luc besson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
luc besson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2008 Perşembe

Banlieue 13

Amerikan sinemasının aksiyon anlaşıyını yerle yeksan eden bir yapımın bahsini edeceğim. O bilindik Hollywood aksiyonlarını aslında şöyle bir düşününce anlıyoruz ki aslında bu adamların yaptıkları aksiyon falan değil. Bildiğiniz hikâye... Evet, aslında hikâye yazıyor adamlar. Filmin başında yakışıklı kahramanımızı görürüz. Onun hayat öyküsüne tanıklık ederiz. Sadece bunlar bile bir filmin ilk yarısını götürür. Sonra kahramanımızın geçmişte yaptıklarının hesabını ödeyeceği ana geliriz ki dananın kuyruğu göz açıp kapayıncaya kadar kopar. Elimizde kalan kıssadan hissedir... Aksiyon değil!
Halbuki Fransızlar'ın ellerinden çıkma Banlieue 13'ü izledikten sonra bir aksiyon filminin aslında nasıl yapılması gerektiğini görüyoruz. Diyoruz ki "Bana masal anlatma, doğrudan konuya gel". Bu filmde de zaten doğrudan konunun içinde buluyoruz kendimizi. Birkaç dakika geçmeden de kalan dakikalarda nasıl bir filmin bizi beklediğini anlayabiliyoruz. Sahip olduğu aksiyon ve sinema tarihinin en güzel kovalamaca sahneleri ile çizgi film ve çizgi roman dünyasının imkânsızlıklarını beyaz perdeye harikulade bir şekilde aktarıyor bu film.
Yönetmenlik koltuğunda Pierre Morel'in oturduğu Banlieue 13'ün kamera arkasındaki esas ağır topu Luc Besson. Le Grand Bleu, Léon, Nikita, The Fifth Element, Taxi ve The Transporter gibi pek çok üst düzey filmin altında imzası bulunan Besson, Banlieue 13'de karşımıza senarist olarak çıkıyor ve film bir anda sıradışı filmler yaratma konusundaki tutkusunun bir ürünü oluveriyor.
Peki ne anlatıyor Banlieue 13? 2010 Paris'indeyiz... Şehir Banlieue 13 ve kalan taraf olmak üzere ikiye ayrılmış durumda. Öyle ki bu iki bölgeyi bir hayli uzun bir duvar ayırmakta. Banlieue 13 ise suç oranının son derece yüksek olduğu, hiçbir hukuk kuralının geçerliliğinin olmadığı ve herhangi bir devlet dairesinin dahi yer almadığı belalı bir bölgedir. Leito ise bu bölgede büyümüş ve masumiyetini koruyabilmiş biridir. Ona göre adalet esastır ve er ya da geç yerini bulmalıdır. Banlieue 13'de kendi saltanatını kurmuş olan çete lideri Taha'ya karşı vermesi gereken bir savaş vardır. Tüm bu hengame içinde Fransa hükümetinin elindeki bir nötron bombası Taha ve adamları tarafından el geçirilir. Fakat bomba istenmeden çalıştırılır. Hükümetin elinde 24 saat vardır. Bu süre içerisinde bomba etkisiz hale getirilmezse 2 milyon insan hayatını kaybedecektir. Görevi yüklenen polis memuru Damien Tomaso'nun bu görevin altından tek başına kalkamayacağına inananlar Damien'in yanına Leito'yu da verirler.
77 dakikalık bir film Banlieue 13. Fakat bir aksiyon filminin kısa ve öz olabileceğini de kanıtlamakta. Olması gerektiği gibi başlıyor ve olması gerektiği gibi sona eriyor. Zaman mı? O da su gibi akıp geçiyor.

