30 Kasım 2007 Cuma

Bulutlar Adam Öldürmesin

Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan.
Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
Bulutlar adam öldürmesin.

Nâzım Hikmet RAN

29 Kasım 2007 Perşembe

Le Grand Bleu

"Do you know what you're supposed to do, to meet a mermaid? You go down to the bottom of the sea, where the water isn't even blue anymore, where the sky is only a memory, and you float there, in the silence. And you stay there, and you decide, that you'll die for them. Only then do they start coming out. They come, and they greet you, and they judge the love you have for them. If it's sincere, if it's pure, they'll be with you, and take you away forever."
İnsanlar sever. Mümkün olan her şeye sevgi beslerler. Mesela denizi sevmeyen yoktur. Kimisi sadece sıcak havalarda serin bir yorgan olup onları örttüğü için sever. Bu tip insanların sevgisine saygı duymakla beraber bahsedeceğim denizsever tipi bunlar olmayacak kesinlikle. Kimisi ise başka sever denizi. Onlar için sadece serinlemeye yarayan bir olgu değildir mavi sonsuzluk. Çünkü insan havuzları ve gölleri de bu amaç için kullanabilir. İkinci gruba aldığım denizseverlerin vurgunluğu gökyüzünün mavisini içine çekmesine, saflığına ve insana yaşattığı sonsuzluk duygusunadır. Deniz onlar için çok şey ifade eder. En önemlisi bir dosttur onlar için. En sıkıntılı anlarında çeker giderler bir kumsala ve bağdaş kurup otururlar mavi çarşafın önünde. Sadece kuş sesleri ve masmavi sonsuzluk vardır önlerinde, huzur bulurlar.
1988 yapımı ve Fransız yönetmen Luc Besson imzalı The Big Blue'da birden fazla aşk hikâyesine tanıklık ediyoruz. Ancak aşklar klişe aşklar değil. En azından bir kısmı değil. Sıradışı bir aşk öyküsü Le Grand Bleu. Aşk kavramını yeni baştan tanımlayan bir filmdir ayrıca. Aşkın sadece kadın ile erkeğin birbirlerine karşı hissettikleri duygu yoğunluğu olduğu inancını kökünden yıkan bir yapımdır.
Enzo ve Jacques birbirlerini uzun zamandır tanımaktadırlar. Onların arkadaşlıkları Akdeniz'deki küçük bir kasabada başlamıştır. Ancak o günlerde aralarının pek iyi olduğu söylenemez. Daha da açık olmak gerekirse birbirlerinin iyi arkadaşı değildirler. Fakat her ikisini birbirleri ile alakalı kılan ortak bir noktaları vardır: Dalış. Bir zaman sonra Jacques'ın kendisi gibi bir dalgıç olan babası Akdeniz'de bir dalış sırasında hayatını kaybeder. O günden sonra Enzo ve Jacques arasındaki bağ kopar ve uzun yıllar birbirlerini göremezler. Aradan yıllar geçer. New York'taki bir güvenlik ofisinde yazıcı olarak çalışmakta olan Johana ise işi dolayısıyla Peru'ya gitmek zorunda kalır. Gittiği yerde bir grup bilimadamı ile çalışmakta olan Jacques'ı görür ve son derece şaşırır. Çünkü Jacques bir araştırma için buz gibi suya dalıyor, dakikalarca kaldığı suyun içinde tüpsüz bir şekilde adeta bir yunus gibi kıvrılıyordu. Johana bundan son derece etkilenir ancak Jacques hakkında bir bilgi alamadan ülkesine geri döner. Genç bayan ülkesine dönmüştür ancak aklı fikri Jacques'dadır. Bir gün, İtalya'da gerçekleştirilecek olan Dünya Dalış Şampiyonası hakkında bir haber alır. Oraya gitmeli ve Jacques'ı yeniden görebilmelidir. Heyhat önünde bir engel vardır. Çalıştığı iş yerini ekmek zorundadır ve bunu hikâye uydurarak başarır. Böylece patronu onu İtalya'ya gönderir. Şampiyonanın gerçekleştirileceği Taormina kentinde bir kişi daha vardır: Enzo. Enzo elinde bulundurduğu Dünya Dalış Şampiyonu ünvanını korumak için oradadır ve çok iyi bilmektedir ki kendisini mağlup edebilecek bir kişi varsa o da Jacques'dır. Bu arada Johana ile Jacques birbirlerine artık daha yakındır. Johana kendisini deli gibi sevmesine karşın Jacques'ın baştan aşağı bedeninde barındırdığı gerçek aşkı bambaşka bir şeyedir...
Senaryosu bakımından The Big Blue böyle bir filmdir işte. Böylesine hoş bir senaryo muhteşem bir atmosfer ve harika oyunculuklarla birleşince ortaya izlemesi keyif veren bir yapım çıkmış. Oyuncular demişken oyuncular hakkında da bilgi vermek lâzım tabii. Bir kere film boyunca kötü adam gibi gösterilen ama aslında öyle olmayan Enzo karakteri var. Bu karakter için Jean Reno'dan daha iyisini bulamazlardı sanırım. Aktörün kendisini çok sevdiğimden dolayı birçok filmini izlemişimdir ve kendi filmleri arasında bir Oscar alması gerekse kesinlikle bu filmdeki oyunculuğuna verilmesi gerekirdi ödülün. Sonra tabii bir de Jacques karakteri var. Kendisine karşı beslenen aşka bir türlü hak ettiği değeri veremeyen ve denize olan sevgisine yenik düşen adama Alman oyuncu Jean-Marc Barr hayat vermiş. Bir de gayet hoş bir bayan var ki o da Rosanna Arquette. Kendisi tahmin edebileceğiniz üzere Johana karakterini canlandırmıştır. Kendisi rolün hakkını ziyadesiyle vermiş. Filmi izlerken o role kendisinden başka birinin yakışamayacağını düşünmüştüm. (Evet, gereğinden fazla "kendisi" kullanmışım. Olur öyle.)
Yeryüzünde denizi sevmeyen bir şahıs var mıdır bilemeyeceğim ama eğer varsa bu filmi izlemeli o kişi. Fikrinin değişeceğine, hele hele sinema tarihinin en güzel sonlarından birine vakıf olduktan sonra koşa koşa denize gideceğine adım gibi eminim. Neticede gülüyorsunuz bu filmi izlerken, denizin kendisine aşık oluyorsunuz ve gözleriniz nemleniyor en nihayetinde. Denizin kendisi kadar saf, temiz ve masmavidir bu film. İlk dakikalarıyla sizi içine çeken okyanusun serin sularına dalarsınız ve 168 dakika sonra yüzeye çıktığınızda hiçbir şey eskisi gibi değildir sizin için.

28 Kasım 2007 Çarşamba

4. Sezondan İlk Fragman

Pek bir şey yok ama idare edin artık :)

Recep İvedik Tatilde

Komedyen Şahan Gökbakar bir dönem çok beğenilen tiplemesi Recep İvedik'i sinemaya uyarlamaya hazırlanıyormuş. Recep İvedik Tatilde ismiyle vizyona girecek olan filmin çekimlerine Antalya'da başlanmış bile. Bakalım A mı diyecek, B mi diyecek, yoksa C mi? Bekleyelim bakalım, 15 Şubatta vizyona girecekmiş zaten. Bu kadar kısa sürede çekilen film nasıl olur, ona da bakacağız artık.

27 Kasım 2007 Salı

And The Death Shall Have No Domination

Ölüme kalmayacaktır bu dünya.
Çırılçıplak ölüler
aydaki rüzgardaki adamdan olacaktır;
kemikleri tertemiz ve tertemiz kemikleri yok olduğunda,
yıldızlardan olacaktır, ayakları, dirsekleri;
akılları başlarında olacaktır delirseler de,
denizlere batsalar yükseleceklerdir yine;
yok olsa da sevgililer sevgi yok olmayacaktır.
Ölüme kalmayacaktır bu dünya.

Ölüme kalmayacaktır bu dünya.
Dalgaların altında upuzun yatanlar
dağılıp gitmeyeceklerdir denizde;
burulsalar da kasları koparan
çemberlerinde gerili, kırılmayacaklardır;
kopsa da ellerinde gerilen insanları,
kötülükler dolu dizgin delip geçse de onları;
paramparça olsalar da çözülmeyeceklerdir;

Ölüme kalmayacaktır bu dünya.
Haykırmaz olsa da kulaklarında martılar
gümbürdemez olsa da dalgalar kıyılarda;
çiçeklerin fışkırdığı yerde bir çiçek bile
kaldırmaz olsa başını çarpan yağmura;
deli de olsalar ölü de çiviler gibi
başverecektir kişilikleri, kırçiçeğinden sürer gibi;
çıkacaklardır güneşe tükeninceye dek güneş,
ölüme kalmayacaktır bu dünya.

Dylan Marlais THOMAS

26 Kasım 2007 Pazartesi

Pazartesi Notları #3

  • Sweeney Todd'un vizyona girme tarihi sonunda belli oldu ya da ben biraz geç kaldım; 25 Ocak 2008.
  • Harry Potter serisinin 6. filmi olan Harry Potter and the Half-Blood Prince'in çekimleri eylül ayında başladı. Malum geçen her saniye 'çocuk' yıldızların büyümesine katkıda bulunuyor. İşi çabuk tutmak gerek haliyle. Ancak 5. filmde sinemaya yansıtılmayan sahneler yüzünden bu filmi ve özellikle son filmi yönetecek olan yönetmenin işi gerçekten zora girdi. Kilit noktalar atlandı çünkü. Nasıl toplarlar bilmiyorum ama isterseniz 6. filmde figüran olarak rol alabilirsiniz. Gerçekten ilgileniyorsanız buraya bile tıklayabilirsiniz.
  • Şener Şen'i çok özledim vallahi. Oscarlık bu adamı izlemek için Kabadayı'yı bekliyorum. Yavuz Turgul da var işin içinde. Allah be!
  • Çok severdim Buzz Lightyear'ın hikâyesini. Üçüncü film geliyormuş. Ağzımın suyu aktı.
  • Animasyon film diye bir kavram kaldı mı acaba? Ratatouille'da öyle sahneler var ki animasyon mu değil mi diye şüphe duyuyorsunuz. Hele hele Paris sahnelerine söyleyecek laf bulamıyorum. Animasyonda bile böylesine yansıtılıyorsa gerçeğini düşünemiyorum bile.
  • Maç boyunca sarfettiğim tüm kötü sözler için affet beni Serkan!
  • Özledim Mabed'i. Pazar gününü iple çekiyorum şerefsizim.
  • 8 Aralık... Az kaldı az...
  • En güzel animasyon karakterlerin bir listesini yapsın birileri. Ben neden yapmıyorum ki? Altın madalyayı Lola Bunny'e veriyorum. Gümüş madalya Jessica Rabbit'e gitsin, özledik onu. Bronzu da, hmm, kime versem ki? Corpse Bride olsun hadi. Yok mu bir dal görünümlü kol?
  • Milla Jovovich garip biri gerçekten. Tipine baksanız anlarsınız. Hamileymiş kendisi. Gariplik burada değil tabii. Bunu 6 ay sonra fark etmiş desem...
  • Neden kadınlar erkekler kadar çok sevemiyor?
  • 30 Kasım'da Cronenberg'in yeni filmi Eastern Promises vizyona giriyormuş. A History of Violence'da olduğu gibi yine başrolde Viggo Mortensen var. Sıradışı sahneler bekliyorum yine.
  • Arkadaşlarım çok methettiler The Girl Next Door'u. İzledimi beğenmedim. Sanırım onların methettikleri şey film değil Elisha Cuthbert'di. Yanlış anlamış olmalıyım.
  • İstanbul'da aradığım film afişini bulabileceğim bir yer var mı? Varsa buranın yerini bilen var mı? Varsa bana söyler mi?
  • "İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde; körler onu görmese de yıldızlar vardır."
  • "Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan 'Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?' diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin. İki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, 'Ama senin için şunu yaptım' derken o, 'Şunu yapmadın' diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. 'Peki o ne yaptı?' deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. Acılara tutunarak yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası. Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir. Yürek sesi ne bilmeyenler ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini..."
  • Dünyanın en büyük şairini kendi dilinden okumak ne büyük bir şans.

