanda.

21 Nisan 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #24

  • Ölüyorum tanrım
    Bu da oldu işte.
    Her ölüm erken ölümdür, biliyorum tanrım.
    Ama ayrıca aldığın şu hayat
    fena değildir...
    Üstü kalsın...
  • Kâzım Koyuncu'nun hastalığı boyunca kendi internet sitesine yazdığı umut dolu mektupları okudum az önce. İnsan bir garip oluyor ve isyan ediyor ister istemez.
  • Sunay Akın'ın ölüm üzerine çok güzel bir sözü var. Kâzım Koyuncu, Kemal Sunal, Barış Manço... Bu isimler ve daha niceleri aklıma geldikçe bu sözü hatırlıyorum: "Doğum herkesi eşitler, ölüm ise seçkin insanları ortaya çıkarır"...
  • Trabzon'da merkezi sistemden kaynaklanan frekans karışıklığı sonucu öğle ezanı yerine Zeki Müren'in bir şarkısı cami hoparlörlerinden yayınlanmış. Duymasın birileri.
  • Kesintisiz 8,5 saat Play Station oynayınca sol baş parmağınız iflas ediyormuş. Ben bugün bunu öğrendim.
  • Bir Çin atasözü duydum dün. Çok hoşuma gitti. Aktarıyorum: "Soran 5 dakika, sormayan bir ömür boyu aptaldır"
  • Joe Satriani yeni albümündeki bir parçaya "Aşık Veysal" adını vermiş. Soyisimdeki yanlıştan ötürü özür dilese de biz kutladık onu zaten.
  • Starbucks'taki Caramel Macchiato ne güzel bir içecektir öyle. Kahveden nefret eden bana bile kahveyi sevdirecek bu gidişle.
  • Ligin erken finali önümüzdeki pazar akşamı Ali Sami Yen Stadyumu'nda... Kazanan taraf büyük ihtimalle şampiyon olacak. Saha ve seyirci avantajı bizde. Biletlerimizi aldık cehenneme bekçilik yapmak için...
  • Sizlere bu Pazartesi Notu'nu 36 saatlik bir uykusuzluk ve 1,5 saatlik bir halı saha maçının verdiği yorgunlukla beraber yazıyoruaaaaaağğğhhhhh! Yatsam iyi olacak belki de.
  • İstanbul Küçükbakkalköy'de "Abooov" isimli bir lokanta var. Sahibi Adanalı. Muhteşem kebaplar yapıyorlar. Ben parmağımı bile yedim. O derece yani!
  • Neden hep filmlerde ve dizilerde şüpheliyi sorgulayan polis sandalyeye ters oturur?
  • Selam olsun!

20 Nisan 2008 Pazar

God of War 2: Divine Retribution

Son zamanlarda kendime ve Kültür Sepeti'ne vakit ayıramıyor oluşumun yegâne sebebidir bu oyun! Pişman mıyım peki? Asla!

Ömer Hayyam'dan (2)

  • Ey özünün sırlarına akıl ermeyen;
    Suçumuza, duamıza önem vermeyen;
    Günahtan sarhoşum, ama dilekten ayık;
    Umudumu rahmetine bağlamışım ben.
  • Büyükse de isyanım; kötülüklerim,
    Yüce Tanrı'dan umut kesmiş değilim;
    Bugün sarhoş ve harap ölsem de yarın
    Rahmete kavuşur elbet kemiklerim.
  • Tanrım bir geçim kapısı açıver bana;
    Kimseye minnetsiz yaşamak yeter bana;
    Şarap içir, öyle kendimden geçir ki beni
    Haberim olmasın gelen dertten başıma.
  • Ey Zaman, bilmez misin ettiğin kötülükleri?
    Sana düşer azapların, tövbelerin beteri.
    Alçakları besler, yoksulları ezer durursun:
    Ya bunak bir ihtiyarsın, ya da eşeğin biri.
  • Her sabah yeni bir gün doğarken,
    Bir gün de eksilir ömürden;
    Her şafak bir hırsız gibidir
    Elinde bir fenerle gelen.
  • İçin temiz olmadıktan sonra
    Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
    Hırka, tesbih, post, seccade güzel:
    Ama Tanrı kanar mı bunlara?
  • Felek ne cömert aşağılık insanlara!
    Han hamam, dolap değirmen, hep onlara.
    Kendini satmayan adama ekmek yok:
    Sen gel de yuf çekme böylesi dünyaya!
  • Beni özene bezene yaratan kim? Sen!
    Ne yapacağımı da yazmışsın önceden.
    Demek günah işleten de sensin bana:
    Öyleyse nedir o cennet cehennem?
  • Ferman sende ama güzel yaşamak bizde:
    Senden ayığız bu sarhoş halimizde.
    Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı:
    İnsaf be Sultanım, kötülük hangimizde?
  • Camiye gittim, ama Allah bilir niye:
    Ne namaz kılmaya, ne dua etmeye.
    Eskiden bir kilim aşırmıştım camiden:
    O eskidi gittim yenisini yürütmeye.

