25 Nisan 2008 Cuma

The Bucket List

Klasiktir, başımıza bir şey gelmeden önlem almayız. Eşyanın tabiatı gereği bu dünyanın her yerinde böyledir. Çok zengin de olabilirsiniz, yoksulluğun dibine vurmuş da olabilirsiniz. Henüz hayatınızın baharında da olabilirsiniz, hayatınızın baharında açan çiçekler yapraklarını dökmüş de olabilir. Zamansız gelir amansız hastalıklar. Bir yerinizde hafif karıncalanmalarla başlar durum. Önemsemezsiniz. Ağrıya bırakır yerini karıncalanma. Onun da geçeceğini düşünürsünüz. Ancak günler ilerledikçe rahatsızlık artar. Doktorunuzun karşısına geçtiğinizde doktor acımasız davranarak size bahşedilen gözlerle dünyaya ne kadar daha bakabileceğinizi doğrudan söyler yüzünüze. Bir Kemal Sunal filmi değildir içinde bulunduğunuz durum. Bir başkasının dosyaları ile karışmamıştır dosyalarınız. Artık sizi ne sahip olduğunuz milyon dolarlar kurtarabilecektir, ne de yakınlarınızın sevgisi. O an geçmişinize doğru baktığınızda aslında pek de eğlenceli bir hayat yaşamamış olduğunuzu hatırlar, acı tebessüm kondurursunuz yüzünüze. O tebessüm çok şey anlatır bir anda...
Edward Cole ve Carter Chambers da hayatlarının sonbaharıda yüzlerine böyle bir tebessümü oturtmuş iki ihtiyar. Edward çok ünlü bir hastanenin sahibidir. Dolayısıyla paraya para demez. Her istediğini alabilecek kadar parası vardır, sağlığı dışında. Carter'ın ise, Edward'ın aksine, sahip olduğu tek şey ailesidir. Onlara olan sevgisi kendisi için en büyük hazinedir. Lâkin sevgi her zaman sağlık getirmiyor. İki ihtiyar ölümcül bir hastalığın pençesinde olduklarını öğrendikleri an dünyaya sırt çevirmek yerine hayatın güzel yanlarına sarılmayı seçerler. Edward'ın parası ve Carter'in cesareti her ikisine de yetecektir. Kalan günlerini hastane odasında geçirmek yerine o güne kadar görmeyi isteyip de göremedikleri yerleri görmeye, yapmayı isteyip de yapamadıklarını yapmaya harcamaya karar verirler. Hasta ihtiyarlar için hayat bundan sonra başlayacaktır.
The Bucket List ölümcül bir hastalığa yakalanmış iki ihtiyarın kalan günlerini bir hastane odasında harcamak yerine günlerini gün etmeyi seçmelerinin hikâyesidir. Alırlar ellerine bir kağıt kalem ve teker teker yapmayı istedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Yarış arabalarına atlayıp sürat yaparlar, paraşütle atlarlar, dövme yaptırırlar, Tac Mahal'e giderler, Himalayalar'a çıkarlar...
A Few Good Men, Misery ve The Princess Bride gibi başarılı yapımlardan tanıdığımız Rob Reiner'in yönetmelik koltuğunda oturduğu filmin belki de en büyük başarısı Oscarlı iki büyük ismi biraraya getirmiş olması. Aşmış aktörler Jack Nicholson ve Morgan Freeman'dan bahsediyorum. Her iki aktör de ilk kez birlikte çalışmış ve ortaya beklendiği gibi oyunculuk yönü çok kuvvetli bir yapım çıkmış. Nicholson Edward Cole karakterine hayat verirken, Freeman da Carter Chambers'ı canlandırmış. Filmde aynı zamanda Morgan Freeman'ın oğlu Alfonso Freeman rol almış.
The Bucket List baştan sona izleyeni eğlendirmeyi başaran, Jack Nicholson ve Morgan Freeman'ı aynı yapımda göstererek yüz güldüren ve dramatik sonu için mendilleri hazır ettiren bir film. Ölümcül hastalıkların sadece yas tutmayı gerektirmediğinin, aslında dillere destan bir hayat jübilesi yapabilmek için bir fırsat olduğunun altını çizen bir yapım aynı zamanda.

2 yorum:

MOBIUS dedi ki...

Cope Luvac'dı değil mi filmde geçen kahvenin adı?

Anıl dedi ki...

Denemeyi mi düşünüyorsun? :)