24 Kasım 2007 Cumartesi

Perhiz ve Lahana Turşusu Hesabı

Garip şeyler görüyorum her gün. Sinirimi fena halde bozan şeyler. İnsanların dini görüşlerini belli bir çerçeve içerisinde uygulayabilmeleri taraftarıyım. Politik görüşüm bunu emrediyor çünkü. Ancak ülkemizde "Ben bilmem beyim bilir"cilerin sayısı giderek artmakta. Bu bir gerçek. İslamiyeti en uygun şekilde yaşamanın başını kapamaktan geçtiğine inanıyor kadınımızın büyük bir kısmı. Hoş. Bundaki amaçları nedir? Kadınsı yönleri kesinlikle ön plana çıkmamalıdır. Daha açık olmak gerekirse kendilerini beğendirmeme kaygısı taşımalıdırlar giyinirken. Ancak başlarını örten kadınların yine oldukça büyük bir kısmına dikkat ettiğimde makyaj yapmış olduklarını ve hatta kaşlarını bile aldırdıklarını görüyorum. Ben de artık bir tik haline geldi bu durum. Her gördüğüm baş örtülü kadına dikkat ediyorum. Az önce belirttiğim tipte olanlara da kollarından tutup haykırmak istiyorum "Bu nasıl iştir?" diye. Sırf renginizi belli etmek istiyorsanız anlarım ama biliyorum ki İslamiyet bu değil. Kimseye Müslümancılık oynamayın Allah aşkına!

Achmed The Dead Terrorist

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 14

Only fools die of love. (Det Sjunde Inseglet - Gunnar Björnstrand)

Dinlenmesi Gerekenler (8) - Gurbet

Kime desem derdimi ben bulutlar
Bizi dost bildiklerimiz vurdular
Bir de gurbet yarası var hepsinden derin
Söyleyin memleketten bir haber mi var?
Yoksa yârin gözyaşları mı bu yağmurlar?
İçerim yanıyor yâr yâr
yaram pek derin
Bana nazlı yârdan aman
bir haber verin
Bulutlar yârime selam söyleyin
Kavuşma günümüz yakınmış deyin
Felek yârdan ırak koyduysa bizi
gurbet elde bir başıma neyleyim?
Yârdan ırak yaşanır mı söyleyin
İçerim yanıyor yâr yâr
yaram pek derin
Nana nazlı yârdan aman
bir haber verin

Özdemir ERDOĞAN

At World's End DVD'de

Pirates of the Caribbean üçlemesinin son filmi olan At World's End 22 Kasım 2007 tarihinden tüm dünya ile aynı anda Türkiye'de de DVD formatında piyasaya sürüldü. Serinin daha önceli filmlerinde olduğu gibi tek disc ya da çift discli versiyonlarını bulmak mümkün. Çift diskli versiyonda bulunan özel seçenekler şöyle;
* Keith & Kaptan: Johnny ve Rolling Stone ile sette
* Karayip'ten çekim hataları
* Çıkarılmış sahneleri yönetmen Gore Verbinski yorumları eşliğinde izleyin
* Birden fazla Jack'in hikâyesi
* Bir sahnenin anatomisi
* Tasarım ustaları - Korsanların dünyasını yaratmak
* Chow Yun Fat'in dünyası
* Brethern Mahkemesi'ne yolculuk
* Korsan Maystro: Hans Zimmer müziği
* Renk cümbüşü - Şarkının arkasındaki hikâye

Creativity (3)

Ülkü Adatepe Hakkında

Ülkü Adatepe'nin Dolmabahçe'yle tanışması biraz tesadüftür. Mustafa Kemal kendisine delicesine aşık olan Fikriye hanımın aslında bir muamma olan intiharından oldukça etkilenmiştir. Aslında sadece bununla kalmamış Latife hanımla olan evliliği de tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Bu yüzden Mustafa Kemal'in evlatlık edindiği çocukların çoğu kızdır. Ulu önderin hayatı boyunca düştüğü tek yanılgı kadınlar yüzünden olmuştur. Bu da daima kendisini kadınlara duygusal kılmıştır.
Ülkü Adatepe dedik. Annesi oturduğu semtte çok sevilen bir kadındır. Bir gün aniden ortadan kaybolur. Herkes kendisini öldü sanırken o bir gün Dolmabahçe Sarayı'nın kapısını çalar. Ata'ya haber verilir. Acınası haldeki bir kadın kendisini görmek istiyordur. Ata kabul eder hemen. Karşısında gördüğü kadının güçsüz hali Mustafa Kemal'i son derece etkiler. Artık sarayın hizmetçilerinden biri olmuştur genç kadın. Zaman geçtikçe kadının geçmişi hakkında bilgi sahibi de olunur tabii. Hatta henüz 1 yaşına bile basmamış bir kız çocuğu olduğunu öğrenir Atatürk. Küçük kızı çok sever Mustafa Kemal ve hemen evlat edinir. Ufaklığın, Mustafa Kemal'in yeni kızının adı Ülkü'dür.
Atatürk'ün 'Küçük Ülkü'sü şimdi 75 yaşında. Kendisi şu an hayatta olan Ata'yı görmüş, hissetmiş tek isim belki de.
Ben oldum olası sevmem bu kadını. Hiçbir zaman Mustafa Kemal'e layık olduğu düşünmedim. Mustafa Kemal'e yakışacak hareketlerde bulunduğunu görmedim. Ne zaman ekranda kendisini görsem ya da gazetede bir haberini okusam sinirlenirim. Bu hanım daima balolara davet edildiğini, konsolosluklara çağrıldığını söyler. Bu yüzden aldığı maaş da kendisine bir türlü yetmiyormuş. Peki Ülkü hanıma verilen aylık ne kadar? Her ay ne kadar para giriyor cüzdanına? Ben söyleyeyim; 5000 YTL. Bu para kendisine yetmiyormuş. Çünkü bir kere taksiye binmesi bile en az 30 YTL tutuyormuş. Maaşına zam yapılmayacaksa devlet kendisine özel bir araç tahsis etmeliymiş. Üzülmemek elde değil gerçekten. Sormak lazım Ülkü hanıma "Sorması ayıp siz Atatürk'e yakışır bir evlat olmak için ne yaptınız?" diye. Verecek bir cevabı olmadığını adım gibi biliyorum. Küçüklüğünden beri tabirimi mazur görün ama cepten yememiş midir bu hanım? Mustafa Kemal'e layık olmak için okul mu bitirmiştir, yoksa ülkesine hizmet edebilecek önemli bir rol mü oynamıştır? Sadece konuşmayı bilir o. Sadece "Atatürk bana şunlardan bahsetti" der devrimler için. Atatürk'ün devrimleri balolara, konsolosluklara gitmekten ibaretti de biz mi hatırlamıyoruz acaba? Kendisine her ay düzenli olarak 5000 YTL maaş veren Mustafa Kemal'in partisini an itibariyle iktidarda bulunan partinin liderine şikayet etmemiş midir? Yazıktır, günahtır. İnsanlar asgari ücretle bir ay boyunca 4 kişilik bir aileyi doyurmaya çalışırken bu hanım aldığı paradan şikayet edeceğine hep sözünü ettiği Atatürk devrimlerine sahip çıksın biraz. Hiç olmazsa elindeki parayı balolara gitmek için değil devlet kurumlarına bağış yapmak için kullansın. En azından o devrimlere bu şekilde sahip çıksın.
Hiçbir şeye üzülmem bu kadının ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızına yakışmayacak hareketlerde bulunduğunu gördüğüme üzüldüğüm kadar. İşte bu yüzden kendisi benim için bir hanımefendi değil, sadece bir hanımdır.