19 Nisan 2008 Cumartesi

İstanbul Oyuncak Müzesi

Sunay Akın... Çoğumuz yazar kimliğiyle tanırız onu. Ancak o yazar kimliğinin çok ötesinde aslında. Herkes gibi bir hayali vardı onun da. Ancak onun hayalini özel kılan günü geldiğinde gerçekleştirebilecek olmasıydı. İmkânsız bir şey istemedi o. Son derece muhteşem bir hayale sahip olsa da Türk toplumunun yadırgamadan geçeceği bir fikir değildi onunkisi.
Çocukluktan yeni çıkmıştı. Bir daha oyuncaklar olmayacaktı hayatında. Olamazdı çünkü. Yetişkinliğe bir adım atmayagörsün insan, hayalgücünün gelişmesine en büyük olanağı sağlayan oyuncaklardan uzak bir ömür sürmek boyun borcudur bir bakıma. Hep çocukları olması, onların oyuncaklarına dokunabilmesi ihtimali ile yaşar. Fakat Sunay Akın'ın bakış açısı farklıydı. Dünyanın dört bir yanını dolaştı. Gittiği her yerden oyuncaklar elde etti. En nihayetinde binlerce parçadan oluşan bir koleksiyona sahip oldu. Yine de bunları sadece kendini tatmin etmekte kullanamazdı.
İstanbul Göztepe'de ailesinden kalma 5 katlı bir köşke sahipti Akın. Öyle bir köşk ki birçoğumuzun sahip olması halinde kendinden başka kimsenin yararına kullanmaya kıyamayacağı bir köşk. Sunay Akın bu köşkü içinde bir yerlede hâlâ çocukluklarını yaşayanlara açacaktı. Maksadı buydu. Bunun için ülke ülke dolaşıp oyuncaklar topladı. 23 Nisan 2005 tarihinde ise bu köşkü İstanbul Oyuncak Müzesi adı altında kamuya açtı.
Uzun zamandır aklımdaydı benimde. Bulduğum ilk boş vakitte gidip görmek istiyordum bu hayal alemini. Beklenen gün bugünmüş. Sıcağı sıcağına izlenimlerimi ve yasak olduğu halde çekmeyi başardığım fotoğrafları paylaşmak istedim. Bir gazetede çalışsam iyi fotoğraflar yakalayabilirdim sanırım.
Başlangıçta bulmakta zorlanacağımı düşündüğüm müzeye çok rahat ulaştım. Göztepe'de bulunan Erenköy Kız Lisesi'nin sağında bulunan ilk sokaktan girdiğinizde Bağdat Caddesi'ne doğru 10 dakika yürümeniz gerekiyor. Zaten sokağa girdiğiniz andan itibaren müzeyi işaret eden levhalar işinizi kolaylaştırıyor. Müzenin bulunduğu sokağa adımınızı attığınız andan itibaren sizi karşılayan zürafa şeklindeki sokak lambaları etraftaki gizemli havaya kendinizi kaptırmanızı sağlıyor. Sonrası malum... Kendinizi müzeye atıyorsunuz ve olanlar oluyor. Gişeden son derece uygun fiyata biletinizi aldıktan sonra elinizdeki fotoğraf makinasını gören görevli fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söylüyor. Makina flaşlarının oyuncaklara vereceği zarardan bihaber olmadığım için gizli saklı bulduğum tüm fırsatları flaşsız fotoğraf çekeren değerlendirmeyi başardım.
Müzenin dekorasyonu ve yaratıcılığı had safhada. Girdiğiniz her oda belli bir kompozisyonu yansıtıyor. Ve öyle manidar odalara giriyorsunuz ki an geldiğinde bulunduğunuz yerin bir oyuncak müzesinden çok daha öte bir yer olduğunu düşünüyorsunuz. Örnek verelim hemen... Üçüncü katta hemen solunuzda bulunan odaya girdiğinizde fonda çalan Schindler's List filminin dramatik jenerik müziği eşliğinde küçük bir plazma televizyonda oynayan İkinci Dünya Savaşı görüntülerine tanıklık ediyorsunuz. Ekranın yanında dizilmiş savaş mağduru çocukların yürekleri burkan fotoğrafları da cabası. Bu odada kurulan platformlardan birinde Nazi askerlerinin oyuncaklarını görüyoruz. Hemen arkalarında Adolf Hitler konuşma yapmakta. Başımızı biraz aşağıya çevirdiğimizde ise bu platformun savaşta katledilmiş ve yakılmış insan yığınları üzerine kurulduğunu görüyoruz. Ve oyuncakların yanına iliştirilmiş bir not... Notta Birinci Dünya Savaşı'nın 1 Eylül 1939'da Almanya'nın Polonya'yı işgal etmesiyle başladığı ancak bunun bir yanılgı olduğu yazılıyor. Yazıya devam ettiğimizde ise 1933 yılında Adolf Hitler'in çocuklara oyuncak askerler dağıttığı ve o vakitler savaşı sevdirdiği çocukları 1939 yılında başlayan savaşta cepheye gönderdiği, dolayısıyla savaşın üstü kapalı da olsa 1933 yılında başladığını okuyoruz.
