jack nicholson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jack nicholson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2008 Pazar

Chinatown

Öyle bir insan düşünün ki hayatını başkalarının kirli çamaşırlarını teker teker ortaya dökerek, bunları gerektiğinde şantaj malzemesi olarak kullanarak kazansın. İcra ettiği mesleğin etik olup olmadığı sorunsalı şöyle dursun, kaç insan mutluluğu başkalarının mutsuzluğunda arar ki? Özel dedektiflerin de yaptığı bir bakıma budur. Emniyet teşkilatındaki sıra dışı olmayan meslek yaşantınız gün gelip de sona ermiştir. Alacağınız emekli maaşına tamah edemezsiniz belki, belki de çalışmadan duramıyorsunuzdur ve gerekli hazırlıkların ifa edilmesinin ardından açarsınız bir ofis ve başlarsınız özel dedektiflik yapmaya. Bir bakıma rahat batıyordur bir taraflarınıza. Bir türlü anlamlandıramadığım “tutmak” fiilindedir sahne alma sırası. Birileri gelir sizi tutar. Sonraki aşama elinize büyüteci tutuşturup, varsa ayak izlerini takip etmek, gün gün saat saat müşteriye bilgi vermektir. Genelde de bir sonuca ulaşamazsınız. Aldığınız para birkaç sokak arşınlamış olmanızın ödülüdür. Hatta can adımladığınız yollar bile ödül olabilir.
Jack Nicholson hayranlığımın tavan yaptığı günlerin başıydı. O vakitler tek uğraşım piyasada Nicholson filmleri aramaktı. Bundan arta kalan zamanımı ise pek haz etmememe rağmen Los Angeles Lakers’in maçlarını izlemek suretiyle harcardım. Neden mi? Nedeni gayet basit aslında. Nicholson çok büyük bir Lakers taraftarıydı ve oyunun durduğu anlarda genellikle kameranın odak noktasıydı. Bahsi geçen günlerin birinde izlemiş olmalıyım Chinatown’u…
Beni en fazla etkileyen Nicholson filmlerinin başında gelir Chinatown. Bunda hiç kuşkusuz aslan payının yarısı da filmin yönetmeni Roman Polanski’nindir. Jake Gittes eski bir polis memuru, yeni bir özel dedektiftir. Aldığı işleri genelde fotoğraf makinesi yardımıyla yerine getirmektedir. Çünkü kanıt ve şantaj için gerekli olan en önemli alet budur. Yukarıda da belirttiğim gibi birtakım insanları içine ittiği keder kuyusunda, o adeta bir kovadır. Kuyu ne kadar çok dolarsa, o zirveye o denli çok yaklaşacaktır. İşleri son derece yerinde gitmektedir. Hiçbir zaman gün gelip de kendisinin de bizzat içinde bulunmak zorunda kalacağı bir dava alabileceğini düşünmemiştir. Bir gün ofisine isminin Evelyn Mulwray olduğunu iddia eden bir bayan uğrar ve kocasının kendisini aldattığını ileri sürer. Gittes’den isteği gayet açıktır; kocasını kendisini diğer kadınla beraber iken enselemesi. Gittes kadının kocasının kim olduğunu öğrenince bir hayli şaşırır. Çünkü kadının kocası Su ve Enerji İşleri baş mühendisi Hollis Mulwray’dir. Gittes altın yumurtlayan tavuğu ele geçirmişçesine sevinir. Çünkü içinde bulundukları dönem Los Angeles tarihinin en kurak dönemidir ve halk bunun en büyük sorumlusu olarak Hollis Mulwray’i göstermektedir. Jake Gittes kısa süre içinde başmühendisi enseler ve fotoğrafları gazetelere de gönderip fazladan bir kazanç sağlar. Birkaç gün sonra ofisine gelen bir bayan her şeyi allak bullak eder. Gittes’in ilk defa karşı karşıya geldiği bu kadın gerçek Evelyn Mulwray’dir ve Gittes’i dava ettiğini kendisine bildirir. Gittes gerçek bayan Mulwray ile karşılaştıktan sonra kendisine başmühendisi enselemesi için görev veren kadının aslında kim olduğunu merak ederken aldığı bir haber bütün olayları içinden çıkılması güç bir noktaya taşır: Hollis Mulwray bir barajda ölü olarak bulunmuştur.
1974 yılında çekilen Chinatown’un yönetmeni Le Locataire ve The Pianist gibi filmlerden tanıdığımız Roman Polanski. Polanski’nin en başarılı eserlerinden biri olarak kabul gören ve eleştirmenlerce sinema tarihinin en sürükleyici polisiyelerinden biri seçilen Chinatown almış olduğu en iyi senaryo dalında Oscar ve 3 dalda da BAFTA gibi ödüller ile tüm bu görüşlerin doğruluğunu kanıtlamıştır. Ayrıca belirtmekte fayda var ki film en iyi senaryo dalı haricinde 10 dalda daha Oscar'a adaydı.
Filmin oyuncuları içindeki en ağır top – yukarıda da bahsettiğim gibi – Jack Nicholson. Filmin ilk dakikalarından itibaren adeta tek başına filmi sürükleyen oyuncu filmdeki üstün performansı sayesinde en iyi erkek oyuncu dalında BAFTA ödülünün de sahibi oldu. Benim nazarımda Hollywood’un en başarılı ve en yetenekli oyuncusudur Jack Nicholson. Bu topraklardan çıkmış Şener Şen’in bahtlı olanıdır bir bakıma. Her zaman iddia ederim Şener Şen’in Türkiye için gereğinden fazla yetenekli olduğunu. Bundan gurur duymalıyız tabii ki ama duymuyoruz işte. Hak eden sanatçıya hak ettiği değeri vermek yerine ne idüğü belirsiz insancılar süslüyor aptal kutumuzu ve kağıt parçalarımızı. Üstüne basa basa söylüyorum ki Şener Şen bu topraklar dışında bir yerlerde doğmuş olsaydı hak ettiği değeri de alırdı, almadığı ödül de kalmazdı. Sözlerimi bağlayacağım nokta şudur ki Jack Nicholson, Amerika için çok büyük bir değer ve eloğlu sanatçılarının kıymetini çok çok iyi biliyor. Unutmadan da belirteyim, Nicholson bu filmde özel dedektif Jake Gittes karakterine bürünüyor.
Chinatown’da Nicholson’un yanında en fazla görünen isim ise Faye Dunaway. Evelyn Mulwray karakterini canlandıran Dunaway bu filmde son derece vasat bir oyunculuk ortaya koymuş. Kim bilir, belki de Nicholson’un oyunculuğu yanında kaybolmaya mahkum olmuştur.
Kitap, film ve albüm gibi pek çok aparata ulaşabilmenize olanak tanıyan mağazalarda şu günlerde önemli aktörlerin ve aktristlerin özel koleksiyonları mevcut. Bunlardan biri de Jack Nicholson koleksiyonu. Koleksiyonun içindeki filmlerden biri de Chinatown. Üstelik DVD fiyatlarını göz önünde bulundurursanız son derece cüzi bir miktara bu koleksiyona erişebilirsiniz. En azından sıradan polisiye filmlerin cirit attığı piyasadan uzaklaşıp, biraz eski ama son derece kaliteli bir yapım izleme şansına sahip olursunuz. Jack Nicholson’un kendisi de cabası…