23 Kasım 2007 Cuma

Crash Bandicoot

Yanlış hatırlamıyorsam 1997 yılıydı. Yeni evimize taşınmıştık ve taşındığımız ilk gün eşyalar yerli yerine yerleşmemişti haliyle. Eklemekte de fayda var yaz aylarındaydık. Gündüzki hengameden sağ çıktıktan sonra günün verdiği yorgunlukla yerleşme işinin kalan kısmını ertesi güne bırakmak en anlamlısıydı. Babam o akşam dışarıya çıkmıştı. Markete gitmiş olmalıydı. Eve döndüğünde elindeki Tempo dergisini karıştırmaya çoktan başlamıştı. Kardeşim ve benim küçük yaşımız dolayısıyla ne gibi aptallıklar yaptığımızı hatırlamıyorum bile. Neyse, konu da bu değil zaten. Babam bir süre sonra bizi yanına çağırdı. Ben ilkokulu tamamlamıştım, kardeşim ise üçüncü sınıfa başlayacak olmalıydı. Nereden estiyse artık babam karne hediyesi almak istemiş olmalıydı ki dergideki iki yeni oyun konsolunu işaret etti bize. O zaman kadar MicroGenius'daki milyon tane kareden oluşan grafikleriyle televizyonumuzu süsleyen oyunlardan başka bir şey bilmiyorduk. Dergide çok yakın bir zamanda piyasaya sürüleceği belirtilen iki konsola şöyle bir baktım. Yazının başlığında "Dünyanın en iyi oyun bilgisayarı Türkiye'ye geliyor" gibi ibare yer alıyordu. Çocuğuz ya hemen kaşları kaldırıp masumane bir tavır takındıktan sonra babaya içli bir bakış attık. O da "Hangisini istiyorsunuz?" diye sordu tabii. Her zaman Sony markası isim olarak karizma gelmiştir bana. Sega Saturn'ü bir kenara atıp "Sony Play Station olsun" dedim. Okunduğu gibi telaffuz edemiyordum tabii :) Sonradan öğrenecektik ki babam ertesi gün ön siparişi bile vermiş.
Efendim biraz ağırdan alıyorum, farkındayım. Ancak ilk günkü heyecanımı ancak bu şekilde yeniden yaşayabilirdim. Uzatmalayalım. Sonra bir gün okuldan eve geldiğimde yatağımın üzerinden bir kutu duruyordu. Tahmin edebileceğiniz üzere kutunun içinde Sony Play Station vardı. Üstelik, ayıptır söylemesi, Türkiye'de konsolu ilk alan 100 kişiden biri olduğumuz için bir de orijinal oyun hediye edilmişti. Oyunun adı, sonradan efsanelerimden biri olacak olan, Tekken'di. Yalnız heyecanımız yarım kalmıştı desem yalan olmaz herhalde. Babam o öğleden sonra kutuyu eve bıraktıktan sonra iş gezisine çıkmıştı. Nereden baksak 3-4 gün evde olmayacaktı yani. Biz de çocuk halimizle "Ya cihazı kurmaya çalışırken bozarsak?" psikolojisi içinde babam gelene dek elimizi dahi sürmedik tabii.
Bandı 3-4 gün ileri saralım. Çünkü o 3-4 gün içinde anlatılacak bir hadise olduğunu sanmıyorum. Varsa da mal mal kutudaki resimlere bakmaktan daha öte bir şey olduğunu sanmıyorum. Neyse! Babam seyahatinden dönüp de konsolu kurduğumuzda adeta kardeşim ve benim ağzımızın suyu akıyordu. Alışık olmadığımız bir şeydi çünkü. Bir anda MicroGenius'dan Play Station'a geçtiğinizi hayal ederseniz halimizi anlamanız güç olmayacaktır. Yalnız sorunlar bitmek bilmiyordu. Heyecanımız yatışmıyordu çünkü. Durmadan yeni oyunlar almak istiyordu deli gönül. Lakin problem de burada yaşanıyordu zaten. O vakitler konsola çip taktırma gibi bir güzellik olmadığından paşa paşa orijinal oyun almak zorundaydı Play Station sahipleri. Oyunlarda o zamanın parasıyla 60 milyon Türk Lirası'ndan başlıyordu. İşin kötüsü makinayla birlikte bir de demo cdsi vermişlerdi. Bu cdde birkaç Play Station oyununun bir bölümünü oynayabiliyordunuz. Sonra en heyecanlı yerinde kesilince de orijinalini almak istiyordunuz. Pazarlama açısından zekice bir işti, inkar edemem. Fakat çocuklar pazarlama nedir bilmez. Oyun ister onlar, oynamak ister. Her zaman daha fazlasını ister. Pepsi gibi... Bu iğrençti :)
Demem o ki söz konusu demo cdsinin içindeki yaklaşık 15 tane oyun içinde kardeşim ve benim farklı sevdaları vardı. Eğer ki baba yeni bir oyun alması için ikna edilecek olursa ikimiz de kendi favorimizin alınmasını isterdik. Benim beğendiğim oyun Adidas Power Soccer'dı. Öyle böyle değildi. MicroGenius'daki yarım saatte rakip kaleye giden bayan oyunlardan değildi. Grafiğin dibine vurmuştu. Oyun biraz da komikti aslında. Öyle ki bazen şut çektiğinizde rakip kaleciyi kaleye dahi sokabiliyordunuz. Belki de beni cezbeden buydu. Bilemeyiz tabii.
Kardeşimin favori oyunu ise aslında benim de beğendiğim ancak oyun alımı söz konusu olursa kendiminkini aldırmak için sesimi çıkarmadığım bir oyundu; Crash Bandicoot. Naughty Dog mottosuyla piyasa sürülmüştü bu oyun. Ana kahramanı Crash adında bir köpekti. Tropikal adalarda ormanların içinde kız arkadaşını kötü doktor Neo'nun elinden kurtarmaktı amacı. Öylesine bir görselliği vardı ki oyunun kendi dönemini ele alırsak dünya oyun tarihinin o zamana kadar ki en iyisiydi. Evet, bunu demek yanlış olmaz. Şimdi bile piyasaya yeni sürülen birçok oyundan kaliteli olduğunu göz ardı etmemek lazım.
Beklenen an gelmişti sonunda. Yeni oyun alınacaktı. Kardeşime sözümü geçiriyor olmalıydım ki Adidas Power Soccer alındı. Sonra kardeşim 1 hafta Play Station'a elini sürmediği gibi evi inletti, babamla konuşmadı.
Takip eden hafta bir gün annem evde misafirlerini konuk ediyordu. Haliyle misafirlerin çocukları da eve gelecekti. Tam biz misafirlerin çocuklarıyla Play Station oynarken kapı çaldı. Babam kardeşimi çağırdı. Ben de kendisine söyleyip odaya geri döndüm. Kardeşim odaya döndüğünde zıplıyor, hopluyor, sevinçten çıldırıyordu. Evet, elinde Crash Bandicoot'un cd kutusunu tutuyordu. Daha fazla ayıp etmek doğru olmazdı kendisine. Play Station'un başında efendi efendi oturan ve heyecanlı bir futbol maçı yapan iki misafir çocuğunu umursayacak değildim herhalde. Kaba bir hareketle ellerinden joystickleri aldım ve oyunu kapattım. O anda bana küfür etmelerinin ya da ağlayıp zırlamalarının pek bir önemi yoktu. Kardeşim artık mutlu olmalıydı, beklememeliydi daha fazla.
Ve başladı oynamaya... Demo cdsinde oynarken konsol kendisine sadece ilk bölümü oynaması için izin veriyordu. Artık kaçıncı bölümde olduğunu hatırlamıyorduk. Bölümleri teker teker geçerken. Çocuk odasına dolan onlarca misafir çocuğu heyecanla oyunu takip ediyordu. Hatta ellerinden joysticki alıp oyunlarını yarım bıraktıklarım bile. Teyzemin kızı vardı bir de. Benden bir buçuk yaş büyüktür kendisi. Demo cdsinde oyunun kardeşimle beraber iki müdaviminden biriydi. O günün akşamına kadar ikisi birlikte sırayla oynadılar. Oynamak istememe rağmen içimdeki isteğe yenilmedim ve oyunlarına dokunmadım. Ancak oyun bitip de Crash Bandicoot'un serileri çıktıkça ve onları da oynamaya başladıklarında... Kötü bir şey olmadı o zaman. Sadece aralarına ben de katıldım ve içimdeki Crash açlığını fena halde giderdim. Onlar da şaşırmışlardı tabii.

22 Kasım 2007 Perşembe

L'ours

"Bir sevgi filmi" vardı biz küçükken. Büyüme çağımızda pazar sabahlarının TRT ekranlarındaki değişmez birkaç filminden biriydi bu. Arı kovanlarından bal araklarken düşen bir kaya parçası yüzünden annesini kaybeden yavru bir ayının doğanın vahşeti içinde tek başına verdiği yaşam savaşının öyküsünü anlatırdı bu film. Sonra bu yavru ayı bir ormandaki avcıların saldırısından yaralı olarak kurtulmuş çok daha büyük bir ayının yanına gider ve o ayının yaralarını temizlemesine yardımcı olur. Büyük olan da hemen sahiplenir onu. Sonra avcılar yeniden harekete geçer ve olaylar gelişir :)
Sadece çocuk yaşlardaki insanlara değil yetişkinlere de hoş bir hafta sonu geçirten güzel bir filmdi L'ours. Birçok film gibi mesaj kaygısı da taşır. Öyle ki film biterken özlü bir söz okuruz; "Hissedilebilecek en büyük heyecan öldürmekte değil yaşatmaktadır." Bu söz üzerine kuruludur film. Hatta öyle bir an gelir ki "Ulan hayvanlar kadar insan olamamışız" dersiniz izlerken. Evet, ayılar insanlara fena ders vermektedir bu filmde. Ancak öyle kaba kuvvet kullanmak değil 'ders'ten kastım. Zate izlemeyen yoktur sanırım bu filmi. Nasıl bir ders olduğunu anlamışsınızdır.
Film 1988 yapımı ve Tibette Yedi Yıl ve Kapıdaki Düşman gibi filmlerin Fransız yönetmeni Jean-Jacques Annaud'un imzasını taşıyor. Geçtiğimiz günlerde yeniden izleme fırsatı bulunca yazmak geldi içimden.

Det Sjunde Inseglet

İnandığı tüm kutsal değerler ve tanrı adına çıktığı Haçlı Seferleri'nden tanrının varolduğuna dair tek bir kanıt bulamadan hayalkırıklığı içinde evine dönmekte olan bir şövalye ve onun tanrıya inanma işini çok önceden bırakmış olan yandaşı... Veba ve şeytanla işbirliği yapıp bu salgını yaydığına inanılan çocuk yaştaki genç bir kız... Seyyar bir tiyatro ekibi... Ve hepsinin ötesinde ölümün kendisi... Hepsinin yolu Yedinci Mühür'de kesişiyor. Antonius Block tanrının doğum, yaşam, ölüm ve en nihayetinde tanrının varlığına dair somut kanıtlar arayan bir şövalyedir. Tanık olmadığı mucizeleri dinlemek onun için bir şey ifade etmemektedir. O zamana kadar bunların hiçbirini sorgulamamıştır. Ancak çıkmış olduğu Haçlı Seferleri'nden hüsranla dönmesi onu farklı bir arayışa itmiştir. Yandaşı ve aynı zamanda yardımcısı olan Jöns ile birlikte yaptığı dönüş yolculuğu sırasında bir gün yolu Ölüm ile kesişir. Artık zamanı dolmuştur, Ölüm onun için gelmiştir. O sırada Block, Ölüm ile bir anlaşma yapar ve onu satranç oynamaya davet eder. Oyun sürdüğü müddetçe hayatta kalabilecektir. Hem anlaşmalarına göre Ölüm'ü mat edebildiği takdirde yaşamına da devam edecektir. Oyunları sürüp giderken yolculukları da devam etmektedir. İlerledikçe görürler ki uğradıkları her yerde veba salgını yüzünden insanlar feci şekilde hayatlarını kaybetmektedirler. Üstelik bu salgının tek sorumlusu da şeytanla anlaşma yaptığı ileri sürülen gencecik bir kızdır. Kutsal değerler hakkında sorgulama yolunu seçen Block ise şeytanın gerçekten varolup olmadığını öğrenebilmek için bu kızı görmek ister. Çünkü şeytana ulaşabildiği takdirde tüm sorularına yanıt alabilecektir. Ölümün dahi cevabını bilmediği sorular...
Geçtiğimiz Temmuz ayının son günlerinde yaşama veda eden ve birçok sinema eleştirmeni tarafından gelmiş geçmiş en iyi yönetmen olarak adlandırılan İsveçli yönetmen Ingmar Bergman imzalı, 1957 yapımı bir başyapıttan söz ediyorum. Ingmar Bergman yukarıda film hakkında verdiğim kısa özetten de anlayacağınız üzere Det Sjunde Inseglet'de varoluş kavramı ve tanrı üzerine sorgulayıcı bir yaklaşım yansıtmış sinemayı kullanarak. Zaten Bergman'ın eserlerinin çoğunda buna benzer öğeler bulmak mümkündür. Kendisi bir papazın oğludur ve filmlerinde distopik yaklaşımlar mevcuttur. Filme bakınca aslında yaratılan Block karakteri ile anlatılmak istenen mesaj da gayet açık. Block tanrıyı sorgularken ölümün kendisinden korkmamaktadır. Hatta bir yerde öyle ironik bir sahne vardır ki tekrar tekrar izleyesi gelir insanın. Block'un yolu kiliseye düşer ve keşişin birine günah çıkarmaktadır. Düşündüklerini anlattıktan sonra keşiş yüzünü döndüğünde görür ki o kişi keşiş değil Ölüm'dür. Block aslında Ölüm'ün kendisine günah çıkarmıştır. Film hakkında söylemek istediğim çok kilit bir nokta var. Ancak izlemeyenler ve daha sonra izlemek isteyenler için filmin tadını kaçırmamak maksadıyla orayı atlıyorum. Yalnız şu kadarını söylemeliyim ki film sona erdiğinde bir yandan "Evet, bakın, tanrı var" mesajı verilirken, şeytanla anlaşma yaptığı ileri sürülen kızla Block'un yüzleştiği sahnede de "Tanrının varlığına dair somut bir kanıt bulamazsınız" mesajı verilmektedir. Film sona erdiğinde hangisine daha çok vurgu yapıldığını bulmak ise kesinlikle izleyiciye düşüyor.
Peki Bergman'ın Yedinci Mühür ile gönderme yaptığı başka öğeler var mıdır? Kanımca fazlasıyla vardır. Filmin üzerine oturtulduğu tema bütünüyle varoluşu sorgulamaz. Hatta dokundurduğu, gönderme yaptığı öğeler öylesine anlamlıdır ki kalkıp ayakta alkışlamak istersiniz yönetmeni. Bir kere Haçlı Seferleri ve dolayısıyla Katolik Kilisesi'ne atılan taş yerindedir. İnsanların inançlarını sömürerek kendi çıkarların doğrultusunda deyim yerindeyse bir Kutsal Savaş başlatmak ne denli doğrudur? O kadar adamı yok yere savaşlara yollayan insanlar yerden yere vurulur Bergman'ın bu eserinde. Kıssadan hisse vurmak gerekirse eğer, evet, bu film bir başyapıttır.