Bir başka odaya yöneldiğimizde odanın bir tren kompartımanı şeklinde dizayn edildiğine şahitlik edip, yüzümüze aptal bir tebessüm konduruyoruz. İfadelerimin biraz yemek tarifini andırdığının farkındayım... Bu gereksiz nottan sonra sanal gezimize devam edelim. Aynı odada haliyle tarihteki belli dönemlerde kullanılmış trenlerin oyuncaklarını ve haklarında yazılmış kısa notları görüyoruz. Bu odada biraz oyalanıp anne ve babayı telefonla arayıp o an orada olsalar çok duygulanacaklarını belirtip devam ediyoruz.
Odadan çıktığımızda Sunay Akın'ı görüyoruz. Biraz peşine takılıp müzeyi onun anlatımıyla geziyoruz ki bunun verdiği haz da bambaşka bir şey. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var, Sunay Akın her hafta sonu büyük bir aksilik olmazsa müzedeki yerini alıyormuş. Bilginize...
Odaların biri ise bambaşka... Adımınızı attığınız an kendinizi uzaya çıkmış gibi hissediyorsunuz. Kapkara bir tavan ve tavana serpiştirilmiş minik ışıklar. Uzay Yolu ve Yıldız Savaşları karakterlerinden, Yuri Gagarin ve Neil Armstrong'a; Godzilla'dan Ay'a ayak basıldığı tarihin gazete manşetlerine kadar hepsini bu odada görüyoruz.
Müzenin belki de en etkileyici yerinden bahsedeceğim şimdi: Tuvalet! Garipsemeyin lütfen. Tuvaletin içine girmedim. Neden böyle bir aptallık ettiğimi anlamıyorum ama orada da ilginç bir şeyler olacağına inanıyorum. Neyse... Ben tuvalete giden yoldan bahsedeceğim zaten. Müzenin giriş katı üçüncü kat. Giriş katının alt tarafında kapalı ve açık çok hoş bir kafeterya var. Biz burayı da geçiyoruz ve ilk kata iniyoruz. Bu katın sağ tarafında oldukça büyük bir sinema salonu var. Sağa dönmüyoruz tabii.Sol tarafa adımımızı attığımız an sanki müzeden çıkmışız ve bir denizaltında seyretmekteymişiz hissine kapılıyoruz. Çünkü koridor ve duvarlara yerleştirilen objeler size olduğu gibi bu havayı hissettiriyor. Duvarlarda bulunan pencereler aslında birer akvaryum ve içinde akvaryum köpekbalıkları cirit atıyor. Bu pencerelerin önünde birer fotoğraf çekilip bir üst kata kafeteryaya gidip biraz mola alıyoruz.
İstanbul Oyuncak Müzesi'nde yer alan oyuncakların önünde bulunan etiketlerde yapıldığı ülke ve yapım tarihini görmek mümkün. Gördüğüm en eski tarih 1880. Müzede benimle aynı jenerasyona dahil bütün çocukların illa ki sahip olduğu teneke arabalara, solo testlere, katlı bardaklara, kamyonlara, plastik askerlere, kuklalara (ki kuklalardan bir tanesi Müjdat Gezen'i canlandırmakta) ve hatta Cin Ali'ye bile rastlamak mümkün. 22 yaşındaki ben bile nostalji yaşadıysam, annelerimiz ve babalarımızı burada dolaşırken düşünemiyorum.
İstanbul Oyuncak Müzesi'nde Pele'nin Halit Kıvanç adına imzalayıp ona hediye ettiği topu da görmek mümkün. Yazı burada sona erecek ve ben bu ayrıntıyı es geçmek istemedim. Daha fazlası için müzeyi ziyaret etmeniz daha hoş olacaktır. Ben yine de aşağıda çekebildiğim fotoğraflardan birkaç tanesini daha paylaşıyorum. Evet, bugün çok mutlu ettim kendimi!