25 Nisan 2008 Cuma

The Bucket List

Klasiktir, başımıza bir şey gelmeden önlem almayız. Eşyanın tabiatı gereği bu dünyanın her yerinde böyledir. Çok zengin de olabilirsiniz, yoksulluğun dibine vurmuş da olabilirsiniz. Henüz hayatınızın baharında da olabilirsiniz, hayatınızın baharında açan çiçekler yapraklarını dökmüş de olabilir. Zamansız gelir amansız hastalıklar. Bir yerinizde hafif karıncalanmalarla başlar durum. Önemsemezsiniz. Ağrıya bırakır yerini karıncalanma. Onun da geçeceğini düşünürsünüz. Ancak günler ilerledikçe rahatsızlık artar. Doktorunuzun karşısına geçtiğinizde doktor acımasız davranarak size bahşedilen gözlerle dünyaya ne kadar daha bakabileceğinizi doğrudan söyler yüzünüze. Bir Kemal Sunal filmi değildir içinde bulunduğunuz durum. Bir başkasının dosyaları ile karışmamıştır dosyalarınız. Artık sizi ne sahip olduğunuz milyon dolarlar kurtarabilecektir, ne de yakınlarınızın sevgisi. O an geçmişinize doğru baktığınızda aslında pek de eğlenceli bir hayat yaşamamış olduğunuzu hatırlar, acı tebessüm kondurursunuz yüzünüze. O tebessüm çok şey anlatır bir anda...
Edward Cole ve Carter Chambers da hayatlarının sonbaharıda yüzlerine böyle bir tebessümü oturtmuş iki ihtiyar. Edward çok ünlü bir hastanenin sahibidir. Dolayısıyla paraya para demez. Her istediğini alabilecek kadar parası vardır, sağlığı dışında. Carter'ın ise, Edward'ın aksine, sahip olduğu tek şey ailesidir. Onlara olan sevgisi kendisi için en büyük hazinedir. Lâkin sevgi her zaman sağlık getirmiyor. İki ihtiyar ölümcül bir hastalığın pençesinde olduklarını öğrendikleri an dünyaya sırt çevirmek yerine hayatın güzel yanlarına sarılmayı seçerler. Edward'ın parası ve Carter'in cesareti her ikisine de yetecektir. Kalan günlerini hastane odasında geçirmek yerine o güne kadar görmeyi isteyip de göremedikleri yerleri görmeye, yapmayı isteyip de yapamadıklarını yapmaya harcamaya karar verirler. Hasta ihtiyarlar için hayat bundan sonra başlayacaktır.
The Bucket List ölümcül bir hastalığa yakalanmış iki ihtiyarın kalan günlerini bir hastane odasında harcamak yerine günlerini gün etmeyi seçmelerinin hikâyesidir. Alırlar ellerine bir kağıt kalem ve teker teker yapmayı istedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Yarış arabalarına atlayıp sürat yaparlar, paraşütle atlarlar, dövme yaptırırlar, Tac Mahal'e giderler, Himalayalar'a çıkarlar...
A Few Good Men, Misery ve The Princess Bride gibi başarılı yapımlardan tanıdığımız Rob Reiner'in yönetmelik koltuğunda oturduğu filmin belki de en büyük başarısı Oscarlı iki büyük ismi biraraya getirmiş olması. Aşmış aktörler Jack Nicholson ve Morgan Freeman'dan bahsediyorum. Her iki aktör de ilk kez birlikte çalışmış ve ortaya beklendiği gibi oyunculuk yönü çok kuvvetli bir yapım çıkmış. Nicholson Edward Cole karakterine hayat verirken, Freeman da Carter Chambers'ı canlandırmış. Filmde aynı zamanda Morgan Freeman'ın oğlu Alfonso Freeman rol almış.
The Bucket List baştan sona izleyeni eğlendirmeyi başaran, Jack Nicholson ve Morgan Freeman'ı aynı yapımda göstererek yüz güldüren ve dramatik sonu için mendilleri hazır ettiren bir film. Ölümcül hastalıkların sadece yas tutmayı gerektirmediğinin, aslında dillere destan bir hayat jübilesi yapabilmek için bir fırsat olduğunun altını çizen bir yapım aynı zamanda.