19 Kasım 2007 Pazartesi

Pazartesi Notları #2

  • Vizelerin nihayete ermesi fevkâledenin de fevkinde oldu. Şimdi gelsin yeni filmler, geziler...
  • Eleştirdik zamanında Bıçak Sırtı'nı, vurduk yerden yere. Geç gelen bir açıklamayla itiraf ediyorum. Evet, izlemeye devam ediyorum. Hatta bunları da reklam arasında yazıyorum. Ayrıca Melisa Sözen çok güzel :)
  • İstanbul ile Bursa arası ne kadar sürer acep? İnsanın yağmur çamur demeden, yolları ve hatta dağları aşıp Bursa'ya ulaşası geliyor. Bursa hayranı olduğumdan değil, kestane şekerine hayranım.
  • "Hayal kırıklığına uğradığımda aklıma iyi fikirler gelir."
  • Takipçilerimin Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı izleyip izlemediğini hâlâ merak etmekteyim.
  • Çok şerefsiz bir medyamız var. Harbiden! İki hafta önce istifa etmesi için baskı kurdukları Fatih Terim'i Norveç zaferiyle yeniden imparator yaptılar. Benim için her zaman imparatordur, kazandığında da kaybettiğinde de.
  • Diğer blogum Galatasaray'ı da takip ettiğinizi biliyorum. Sesinizi çıkarmasınız da biliyorum...
  • Pollo De Guanajuata... Gördüğünüz restaurantta deneyin. Tereddüt etmeyin.
  • Gecenin bir yarısı Gördüğüme Sevindim parçası dinlenmemeliymiş. İnsana Barış Akarsu'yu özletiyor. Çok garip! Hâlâ aramızda sanki! Öyle...
  • Pazartesi Notları hafiften salıya sarktı bu hafta.
  • Hayat ne güzel, martılar falan.

Crossing The Bridge The Sound of İstanbul

Fatih Akın'ın 2005 yılında çektiği bir belgesel filmden bahsedeceğim şimdi. Filmin adı başlıkta da görüldüğü üzere Crossing the Bridge: The Sound of İstanbul. Belgesel dedik ama sakın ola Afrika'daki yaban hayatını ya da Güneş Sistemi'ndeki gezegenleri anlatan bir belgesel sanmayın. Bilindik belgesel klişelerini bir nevi yıkan bir eser İstanbul Hatırası. Öyle ki müzik ve İstanbul adına hoş dakikalar geçirmenizi sağlayan bir film bu. Film İstanbul Boğazı'nın eşsiz manzarasıyla başlar, İstanbul'un her semtinden harika görüntüler sunar ve yine Boğaz ile sona erer. Tabii tüm bu eşsiz manzaralar film boyunca her türlü müzikle sentezlenerek sunulur izleyiciye. Öyle ki Beyoğlu'nda sokak aralarında çalan mahalli çalgıcılara da rastlarsınız, barlarda rock müzik ile coşan gençleri de görürsünüz, hatta yeri gelince Orhan babanın sazın tellerine inceden dokunuşunu hisseder, Müzeyyen Senar'ı görünce de hafiften bir rakı masası kurma isteği duyarsınız. Aslında filmin vermek istediği mesaj son derece açık; İstanbul öyle bir şehir ki her tarzda müziği hiçbir şekilde tereddüt etmeden benimseyebiliyor. Peki film boyunca karşımıza çıkarak bizleri mutlu eden, kendilerinin ekrana yansıyan yönlerini bize izletme fırsatı verdiği için Fatih Akın'a teşekkür etme isteği uyandıran müzisyenler kimler? Baba Zula, Duman, Replikas, Erkin Koray, Ceza, Mercan Dede, Sezen Aksu, Orhan Gencebay, Müzeyyen Senar, Sertab Erener, Demir Demirkan, Candan Erçetin ve dahası... 'Dahası' dedim de, sanırım bu dahası içinden bir gruba ayrı bir yer vermem gerekecek. Evet, izleyenlerin tahmin ettiği üzere bu grup Siya Siyabend! Beyoğlu'nun arka sokaklarında kendilerince müzik yapmaya çalışan ama bu işi gerçekten hakkını vererek yapan bir grup Siya Siyabend. Belgeselde Hayyam isimli çok hoş bir parça seslendiriyorlar. Bunun dışında belgeselin, bence, en önemli unsurunu da oluşturuyorlar. Bilhassa müzik yaparken verdikleri toplumsal mesajlar gerçekten çok anlamlı. Kendilerini görüp, performanslarına tanık olup, yaşam felsefelerini idrak edip de piyasadaki birçok boş adamın yerinde neden Siya Siyabend'in olmadığının muhasebesini yapmayan kişi yoktur herhalde. Onlar öyle bir grup işte... Benim bu belgesel hakkında yazı yazmamın yegane sebebi olan grup...
Grup elemanlarından Bizon Murat'ın kaleme almış olduğu ve 2006 yılında Radikal Gazetesi'nde yayınlanmış olan bir köşe yazısıyla bitirelim yazıyı:

"Sokakta varolurken dikkat edilmesi gereken şeyler vardır; insanların birbirini kıskanmasından dolayı başına gelebilecek saçmalıklar gibi. Bir insan bir insanı kıskanır mesela bu normal bir durumdur, ama platform sokak olunca bazı şeyleri ciddi boyutta yaşamak durumunda kalabilirsin. Hiç bilmediğin bir mahalleden, bir sokaktan geçerken sırf tipin yüzünden sana saldırmayı hesap edebilecek adamlar var sokaklarda.
Sokak bizim evlerimiz, işlerimiz, hayatlarımız arasında gidip geldiğimiz köprünün ta kendisi. Köprü bizi bir yerlere bağlar ve o köprüde karşına her an her şey çıkabilir.
Sokakta varolabilmek, inanın filmlerde, kitaplarda varolabilmekten çok farklı bir olma anı içerir. Bu an; 'Canın anda olduğu, cananın canlandığı an'a çok benzer.
Sokağın mekân olarak bir farkı varsa; herkesin olmasından ötürü, herkesin orada olabilme hakkı olmasından ötürü vardır. Bu mekânda; insanlar birbirlerini algılarıyla kısıtlayabilirler. Bunu şöyle açabilirim; 'Ben bir şey anlatırım, senin kulakların yüzünden küfre girer' der, dervişin biri...
Sokakta bir mekân, feşmekan... Sokağı bence çok abartıyorlar; insanlar odalarda ışıksızken, neden sokakta duvarların dibinde de olmasınlar ki. Ayrıca insanlar; mekânları doğru düzgün yaşayamıyorlar, nasıl sokakları çok iyi yaşayabilirler ve yaşamadan nasıl bilebilirler ki... Fatih Akın'ın filminde Dede'nin bir lafı var; 'Taşın ruhu yoktur, taş taştır, ruh da ruh', yani taşa kafanı koymadığın sürece taşın taş olduğunu anlayamazsın, bu yeterince açıklayıcı bence.
Aşmamız gereken düşüncelerimiz, aşmamız gereken yaşamlarımız, aşmamız gereken sokaklar var... Yıllar boyunca sokakta savaşmadan, kavga etmeden ayakta kalmanın bir yolu olmadığını gördükten, ya da en azından evi, odaları olduğu için ya da sadece kiralık özgürlükleri olduğu için birbirlerinden kaçan insanların ardından, bana kalan akıl hastalığıyla yol yürümem gerektiğini gördükten sonra şunu anladım; aç tokun halinden anlayamaz, düşünsel anlamda da anlayamıyor. Düşünebilen yaratık, düşünemeyenlerle beraber yol yaparken onları köleleştiriyor, aynı biraz parası olanların diğerlerini yönetme tribi gibi bir şey bu.
Kim yönetiyor bu ülkeyi, sokaktaki hangi insan yönetiyor?.. Onlar sokağa çıkmıyorlar ki zaten, konvoylar şeklinde geziyorlar, yanlarında siyahlı/silahlı korumaları, buraya geliyorlar burası iptal oluyor, oraya gidiyorlar orası iptal oluyor. Onlarınki tek kelimeyle korku, nasıl korkuyorlar biliyor musunuz? Sokakta sürekli can korkusu var, bizimse can korkusundan geçmiş insanlara ihtiyacımız var. Şöyle yanından şeytan geçse selamün aleyküm deyip, yolunu seçecek insanlar gerekiyor bize.
Benim sokakta öğrendiğim tek şey; her şeyin değiştiği ve bu değişimin en çabuk sokaklarda fark edildiğidir. Biz devrimci insanlarsak, anın devrimcisi olmamız gerekiyor, kendimizi değiştirmeliyiz yani, içimizdeki nefreti, öfkeyi değiştirmeliyiz.
Bir de hiç farketmez hangi yoldan gideceğin, yeter ki git o yoldan... O yola düşmekle, yolda olmayı düşünmek farklı şeylerdir. Yüzyıllardır insanlar; yolda olanlarla, yolda olmayı düşünenler arasında 'düşünceleriyle' pinpon topu oynarlar. İnsanların bu ahlakları reddedip, kendilerine ahlak üretemeyişlerinin sonucu gerçek ahlaksızlık olabilir, onu da biz yaşıyoruz zaten."