Hiroşima ve Nagasaki'ye Atom Bombasını Atan Uçak


















Bebekler ve İtfaiye Araçları


















Beyaz Saray ve Askerler


















Cin Ali Kitapları


















Kızılderililer


















Çocuk Müjdat Gezen


















Pastacı Kız


















Polis Arabaları


















Vapur

15 Nisan 2008 Salı

Dinlenmesi Gerekenler (23) - Fırtınam

Çoban oldum gidiyorum yapayalnız bu diyardan
Kırbacın vurma yüzüme düşürür halim zora
Karın oldum eriyorum güneş olma yamacımda
Irmağın olurum senin suların önünde durma

Yolum uzun gör güzelim
Vakit doldu ben gideyim
Küçük yaşta ağlar oldum
Fırtınamsın benim
Sen estikçe ben titrerim

HAYKO CEPKİN

Barış İle!

Bir jest mi bu? Kesinlikle değil. Söz konusu bir insanlık ayıbıysa ve bunun hakkında bir şeyler karalama fırsatım varken, bunu yazabileceğimden çok daha iyi ifade eden Mobius'un yazısına yönlendiriyorsam okumanız için... Okuyun ve düşünün efendim!

BARIŞ İLE!

14 Nisan 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #23

  • Kocaeli'de bir grup genç bir kargayı yapıştırıcı ile kaldırıma yapıştırmış. Oysa ki biz hayvanları çok seven bir millettik. Bunu yapan hayvanları kınayalım
  • İstanbul'un her yeri laleler ile donatıldı. Lale Devri'ne dönmüş gibi olduk :p Şaka bir yana, zaman zaman sarı ve kırmızı renkteki laleleri yan yana görüyorum. Fotoğraflamak lâzım onları...
  • O kadar güzel kelimelerimiz var ki aslında; netekim, binaenaleyh, mamafih, velev ki, bilmukabele, filhakika ve velhasılıkelam gibi... Kullanalım onları. Yok olmasınlar!
  • Uzun zaman oldu bir film yazısı yazmayalı. Özledim sanki!
  • Traş köpüğünün gecenin bir yarısı kendi kendine köpük fırlattığına şahit oldum dün. Daha neler gelecek başımıza!
  • Bolu'da sele kapılıp kaybolan bir çocuğun ailesine kaymakamlık arama için dalgıç elbisesi hediye etmiş. Ne diyelim ki buna?
  • Erikler henüz olgunlaşmasa da çıktı. Mevsimi çabuk geçen bu meyveyi bol tuzla tüketmek gerek.
  • Zeytin ile hâlâ barışamadım. Ben bu kahvaltılığı hiç bir zaman sevemeyeceğim galiba.
  • "Fırtınamsın benim, sen estikçe ben titrerim" ne de güzel bir şarkı sözüdür.
  • Çam balı da güzel bir şey mesela.
  • Sınavın orta yerinde uçlu kalemin ucunun bitmesi kötü bir durum.
  • Pazartesi Notları'nın bitmesi kadar değil elbette!!!

13 Nisan 2008 Pazar