25 Eylül 2007 Salı

One Flew Over The Cuckoo's Nest

Suçluların yeri neresidir? Bu soruya herkesin yanıtı cezaevi olur sanırım. Peki ya bu suçlunun aynı zamanda bir akıl hastası olduğunu söylersem cevabınız değişir mi? Yattığı cezaevinde kalmaya devam mı etmeli, yoksa en yakın akıl hastanesine nakil mi edilmeli? Bence ikinci seçenek daha cazip duruyor. Ödüllü yazar Ken Kesey de öyle düşünmüş olacak ki Türkçe'ye Guguk Kuşu olarak çevrilen romanı One Flew Over The Cuckoo's Nest'de cezaevinden akıl hastanesine getirilen bir adamın hikâyesini ele almış. Benim irdeleyeceğim kesinlikle kitap olmayacak. Birazdan okuyacaklarınız bu harika romanın en az kendi kadar başarılı olan sinema filmi hakkında yazacaklarımdan ibarettir. Kabul ediyorsanız "keep reading please"...
1975 yılında Çek yönetmen Milos Forman tarafından sinemaya aktarılan filmin, dolayısıyla kitabın da, konusuna kısaca değinerek bir giriş yapayım. Randle Patrick McMurphy uzun zamandır hapishanede yatmakta olan bir suçludur. Yıllardır firar etmeyi düşünse de bu hayalini bir türlü hayata geçiremez. Ancak kendisi demokrasilerde hiçbir zaman çarelerin tükenmediğinden haberdardır elbette ki. Başında yanan ampul kendisi için özgürlüğün kapılarını açmak üzeredir. Plâna göre deli numarası yaparsa oradan bir akıl hastanesine nakil olabilecektir. Güvenliğin daha az olduğu bu yerden kaçmak bir süre sonra daha kolay olacaktır. McMurphy'nin plânının ilk aşaması başarılı olur ve kısa bir süre akıl hastanesine geçişini tamamlamıştır. Ancak artık numara yapmaya devam etmesi gerektiği gibi bir tımarhane dolusu adamla da başetmek zorundadır. Sonunda uzun zamandır üzerinde durduğu emeline kavuşacak mıdır, yoksa yavaş yavaş etrafındaki delilere mi benzeyecektir?
Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda ise mutluluk tomurcukları saçmamak için kendini zor tutuyor insan. Bir kere McMurphy rolünde Hollywood'un en iyilerinden olan ve bu filmdeki rolüyle "En İyi Erkek Oyuncu Oscarı"nı kucaklayan Jack Nicholson var. Belalı hemşire Mildred Ratched rolünde ise yine bu filmdeki rolüyle "En İyi Kadın Oyuncu Oscarı"nı kazanan Louise Fletcher'ı görüyoruz. Bunun haricinde bu Guguk Kuşu'nun dünya sinemasına kazandırdığı çok önemli isimler de var. Bu isimler içinde Martini karakteriyle bizleri film boyunca gülücüklere boğan, Big Fish, Man on the Moon, Space Jam ve Batman Returns gibi filmlerden tanıdığımız Danny DeVito; Back to the Future serisinin Doktor Emmett Brown'ı Christopher Lloyd ve The Lord of the Rings'in Grima Solucandil'i Brad Dourif yer alıyor. Film hakkındaki bir diğer önemli husus ise 1975 yılında yapılan Akademi Ödülleri'nde En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yönetmen dallarında Oscar'ı kucaklaması. Hâlâ izlemeyeniniz varsa bulun bir yerden izleyin derim. Çok şükür ki ben çarşamba günü sabah saat 09:00'da okuldaki cep sinemasında yeniden izleme fırsatı bulacağım :)