Menderes Türel ile Röportaj

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel ile yaklaşık 1 ay önce yağtığım röportajın dökümüdür aşağıdakiler. İşinize yarar mı bilmiyorum. Okumadan bilemezsiniz. Ayrıca başkanın yanındaki de ben oluyorum. Tabii siz bunu göremeyeceksiniz. Kendimizi deşifre etmeye gerek yok ama, di mi?
----------------------------------------------------
1- Bize biraz kendinizden, eğitim ve öğretim sürecinizden, bahseder misiniz?
Cevap: 11 Temmuz 1964 tarihinde Antalya’ da doğdum. İlk, orta ve lise eğitimini Antalya’da tamamladıktan sonra İngiltere’ de gazetecilik eğitimi aldım. Uzun yıllar boyunca Antalya’ da gazeteci olarak çalışarak, çeşitli basın ve yayın kuruluşları tarafından birçok kez yılın gazetecisi olarak ödüllendirildim. 1987 yılında Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından araştırma ve inceleme dalında Türkiye’nin en iyi gazetecisi, 1992 yılında, 28 yaşındayken Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Oda Meclisi üyeliğine seçildim. Daha sonra 21 Kasım 1987 ve 25 Kasım 1999 tarihleri arasında ATSO Yönetim Kurulu Başkan vekilliği görevini yürüttüm.
9 Kasım 2001 tarihinde yapılan oda seçimlerinin ardından Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini 22 Ocak 2004 tarihine kadar sürdürdüm. Bu tarihte, Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olmak için kendi arzum ile Yönetim Kurulu Başkanlığı görevinden ayrıldım. 28 Mart 2004 günü yapılan genel yerel seçimlere oyların yüzde 34.77’sini alarak Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı seçildim. ATSO bünyesinde Meclis Üyesi, Yönetim Kurulu Başkan vekili ve Yönetim Kurulu Başkanı olarak, Antalya’nın şehircilik ve ticaret alanındaki temel sorunlarının çözümü ve turizm alanında tanınması için birçok proje başlatan, seminer ve konferanslar düzenleyerek, Antalya’nın dünyaya açılması için gönüllü bir elçi gibi çalıştım.
*İKV=İktisadi Kalkınma Vakfı) Yönetim Kurulu Üyeliği,
*Antalya Organize Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı,
*Antalya Organize Sanayi Müteşebbis Heyet Vekilliği,
*Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu Üyeliği,
*Akdeniz Basın Vakfı Mütevelli Heyet Başkanlığı,
*BAGEV( Batı Akdeniz Gelişim Vakfı)Yönetim Kurulu Başkanlığı görevlerinde de bulundum.
2- Bildiğim kadarıyla siz de iletişim alanında eğitim gördünüz? Sizce ülkemizde iletişim fakültesi öğrencilerinin sahip olması gereken nitelikler nelerdir?
CEVAP: Öğrencilerin sahip olması gereken özellikler belirlidir. Bunu branşlara göre yöneltmek yerine temel özellikler çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Öncelikle bir öğrenci eğitim alanını seçerken ileriyi düşünmelidir. Eğitim alanı ve gelecekteki mesleği örtüşmeli ve ileride severek yapacağı bir iş imkanı olarak görmelidir.
3- Gazetecilik geçmişinizde 1987 yılında araştırma ve inceleme dalında Türkiye’nin en iyi gazetecisi seçildiniz. Gazetecilik yıllarınızda mı yoksa Belediye Başkanlığı döneminizde mi daha üretken olduğunuzu düşünüyorsunuz? Antalya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) başkanı iken sizi Belediye Başkanlığı’na aday olmaya iten neydi?
CEVAP: Ailem, gazeteci babam Suphi Türel 50 yıl önce Antalya’da İleri Gazetesi’ni kurmuş ve ben de eğitimimi tamamlayınca gazetenin başına geçtim. Yaklaşık 20 yıl önce de Antalya’nın ilk ofset tekniği ile basılan gazetesi Yeni İleri’yi de ben kurdum ve yayın hayatına geçirdim. Yine aile mesleğini sürdürmeye devam ettim.
Antalya Ticaret ve Sanayi Odası’nda uzun yıllar üye, yönetim kurulu üyeliği, başkan vekilliği ve bildiğiniz gibi de 3 yıl Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığı görevini ifa ettim. Siyasete atılma kararını verdiğimde de bu görevimden istifa edip Ak Parti’den Belediye Başkan Aday adayı olduğumu açıkladım. Ve aday olduğum açıklandı, Antalyalıların da teveccühü ile belediye başkanı seçildim.
Bir gazeteci için medya defteri hiçbir zaman kapanmaz. Bu makamlar hiçbir zaman ömür boyu sizin olmaz. Vakti gelir bakarsınız bir gazetenin bir köşesinde yazılarımızı sürdürür mesleğimizden kopmayız. Gazetecilik bir yaşam biçimidir ve siyasette ben bunun faydasını çok gördüm. Pratik olmak, anında karar vermek ve kamuoyunu doğru bilgilendirmenin ne kadar önemli olduğunu siyasete girdiğinizde daha da iyi anlıyorsunuz.
4- Hedeflerinizden biri de “Antalya’yı Barcelona, Paris ve Londra gibi Avrupa kentleri seviyesine getirmek”di. Bu doğrultudaki uzun ve kısa vadeli planlarınız nelerdir?
CEVAP: Geleceğe ilişkin en büyük hedeflerimiz Antalya’yı tam anlamıyla bir ‘Marka Kent’ haline getirebilmektir. Antalya’yı deniz, güneş, kumsal kenti anlayışından kurtarıp, bir marka olarak dünyaya pazarlama çabası içindeyiz. Uluslar arası kültür ve sanat organizasyonlarını Antalya’ya getirebilirseniz kentin vizyonunu değiştirebilirsiniz. Bu yolda, Antalya’yı bir kültür ve sanat kenti yapmak için kollarımızı sıvadık. Avrasya Film Festivali, Avrasya Film Marketi ve Piyano Festivali Antalya’nın sesini yurt dışında duyuracak organizasyonlar. Şimdiden bunların meyvelerini almaya başladık. Altın Portakal Film Festivali’nin itibarını iade ettik. Bu yıl, Oscar ve Altın Küre ödüllü Helen Mirren, Altın Portakal ve Avrasya Film Festivali için Antalya’ya gelmişti. Kendisine onur ödülü vermiştik. Dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say’ın sanat yönetmenliğini yaptığı Uluslararası Antalya Piyano Festivali bugün dünyanın en iyi 5 festivali arasıında gösterilmektedir. Bu çalışmalarımız kapsamında kentimizi bir fuar ve kongre merkezi yapma hedefi de var. Antalya 200’ün üzerindeki 5 yıldızlı oteli ile buna oldukça müsait. Bu turizmin 12 aya yayılmasını da sağlayacaktır.
Bu konuda bizim yaptığımız çalışmalara gelince, Cam Piramit Sabancı Kongre ve Fuar Merkezimiz var. Her yıl onlarca fuara ev sahipliği yapıyor. Bunu yeterli görmüyoruz. Büyük bir proje yürütüyoruz. 100. Yıl’da 30 bin kişilik futbol arenası ile 10 bin kişilik çok amaçlı kapalı spor salonu yapacağız. Kapalı spor salonunu fuar ve kongrelere uygun şekilde inşa edeceğiz. Yapacağımız bu çalışma kentin fuar ve kongre merkezi ihtiyacına bir ölçüde cevap verecektir. Antalya 2010 yılında Türkiye’de yapılacak Dünya Basketbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapacak. Birçok ülke takımı, maçlarını Antalya’da oynamak istiyor. Yapacağımız 10 bin kişilik kapalı spor salonu ve futbol arenası Avrupa’ya örnek olacak. Bu tesisler Antalya’nın birçok önemli organizasyona daha ev sahipliği yapmasını sağlayacak. Antalya, Dünya Ralli Şampiyonası’nın Türkiye ayağına da ev sahipliği yapıyor. Her yıl dünyaca ünlü pilotlar Antalya dağlarında yarışıyor. Alanya̵’da her yıl gerçekleştirilen uluslararası triatlon yarışması, plaj voleybolu turnuvası gelecekte dünya çapında önemli organizasyonlar arasında yer alacaktır. Ayrıca 5 yıldızlı tesislerimizdeki kongre salonları, her yıl uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapıyor. Uluslararası turizm kuruluşu Skal’ın 2007 Dünya Kongresi kasım ayında Antalya’da yapılacak. Dünyanın dört bir yanından turizmciler Antalya’da buluşacak. Antalya kaliteli 5 yıldızlı tesisleri, kültürel ve turistik değerleri ve yetişmiş insan gücüyle uluslararası her türlü organizasyonu yapabilecek kapasitededir.
Ayrıca Antalya’ya bir dünya kentinin olmazsa olmazı, çağdaş toplu ulaşım aracı olan raylı sistemi getiriyoruz. Projenin ilk etabı start aldı. Antalya’nın geleceğine yönelik bu büyük proje ile ulaşım sorununa kalıcı çözümde en önemli adımı atmış olacağız. Ulaşım Ana Planı çalışması sonucunda mevcut durum ve gelecekteki projeksiyonlar doğrultusunda mevcut tramvay sistemine ilave olarak üç adet ana toplu taşıma koridoru belirledik.
Projenin ilk etabı 120 milyon dolara mal olacak. Bu proje ile Antalya ulaşımı daha kolay, trafikten kurtulmuş; daha temiz bir dünya kenti olacak. Antalyalı bir dünya kentinde yaşamanın ayrıcalığını kenti 20 dakikada bir baştan bir başa geçtiklerinde çok daha iyi anlayacak. Raylı sistem aynı zamanda bir medeniyettir. Geçtiği güzergahların çehresini değiştirir, hareketlilik katar. Sosyal açıdan da büyük faydalar sağlayacaktır.
5- Peki Antalya’nın bugününü ele alırsak, sizce Antalya’yı birçok dünya şehrinden ön plana çıkaran özellikler nelerdir?
CEVAP: Öncelikle çevre, denizlerimiz ve sahip olduğumuz tarihi ve kültürel miras. Bunları korumak ve daha da iyileştirerek yarınlara bırakmak için çalışıyoruz. Bu değerlerimizin bizlere evlatlarımızın emaneti olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu anlayışla projeler üretiyor ve hayata geçiriyoruz. Altyapı yatırımlarına büyük önem veriyoruz. Bütün bunların yanı sıra Antalya’nın marka değerini yükseltmek ve hak ettiği yere çıkartmak için eğitime, spora, kültüre ve sanata da yatırım yapıyoruz.
6- Son olarak Halkla İlişkiler’e değinmek istiyorum. Bizlere Halkla İlişkiler sektörü ile ilgili kısaca neler söyleyebilirsiniz?
CEVAP: Günümüzde Halkla İlişkiler sektörü yaşamın her alanında kendisini hissettirmektedir. Bilgiye erişme, bilgilendirme, sorunları yerinde ve zamanında çözüme kavuşturma, etkileme ve ifade edilebilmeyi sağlayan faktörler arasında Halkla İlişkiler önemli bir yer tutmaktadır. Kurum ve kuruluşlar bu yöntemleri Halkla İlişkiler vasıtasıyla günümüzde etkili olarak kullanmaktadır. Değişik yöntemlerle Halkla İlişkiler sektörü çağın gereksinimleri arasında karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle son yıllarda cazip sektörlerin başında gelmektedir.
7- Sizce ülkemizde Halkla İlişkiler istenilen noktada mıdır?
CEVAP: Ülkemizde Halkla İlişkiler sektörü günümüzde istenilen noktaya gelmiştir. Şöyle bir çevrenizi dikkatle incelerseniz bunu görebilirsiniz. Bu sektör yaratıcılık ve beceri isteyen bir sektör dalıdır. Ve Türkiye bu konuda bence birçok ülkeden ileri bir seviyededir.
8- Deneyimlerinize dayanarak Halkla İlişkiler bölümünü bitirecek öğrenciler için iş hayatında önerileriniz nelerdir?
CEVAP: Ben her zaman üniversiteyi bitiren öğrencilere şu önerilerde bulunurum. Atılacağınız iş ne olursa olsun önce işinizi sevmeniz ve severek yapmanız gerekir. Aksi halde başarı oranı çok az olur. Bu nedenle eğitiminizi tamamladığınız zaman istediğiniz işi seçme şansına sahip olun ve muhakkak bir idealiniz olsun, o zaman başarı gelir.

Bu güzel söyleşide bana değerli vaktinizi ayırdığınız teşekkür ediyorum.