Ice Age 3

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 30

Have you ever danced with the devil in the pale moonlight? - (Batman - Jack Nicholson)

Bir Konser ve Bir Albüm

Geçtiğimiz günlerde müzikseverler için çok güzel iki haber duyuruldu. Bunlardan biri dünyaca ünlü tekno grubu Metallica'nın önümüzdeki yaz İstanbul'da vereceği konser ile ilgili. Grubun resmi internet portalında Türkçe olarak yapılan açıklamaya göre 27 Temmuz 2008 tarihinde Metallica Türk hayranlarıyla İstanbul Ali Sami Yen Stadyumu'nda buluşacak.
İkinci haber ise son albümleri 10 yıl önce çıkan ve dolayısıyla uzun süredir hayranlarına heyecanlı bir bekleyiş veren başka bir gruptan... Portishead'den söz ediyorum tabii ki. Grupla aynı ismi taşıyan ikinci albüm 1997 yılında piyasaya çıkmıştı. O günden beri yeni bir albümü yoktu Portishead'in. Yapılan açıklamaya göre bu ayın 28'inde grubun üçüncü albümü olan Third bekleyenleri ile buluşacak. Biz Portishead hayranlarını ise teypten gelen cızırtılı sesin odayı kapladığı ışıksız geceler bekleyecek.

7 Nisan 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #22

  • Çelik'in "Yüce Atatürk" şarkısını dinledim az önce. Uzun zaman olmuştu... Duygusallık bir yanda, düşünceler bir yanda...
  • Chelsea'yi destekleyeceğim ulAn!
  • Bundan sonra trafik kazası yapan vatandaşlar işi polise bırakmadan kendi aralarında anlaşabileceklermiş. İlginç!
  • Bu da oldu! Number 1 Tv erotik klip yayınlamakla suçlanmış.
  • Yağmur yağdı bugün. Kollar yine açık, yüz yine göğe kalkık...
  • MSN Messenger kullanmakta dünya üçüncüsüymüşüz. 25 milyon Türk kullanıcısı varmış bu hizmetin.
  • Akdeniz Üniversitesi'ne dün saldırıda bulunulmuş. Her zaman şikayet ederdim o kampüse insanların elini kolunu sallayarak girdiğinden... Yahu adam belinde silahla kampüse giriyor, güvenlikler ne yapıyor?
  • "Kanka" ve "Yavuklu" en nefret ettiğim kelimeler arasında rahatlıkla ilk ikiye girer.
  • Tekken 5 ne güzel bir oyunumuzdur.
  • Simit ve ayran çok güzel bir ikili oluşturuyorlar. Cidden!
  • En yakın zamanda Sunay Akın'ın Göztepe'deki Oyuncak Müzesi'ni görmek istiyorum. Oyuncak askerler ve kızılderililer de vardır orada.
  • Antalya Atatürk Havalimanı civarında yaşayan insanlara çok üzülüyorum. Yaz da geliyor. Saatte 30 uçağın inip kalkması onları ne denli sinir ediyordur, Allah bilir.