16 Kasım 2007 Cuma

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 13

• I cannot do this alone. (Frodo)
• You are a Ring-bearer, Frodo. To bear a Ring of Power is to be alone. This is Nenya, the Ring of Adament. And I am its keeper. This task was appointed to you, and if you do not find a way, no one will. (Galadriel)
• I know what I must do, it’s just that... I’m afraid to do it. (Frodo)
• Even the smallest person can change the course of the future. (Galadriel)
(The Fellowship of the Ring)

15 Kasım 2007 Perşembe

Dinlenmesi Gerekenler (7) - Get Me Away From Here, I'm Dying

Ooh! Get me away from here I'm dying
Play me a song to set me free
Nobody writes them like they used to
So it may as well be me
Here on my own now after hours
Here on my own now on a bus
Think of it this way
You could either be successful or be us
with our winning smiles, and us
with our catchy tunes, and us
Now we're photogenic
you know, we don't stand a chance

Oh, I'll settle down with some old story
about a boy who's just like me
Thought there was love in everything and everyone
You're so naive!
They always feature sorry endings
They always get it in the end
Still it was worth it as I turned the pages solemnly, and then
with a winning smile, the boy
with naivety succeeds
at the final moment, I cried
I always cry at endings

Oh, that wasn't what I meant to say at all
from where I'm sitting, rain
falling against the lonely tenement
has set my mind to wander
into the windows of my lovers
They never know unless I write
"This is no declaration, I just thought I'd let you know goodbye"
Said the hero in the story
"It is mightier than swords
I could kill you sure
but I could only make you cry with these words... "

BELLE AND SEBASTIAN

Im Juli

Nereden baksanız yaklaşık 2 yıl öncesi. İnternette rastgele dolaşırken küçük bir videoya rastladım. Videonun adı 'Temmuzda' idi. Ancak ne olduğu konusunda en ufak bir fikrim dahi yoktu. İsmi bir acayip gelmişti. Beni çeken bu olsa gerekti. Hemen izledim videoyu. Her insana çekici gelecek bir video değildi bu. Hatta o kadar ki bu videoya benim gibi rastlayan ve videonun ne ile ilgili olduğundan bihaber olan birçok insan daha sonunu getiremeden vazgeçmiştir izlemekten. Ben vazgeçmedim ama. Çünkü gördüklerim beni cezbetmeyi başarmıştı. Bir plaj vardı. Sonra plajda bağdaş kurup oturmuş çok sayıda insan. Bunun dışında birbirine yabancı görünen biri kız diğeri erkek iki şahıs karşılıklı oturmuşlardı. Kız bir şarkı mırıldanıyordu. Şarkının adının ne olduğunu, kimin seslendirdiğini vesaire öğrenemeden video bitti. Farkında olmadan tekrar başlattım videoyu, sonra tekrar, tekrar, tekrar, tekrar...
Biraz olsun kendime geldim sonra. Ancak hâlâ bir sorun vardı. Bendenizin elinde şarkıya ve şarkıyı dillendiren hatuna dair bir bilgi yoktu. O gece internette yaptığım tüm araştırmalar sonuç kalmıştı. O zamanlar klip sandığım söz konusu video hakkında koca internette bile herhangi bir veri bulamamıştım. Hayal kırıklığı içinde tuttum yatağın yolunu. Rüyamda kadın hâlâ söyleniyordu: "Güneşim, ayım sana ışık olsun..."
Kasedi 1 sene sonraya, bugünden 1 sene önceye, sarıyoruz şimdi. Bir dost sohbetindeyim. Bu muhabbetlerin iki konusu olur her zaman. Birincisi futboldur, ikincisi ise sinema. Birinciyi es geçmiş olmalıyız o gün. Belki de nihayete erdirmişizdir sinemadan önce, kimbilir? Sonra konusu açıldı. Başladı arkadaşlar Fatih Akın sohbetine:
- "Solino nasıldı?" dedi biri.
- "İzlemedim ama Crossing the Bridge muhteşemdi. Ben bunu bilir, bununla devam ederim." diye cevap verdi öteki.
- "Ovvv, sırf Siya Siyabend sahneleri için izlerim ben onu sık sık" diye devam etti ilk konuşmacı arkadaş.
- "Yalnız ben Fatih Akın diyince Im Juli derim, başka da bir şey demem" dedi üçüncü arkadaş.
Ne olduysa ondan sonra oldu zaten. O ana kadar konuşmaları sessizlik içinde dinleyen ben 'Im' ve 'Juli' kelimelerini duyunca beynimde çakan şimşekle sarsıldım. Nadiren hızlı çalışır beynim. İşte o anda onlardan biriydi. Im ve Juli yan yana geldiğinde 'Temmuzda' anlamına geliyordu. Sonra kendime geldim. Kelimeler dört kişinin doldurmakta olduğu odada yükselmeye devam ediyordu. Hemen lafa girdim:
- "Bu Im Juli, hani az önce bahsettiğiniz, nasıl bir film?"
- "Vallahi harika bir yol filmi, neden sordun ki?"
- "Boşver neden sorduğumu. Bu filmde biri kız diğeri erkek iki kişinin kumsalda şarkı söyledikleri bir sahne var mı?"
- "Var, ne old---"
- "Hemen getiriyorsunuz o filmi bana. Hatta bugün istiyorum!"
O an gerçekten heyecanlanmıştım. Bir senedir klip sandığım şey büyük ihtimalle bir filmden alınmış sahneydi. İçime nedensiz yere sıkıntı olan sorun neredeyse çözülmek üzereydi.
Ertesi gün filmi edindim tabii. Sinema gecelerimin ayrılmaz ikilisi bira ve Ruffles Original hazır edildikten sonra başladım filmi izlemeye. Sonunda beklenen an geldi. Allah'tan o sahne erken geldi. Aksi takdirde o sahneyi beklemekten filmin konusunu kaçırabilirdim. Doğru adresteydim. Beni meraktan öldüren video bu filmin bir parçasıydı. Film bittikten sonra öğrenebilmiştim ki şarkıyı seslendiren kadın İdil Üner'miş. Şarkının adı da Güneşim'miş ki sağ taraftaki soundtrack bölümünden dinleyebilmeniz mümkündür.
Bir yıllık işkence bittikten sonra filme bıraktım kendimi. Film bittiğinde cast akışını fena halde sırıtarak izledim. O denli etkileyici bir filmdi Temmuzda. Baştan sona dört dörtlük bir yol filmiydi. Almanya'dan başlayıp İstanbul'da sona eren bir aşk yolculuğunun hikâyesiydi. Yer yer komedi, yer yer hafif dozda duygusallık enjekte eden bir serüvendi. İzleyen herkesin içinde olmak isteyeceği bir öyküydü. İlk defa, bu filmin hatrına senaryo hakkında bilgi vermeyeceğim. Sadece "Fatih Akın bu işi biliyor" demekle yetineceğim. Bu kadarı size yeter.
Yakında yazmayı düşündüğüm bir başka Fatih Akın filminde, Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul'da, bu kuralı bozabilirim sanırım.

12 Kasım 2007 Pazartesi

Pazartesi Notları #1

  • Yıllarca Ekşi Sözlük'te "kayıtlı okur" olarak görev almakta olan ve yazarların entrylerine "Şukela", "Öeehh" ve "Çok Kötü" oyları vermekten başka bir iş yapmayan ben artık Sekizinci Nesil bir yazar, en şukelasından. Okurken "Ben olacaktım..." demekle de olmuyormuş bunu öğrendim ben.
  • Reha Muhtar vardı bir zamanlar. Nerededir bu adam, ne yapar, ne yer ve ne içer? Özledim ben bu adamı. Dönsün ekranlara yeniden. Nerede yaşıyor ya da yaşatılıyorsak iyi akşamlar dilese tekrar...
  • Halkla İlişkiler bölümü öğrencilerine fizik dersi vermenin mantığı nedir? Mantık kuran olursa yorum butonu aşağıda.
  • Okula ellerinde yarım saat önce Starbucks'tan aldıkları kahveler ile giren kızlardan nefret ediyorum. Görmeyeyim bir daha!
  • "Ben bu böceğin tarihini araştırdım. Türkiye'ye Güney Afrika'dan bir muz kabuğunun içinde gelmiş bunlar"...
  • Adanalılar neden durmadan yanındaki insana "Kirvem" diye hitap eder? Hayır, kesilirken yanınızda değildim ki! Bir de böyle hitap eden kızlar vardır ki... Ya ben lan neyse bir şey diyemiyorum.
  • 3 tane attık Gençlerbirliği'ne... Kusura bakma Büyük Kaptan!
  • Curry Soslu Tavuk ne muhteşem bir şeydir yarabbim.
  • "Biz bu Sparta'yı Sparta'da yeneriz"...

Creativity (2)

Corpse Bride

Öncesi The Nightmare Before Christmas. 1993 yılında Tim Burton'un ellerinden çıkan ilk stop-motion animasyondu. Aslına bakılırsa ilk değildi. İlkti ama uzun metraj bakımından ilkti. İlk değildi çünkü ondan önce, 1982'de, Vincent vardı, bir kısa filmdi ama stop-motion animasyondu. Neyse! Demem o ki belki de ilk olmasından ve çoğunluk tarafından daha çok sevilmesinden ötürü stop-motionlar hakkında yazacaksam öncelik The Nightmare Before Christmas'ın olmalıydı. Ancak olmadı... Çünkü bu blogda benim sözüm geçer. Nıhahahhahaha!
Şaka bir yana, ben hep Corpse Bride'ın Noel Öncesi Kabusu'ndan daha iyi olduğuna inanmışımdır. Aslına bakılırsa "Farkı nedir?" diye sorsanız verecek bir cevabım olmaz. Çünkü tarz aynı, ortam aynı, karakterler neredeyse aynı ve hatta konsept dahi aynı. Lakin senaryo farklı... Beni cezbeden de budur zaten.
Senaryo dedim de senaryo tam olarak Tim Burton'a özgü değildir. Öyledir ama değildir. Off ben yine çelişkide kaldım. O halde şöyle izah etmeliyim; senaryo Tim Burton'un, evet, ama hikâye Rusya'da anlatılan bir 19.yüzyıl efsanesine dayanmaktadır. Şimdi onun hakkında da bilgi vermek gerek...
19.yüzyılda antisemitizm Doğu Avrupa'da son derece yaygındır. Bu düşünceye sahip insanlar Yahudi konvoylarının önünü keserler ve Yahudi çocukları doğuracakları gerekçesiyle buldukları gelinleri katlettikten sonra gelinlikleriyle gömerler. O zamanlar Rusya'da yaşamakta olan ve evlenmek üzere olan genç bir adam vardır. Bu genç yanına en yakın arkadaşını aldığı gibi müstakbel eşinin yaşadığı ve 3 günlük mesafedeki köye düğün için gitmek üzere yola koyulur. İlk gece iki genç bir nehrin kenarında kamp yapmaya karar verirler. Ancak bizim damat adayı heyecandan uyuyamamaktadır. Çünkü işler yolunda gittiği takdirde birkaç gün içinde evlenecektir. O gece genç adam bir ağacın altında gördüğü ve garip bir şekilde kurumuş bir ele benzettiği ağaç dalına yaklaşır. Dalın etrafında döner, şarkılar söyler ve evlilik yeminini ettikten sonra dalın parmağa benzeyen bir çıkıntısına nişan yüzüğünü yerleştirir. Kendince nişan provasını yapmıştır. Ancak o an garip olaylar silsilesinin henüz başladığı andır. Toprak yerinden oynar, yer yarılır... Az önce ele benzettiği dal gerçekten de bir eldir. Ve bir anda önlerinde ölü bir gelin belirir. Ölü gelinin birçok yerinde çürükler vardır ve çürüklerin içinden kurtçuklar çıkmaktadır. Gelin konuşur: "Şarkılar söylediniz, evlilik yeminini ettiniz ve parmağıma nişan yüzüğünü taktınız. Şimdi sizinle karı kocayız. Gelin olarak haklarımı istiyorum"... Gördükleri ve duydukları karşısında şok olan iki genç toplanamadan tabanları yağlarlar ve 3 günlük mesafeyi bir günde alırlar. Evleneceği kızın köyüne geldiklerinde ilk işleri bir din adamı bulmak olur. Olayı din görevlisine anlattıkları sırada ölü gelinimiz kapıdan içeri dalar ve gelin olarak haklarını istediğini bir kez daha yineler. Bu sırada bulundukları yere damat adayının evlenecek olduğu hanım kızımız gelir. Gördükleri karşısında şok olur ve evlenememekten korkar. Din görevlisi bir meclis kurar ve diğer din adamlarıyla biraraya gelir. Aldıkları karar son derece açıktır: Evlilik yemini edildiği için evlilik geçerlidir ancak ölüler yaşayanlar üzerinde bir hak talep edememektedirler. Ölü gelin ağlamaya başlar ve "Yaşama dönebilmem için elimdeki tek şansı da kaybettim, düşlerim hiçbir zaman gerçekleşemeyecek" dedikten sonra yeniden cansız bir şekilde yere yığılır. Bunu gören gelin adayı kızımız ise ölü gelinin yanına gider ve eğilir. Akabinde ölü gelinin gözlerini kapadıktan sonra onun kulağına merak etmemesini, düşlerini onun yerine kendisinin yaşayacağını, ve hatta onun çocuklarını da doğuracağını söyler. Sonra da onu yaptırdığı güzel bir mezara defnettirir. Gelin adayı kızımız ile damat adayı gencimiz hoş bir düğün ile dünya evine girerler, uzun yıllar mutlu bir şekilde yaşarlar.
İşte bu efsane bizim Tim'e ilham kaynağı olur. "Ben seviyorum korku öğeleri kullanmayı, bunu da kullanayım" der ve muhteşem bir eser çıkarır. Hikâye birebir aynı olmasa da büyük oranda benzerdir (nasıl bir cümle şimdi bu)!
Karakterlere sesleri ile hayat veren isimler ise tam Tim Burton'luk. Başrol karakterlerimizden Victor'u Johnny Depp, bir diğeri olan Ölü Gelin'i ise Helena Bonham Carter seslendirmiş mesela. Çok seviyorum ben bu kadını ya. Ancak Tim Burton'un eşi olması dolayısıyla ses etmeyeceğim.
Bir de müzikleri var tabii bu filmin. Aslında müzikler bu filmin her şeyi. Stop-motion bir müzikal aslında bu film. %70'i de şarkılarla dolu, ne güzel! Peki kim yapmış bu müzikleri? Söylememe gerek yok sanırım. Yahu kim yapar Tim Burton filmlerinin müziklerini. Yine de bilmiyorsanız çaktırmadan burayı tıklayabilirsiniz. Hele bu filmde Ölü Gelin tarafından söylenen bir Tears to Shed şarkısı var ki tadından yenmez. Hatta sözlerini de yazayım tam olsun, ondan sonra da yazı bitsin...

If I touch a burning candle I can feel no pain
If you cut me with a knife it's still the same
and I know her heart is beating and I know that I'm dead
Yet the pain here that I feel is trying to tell me it's not real
and it seems that I still have tears to shed

If i touch a burning candle I can feel no pain
in the ice or in the sun it's all the same
Yet I feel my heart is aching
though it doesn't beat it's breaking
and the pain here that I feel is trying to tell me it's not real
I know that I'm dead
Yet it seems that I still have tears to shed

9 Kasım 2007 Cuma

HIMYM Karalamaları

Dersler, maçlar, İstanbul-Antalya derken ancak dün gece son noktayı koyabildim How I Met Your Mother'ın ilk sezonuna. Oldukça geriden takip ettiğimin ve buna karşın son derece yavaş izlediğimin farkındayım. Şimdi dizi hakkında kafamda oluşan birkaç anekdota geçiş yapalım. Şöyle ki;
* Şimdiye dek neredeymiş bu kafam?
* Lost kadar kafa karıştırıcı, Prison Break kadar kaçık, 24 kadar "damn it" ve Heroes kadar "Hiro" olmasa da hepsinden komik olduğu kesin.
* Neden bu kadar tatlısın sen Alyson?
* Pek bir özelliği olmasa da Marshall karakteri neden bu kadar başarılı?
* Barney, adamımsın, daha ne diyeyim!
* Diziyi izleme sebebim Cobie Smulders'dir, o kadar!
* Ted, ömr-ü hayatım boyunca senin kadar beceriksizini görmedim koçum. Çocuklarına yazık! Ayrıca Robin'i de rahat bırak :)
* Her bölüm neden 20 dakika lan?
Bitti.

The Beginning of the End

Açıklandı... Lost'un 4.sezonunun ilk bölümünün ismi açıklandı. Bu bile heyecan katsayımı artırmaya yetti.
Bu arada yeniden özlediğimi fark ettim. "Freckles"ı özledim, terminatör John Locke'umu özledim, "Brotha"mı da özledim... Hatta nefret etmeme rağmen doktor Jack'i bile... Gel 4 Şubat, gel!

9 Kasım 2007

Megalomanlık bu olsa gerek :)

6 Kasım 2007 Salı

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 12

Dedim "Gözlerinin rengi ne?", dedi "Kara sevda". (Çiçek Abbas - İlyas Salman)

Dinlenmesi Gerekenler (6) - Dört

Bir şarkıya takılmışsan
üstüne çökmüşse sözleri, yanında hüzün
ruhuna ucundan dokunmuşsa
kararmışsa gün gibi aydınlık yüzün
her telefon çaldığında karşındaki yine bir başkasıysa
ağlamak, beklemekten çok kolay bir parça bile umut kalmadıysa

Ah kaybolan el değmemiş ruhundu kir tutmayan
Ah kaybolan içindeki çocuktu yeri dolmayan

Her gece yattığında
aklındaki sevgilin değil bir başkasıysa
ve her şeyi unutup uyumak istiyorsan
sığınmak için seçtiğin yer rüyalarınsa
her aynaya baktığında karşındaki sen değil başkasıysa
ağlamak aldanmak kadar kolay
kendine bile bakacak yüzün kalmadıysa

Ah kaybolan el değmemiş ruhundu kir tutmayan
Ah kaybolan içindeki çocuktu yeri dolmayan

Görmüyor musun
kabuk bağlamıyor kanattığın hiçbir yaran
Hiçbir zaman geri dönmüyor kaybettiğin onca insan
Saat dört olmuş arıyorsun çaresini hüznün kederin
Acıdan başka dermanı yok ki boşvermiş bünyenin

GRİPİN

Anket Sonucu

Mutlu akşamlar sayın seyirciler. Kanalımızın yaklaşık 1 ay önce başlattığı anketin gün itibariyle sona erdiğini sizlere bildirmekten kıvanç duyuyoruz. Duymamak elimizde değil efendim. Anket kapsamında siz değerli izleyicilerimize "Sadece birini seçmek zorunda kalsanız" demiş ve cümleyi üç nokta ile tamamlamıştık. Yani, bir nevi size "Fill in the blanks" bırakmıştık. Anketimizi katılmaya değer bulan 30 kişiye teşekkürlerimizi sunduktan sonra alınan cevaplara geçiyoruz...
Anketimiz Türk dizi izleyicisinin hangi diziyi daha çok sevdiğini belirlemek üzere hazırlanmıştı. Katılımcıların %60'ını oluşturan 18 kişilik grup bu konuda "Lost'dan başkası yalan" cevabını verirken, 3'er kişiden 9 kişinin oyları Prison Break, How I Met Your Mother ve Heroes'a gitti. Bu üç dizinin aldığı oran ise %10'da kaldı. %6'lık bir kısmı oluşturan 2 kişi ise "Damn it man Jack Bauer"in olduğu yerde biz de varız demiş ve oylarını 24'e vermiş, iyi etmiş. Kalan 1 kişi ise oyunu "Bir başkadır benim memleketim" anlayışıyla paralel olarak "Ülkemde daha iyileri var" şıkkına vermiş. Bu arkadaşın takım elbiseli olduğunu ve "Ülkemde daha iyileri var" cümlesini Kurtlar Vadisi olarak gördüğünü tahmin edebiliyorum :)

5 Kasım 2007 Pazartesi

Onu Özlüyorum!

Onu özlüyorum
Aslında onu hiç görmedim
Yüz yüze gelmedim
Ama onu tanıyorum
Sesini cızırtılı bantlardan dinledim
Hep siyah beyaz filmlerde gördüm yüzünü
Çelik bakışlarını şiirlerde okudum
Onu yaşıyorum
Özlü sözlerini okudum köşe başlarında
Adını her sabah okul sıralarında andım
Şimdi, 69 yıl sonra
Onunla son yolculuğa çıkıyorum,
bir kez daha...
Onun geçtiği yollardan geçiyorum
Yollarda bıraktığı anıların izini sürüyorum
Çektiği acıları ruhumda taşıyorum
Onu arıyorum...

CAN DÜNDAR

Mim!

Gün geçmiyor ki bloglar aleminde yeni mimler dönmesin ve bunlardan biri de bize denk gelmesin. Bir bakıma iyi de oluyor bu mimler? Özellikle de yazacak bir şey bulamadığınızda...
Mimin konusuna geçmeden önce bu mimi buraya taşımama vesile olan Mobius'a teşekkürlerimi ileteyim ki ayıp olmasın :) Kendisi bu mimi kimseyle paylaşmamayı seçmiş. Yalnız bana bir ayrıcalık yapmış. Attığı pası kabul ettiğim takdirde mutlu olacağını belirtmiş. Eee, biz de kimse üzülsün istemeyiz, di mi?
Mime gelince... Yapılacak edim çok kolay; sadece "Print Screen" tuşuna basmak ve masaüstümüzün resmini çekmek. Bu vesileyle uzun süredir takipçilerim tarafından merak edilen masaüstüm de görüceye çıkmış olacak.
Noktalamadan önce paslamam şart mı bilmiyorum ama nedense istemiyorum da. Yalnız takipçilerim istedikleri takdirde bloglarında bu mimi sanki ben onları mimlemişim gibi davranıp da yayınlayabilirler. Esenlikler!!!

3 Kasım 2007 Cumartesi

Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Eternal Sunshine of the Spotless Mind için kimseyi bilmiyormuş ya da izlememiş olarak saymayacağım. Eğer ki gerçekten hâlâ Sil Baştan izlememişseniz ve daha da kötüsü adını bile duymamışsanız yazık size. Gerçekten öyleyseniz neden yaşıyorsunuz ki?
Aşk temalı filmler düşünülecek olursa akla ilk gelecek isim nedir? Gerçekten merak ediyorum. En güzel aşk filmlerinin Türkiyem'de çekildiğini biliyorum. Bu yüzden nereden baksak herhangi biri listede rahatça zirveye kurulabileceği için Türk yapımlarını bunun dışında tutalım. Yine, herkesin gönlünde yatan bir aşk filmi vardır. Ondan ötesi tanınmaz... Kimin gönlünde ne yatar bilemem tabii ki ama bildiğim yegâne şey Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ın bu yönden en çok tercih edilen olduğu.
Peki neydi bu filmi diğerlerinden ayrı kılan? Kimisi pek bir şey anlamadan filmi henüz yarıda izlemekten vazgeçer. Onlara bir şey demiyorum. Çünkü boşa maval okumayı sevmem. Direkt olarak eyleme geçmek gerektiğine inanırım ve o adamların alnını karışlarım ben. Ötesine bile giderim... Ehem, neyse, uzatmayalım. Ne demiştik en son? Hah, tamam, neydi bu filmi diğer aşk temalı filmlerden farklı kılan. Bir tanesini söyledim sanırım. Olsun, devam edelim. Bir kere her aşk filminde rastladığımız iki müstakbel sevgili adayının filmin yarısına kadar tanışıp, sonrasında da işi pişirdikleri türden bir şeye rastlamak yok bu filmde. Böyle bir şey izlemek isteyen herhangi bir aşk filmini seçip vakit kaybetmemeli. Sonra, fakir ama gururlu erkekle zengin züppesi kızın imkânsız aşkını da mümkün kılmıyor bu film. Tabii ölümcül hastalığa yakalandığı da yok ana karakterlerden birinin. Böyle bir şey arıyorsanız A Walk to Remember isimli uyduruk müsveddesi filmi izleyebilirsiniz. Tamamen romantik sinemamızı taklitten ibarettir. Cık cık cık!
Bakmayın siz benim bu yazıdaki cıvıklığıma. Söz konusu Sil Baştan olunca heyecanlanıyorum. Bu kadar cümle içinde filme dair tek bir önemli laf etmediğimin de farkındayım. O yüzden kemerlerinizi bağlayın artık, kalkışa geçiyoruz...
Şimdi ayıralım Sil Baştan'ı diğer filmlerden. Öncelikle belirtmek gerek ki bu film tek başına bir aşk filmi olmaktan çok öte. Nasıl ki tüm hatalarına rağmen The Lake House işi farklı senaryosuyla kurtarmışsa Sil Baştan için söylenecek şeyler de hemen hemen aynı. Tek fark Sil Baştan kusursuz. Hata bulmak neredeyse olanaksız. Öncelikle senaryodan başlayalım öyleyse...
Joel Barish ve Clementine Kruczynski bir plaj partisinde tanışmış ve arkadaş olmuşlardır. Bu arkadaşlık kısa bir süre içinde aşka dönüşmüş ve bu "aşk" da ikisini Allah'ın izni peygamberin kavli ile sevgili ilân etmiştir. Joel sade, düz ve içedönük bir adamdır. Bunun tam aksine Clementine ise son derece güzel, zeki, hayat dolu ve yerinde duramayan bir kadındır. Bir süre sonra birbirini gerçekten çok sevmiş bu iki insan arasındaki duygu nefrete dönüşmüştür. Ayrılmışlar ancak hâlâ birbirlerini düşünmektedirler. Yapılacak bir tek şey vardır; anılarını sildirmek. Evet, film icabı böyle bir şey mümkündür. Sıradan bir apartmanın giriş katında hizmet vermekte olan ve sadece anı silmekle uğraşan bir şirket vardır. İkisi için de buranın kapısını çalma vakti gelmiştir. Aksi halde hayatları çekilmez olacaktır. Şirket hemen harekete geçer. Yaptıkları tek şey insanların başlarına koydukları tasları kablolar yardımıyla antika bilgisayarlarına bağlamak ve hastanın derin bir uykuya dalmasını sağlamaktır. Joel ve Clementine için artık geriye dönüş gibi bir ihtimal yoktur. Uyandıkları zaman birbirlerini hiç hatırlamayacaklardır. Yoksa öyle bir ihtimal var mıdır? İşin garibi şirket bu iki hasta karşısında şimdiye dek hiç uğramadıkları bir duruma rastgelir. Çünkü Joel ve Clementin tedaviye karşı bilinçsizce karşı koymaktadırlar. Uykudayken eski güzel anıları yaşarlar, birbirlerinin diğer anılarına atlarlar ve kendi kafalarının içinde buluşup bağlı oldukları aletlere yenilmemek için söz verirler.
Tüm bunları söyledikten sonra belirtmekte fayda var ki filmi bu sırayla izlemiyoruz. Filmin yarısına kadar çoğu kişinin pek bir şey anlamamasının nedeni de budur. Ancak sabretmek her zaman iyidir, daima.
Filmin yönetmeni genç bir Fransız, Michel Gondry. Gondry bu filmin kamera arkasında sadece yönetmen olarak görev almadı. Kendisi aynı zamanda filmin senaryosunun da yazarı. Hazır yeri gelmişken belirtmekte de yarar var, yazdığı bu senaryo ile "en iyi senaryo" dalında Oscar'ı kucaklamıştır.
Filmin oyuncu kadrosu ise tamamen bir yıldızlar geçidi. Filmi Oscar ödül törenlerinin kırmızı halısı olarak düşünürsek oyuncuları halıdan salona yürümekte olan Hollywood yıldızları ve kendimizi de onlardan imza koparmaya çalışan halktan biri olarak düşünebiliriz. Evet, bu yanlış olmaz sanırım. Başroldeki iki karaktere hayat veren büyük isimleri geçtim, yan rollerde görev alan isimler de gerçekten ciddi isimler. Joel'den başlayalım... Erkek başrol oyuncumuzu, Joel'i, usta aktör Jim Carrey canlandırmakta. Biliyorum ki Jim Carrey'i seven kadar sevmeyen de çok. Gerekçeleri de tekdüze rollerle izleyici karşısına çıkması ve, genelde, pek de hoş durmayan sırıtmasıdır. Böyle düşünen kişilere düşüncelerinde ne kadar yanıldıklarını görmeleri için bu filmi izlemelerini antrparantez yineledikten sonra gelelim güzel Clementine'i güzel kılan isim Kate Winslet'e... Filmi izledikten sonra bu filme ondan başkasının yakışamayacağını düşünmüştüm. Hâlâ aynı fikirdeyim. Seviyorum bu kadını... Filmde yan rollerde gördüğümüz oyunculardan biri Elijah Wood. Diğeri için bakınız kullanmak istiyorum. Şöyle ki; (bkz. Kirsten Dunst).
Yeteri kadar yazdığımı düşünüyorum. Seneye son sınıfa geçince blog okurlarının uzun yazılara yaklaşımı konusunda bir de tez yazmak istiyorum. Bütün yazıyı okumamışsanız ve "Sonunda ne yazmış acaba?" diye düşünüp burayı okuyorsanız diye söyledim bunu. Film hakkında söyleyeceğim son şey de şu olacak; keşke filmde olduğu gibi bir mekanizmaya bağlanabilseydim, böylece filmi izlediğim o iki saati anılarımdan silip atar ve yeniden "sil baştan" izleme fırsatına sahip olurdum. O kadar güzel yani!

2 Kasım 2007 Cuma

Creativity (1)

The Crow

"Eskiden insanlar öldükleri zaman bir karganın, ruhlarını ölüler diyarına götürdüğüne inanırdı. Ama bazen, o kadar kötü birşey olurdu ki ruh beraberinde büyük bir hüzün getirirdi ve dinlenemezdi. Böyle olduğunda nadiren karga yanlış şeyleri düzeltmek adına bu ruhu dünyaya geri getirirdi."
Uzun zamandır aklımdaydı, ancak bir türlü vakit ayıramamıştım The Crow'a. İşin daha da garibi, ve benim için ayıp olan yanı, filmin 1994 yapımı olması. Aradan 13 sene geçmesine rağmen bu efsanevi filmi izlemek bu haftaya denk geldi.
Bir insanın aşkı için gidebileceği en uç nokta, yine bir bireyin içinde barındırabileceği en kudretli intikam hissi ya da ölümden sonraki yaşam hakkında bir şeyler izlemek istiyorsanız, The Crow bu konudaki kaçırılmaması gereken filmlerin başını çekiyor. Lafı fazla uzatmadan hikâyeye gelecek olursak...
Eric Draven ve nişanlısı Shelly Webster'in bir binanın çatı katındaki evlerinde bir grup çete tarafından vahşice öldürülmelerinin üzerinden tam bir sene geçmiştir. Geride bıraktıkları sevenleri, özellikle küçük Sarah, için geçen süre zarfında hayat Eric ve Shelly'den öncekine oranla çok kötü geçmektedir. Küçük Sarah tam bir sene Shelly'nin önce tecavüze uğrayıp sonra katledildiği, ardından Eric'in kurşunlandıktan sonra apartmandan aşağı fırlatıldığı yerdedir. Anılar onun için her şeydir. Sarah bir yerlerde hâlâ bir meleğin olabileceğine ve dünyadaki adaletin dağıtımına devam edeceğine inanmaktadır. Tabii kimsenin o gece Eric'in mezarının boşaldığından haberi yoktur... Zaman mezarından çıkan Eric Draven için Shelly'sine dokunanlardan intikam alma vaktidir.
The Crow'un yönetmenliğini daha önceki yazılarımdan birine de konu olan Dark City'nin de yönetmenlik koltuğunda bulunmuş olan Alex Proyas yapmış. Filmin oyuncu kadrosunu incelediğimizde ilk göze çarpan isim Bruce Lee'nin oğlu olan ve aynı zamanda filmdeki Eric Draven karakterine hayat veren Brandon Lee. Burada Lee'nin hüzünlü öyküsü için bir paragraf açmak istiyorum. Çünkü filmi izlerken biliyorsunuz ki Draven karakterini neredeyse bir idol konumuna getiren Brandon 58 günlük çekimlerin 52'nci gününde sette hayatını kaybetmiş. Evet, kendisi The Crow'un çekimlerinin sonunu görememiş ve filmin tamamlanmış halini izleyememiştir. Kendisinin ölümü de tıpkı babasının ölümü gibi şaibeli olmuştur. Açıklamak gerekirse... Brandon'ın öldüğü sahne, filmi izleyenler de hatırlayacaktır ki, bir "flashback" sahnesidir. Mezardan çıkan Eric cinayet gecesini hatırlamaktadır. Kurşunun başına isabet ettiği sahne... İşte o sahne çekilirken kullanılacak olan kurusıkı tabancanın gerçek bir tabanca ile değiştirildiği ve bunun da kasıtlı olarak yapıldığı iddia edilmektedir. Sette silah patladığında yere yığılan Brandon'ı yönetmen dahil herkes rol yapıyor sanmaktadır ancak bir gariplik vardır. Brandon'ın yerde yatışı aşırı gerçekçidir. Durumun farkına varılır ve aktör hastane kaldırılır. 5 saat süren ameliyat amacına ulaşamaz ve Brandon Lee'nin 28 yıllık yaşamı son bulur. Çekimlerin kalanı da bir dublörün yüzüne yapılan efektler sayesinde tamamlanır. Dosya kapanır!
Filmdeki tanıdık yüzlerden diğeri de filmin kötü adamı Top Dollar rolünde izlediğimiz Michael Wincott. Allah için bir kötü adamın nasıl olması gerektiğinin resmini çizmiş film boyunca.
Filmin müziklerine de dikkat çekmekte fayda var. Özellikle Jane Siberry tarafından seslendirilen "It Can't Rain All The Time" muhteşem. Bunun dışında The Cure'un performansıyla "Burn" ve Violent Femmes'in yorumuyla "Color Me Once" filme renk katan diğer parçalar. Hatta filmi dikkatli izlerseniz bir ara "Oy oy eminem nedir bu güzellikler"i duymanız bile mümkün.
Esen kalın efendim!