22 Ağustos 2008 Cuma

Léon: The Professional




80'lerin sonunda, 90'ların başında çocuk olan insanların unutulmazları bir başkadır. Hele bir Parliament Sinema Kulübü vardı ki sormayın gitsin. "Parliament Pazar Gecesi Sineması'nı sunar/sundu"... Fonda çalan Linda Ronstadt vokalli All My Life vardı bir de... O dönemde çocuk olan her insanın duyduğu ilk yabancı parçalardan olma özelliğini taşır. Çok da güzeldir. Star TV'de yayınlanan Parliament Pazar Gecesi Sineması'nın bir tek kötü yanı vardı bizim için, ki o da isminde gizlidir. Rahatlıkla tahmin edebileceğiniz üzere bu yayın pazar geceleri olurdu. Haliyle ertesi gün dersbaşı olurdu, anne mutfaktan elinde bir bardak sütle gelirdi, sonra filmi en heyecanlı yerinde bırakıp yatağın yolunu tutardık. Uyuyabilir miydik ama? Mümkün değildi. Başımız yastıkta, filmin sonuna yazılan binbir türlü senaryo... Ertesi sabah güç bela kalkıp okulun yolunu tutardık. Sınıf arkadaşlarımıza teker teker sorardık ama sonuç hep düşkırıklığıydı. Hepsinin de kaderi bizimkiyle aynı olurdu. Bir gece önceki filmin sonunu getirebilen bir Allah'ın kulu da mı olmazdı?
Star TV'nin verdiği ve bizim her fırsatta yarıda bırakmak zorunda kaldığımız filmlerin büyük bir kısmı Luc Besson imzalı olurdu. Derinlik Sarhoşluğu ve Beşinci Element'i kaç kez yarıda bırakmışlığımız vardır. Yıllar sonra o zamanlar kaçırdığımız filmlerin hepsini istediğimiz ölçüde seyretme fırsatımız oldu tabii. Fakat çocukluk dönemimizdeki heyecanı hep aradık.
Parliament Pazar Gecesi Sineması'nın değişilmezlerinden bir tanesi de Léon: The Professional'dı. Yine bir Luc Besson filmiydi. Ardımda bıraktığım yıllara omuz hizamdan şöyle bir bakınca rahatlıkla söyleyebiliyorum ki Leon'u o yıllarda yarıda bırakmak aslında hep benim/bizim lehimize olmuş. Filmdeki uygunsuz sayılabilecek nitelikte olan pek çok sahne makaslanıyor ve efsane replik/sahne bakımından doktora yapmış olan bu filmin içine ediliyordu. Yıllar sonra Leon: Aşkın Gücü'nü yönetmenin kurgusu (Director's Cut) ile tekrar seyredince insan bunu daha iyi anlıyor.
2 buçuk sene evvel filmi ilk kez baştan sona izlediğimde son sahnenin ardından akan gözyaşlarım pek çok şeyi anlatıyordu aslında. Anlattığı şeyler bile öylesine derindi. Dün gece DVD'yi yeniden oynatıcıya taktığımda her sahnenin hafızamda - daha önce bir kez izlemiş olmama karşın - hâlâ yerli yerinde duruyor olduğunu gördüm. İlk ve tek izleyişimde bu denli içine düşmüşüm belli ki. Leon bir aşk hikâyesi sayılabilir, fakat basit bir tabirle aşk deyip de geçilemeyecek türden bir hikâye aynı zamanda. B"aşk"a bir şey işte...
Leon henüz 19 yaşındayken geleceğini kesin bir çizgiyle belirlemiş bir adamdır. Onun öyküsü acıklıdır, fakat kimse bilmez. Çünkü az konuşur, konuştuğu insanlar ise genellikle sesini son kez duyanlar olur. 19 yaşında iken sevdiği kızın babasını intikam için öldürdükten sonra geriye dönüş için bileti yoktur. Yazgısı bağlanmıştır artık. Geride bıraktığı yılların ardından her haliyle kusursuz bir tetikçi olmuştur. Çıt çıkarmadan kurt gibi avını takip eden, kurbanını fare gibi köşeye sıkıştıran ve gerçekleştirdiği infazın ardından peşinde bir iz dahi bırakmadan ayrılan bir adamdır. Bir de Mathilda vardır... Kendisi Leon ile aynı apartmanda babası, 4 yaşındaki kardeşi, üvey annesi ve üvey ablası ile yaşamakta olan 12 yaşında bir kız çocuğudur. Her gün karşılaştığı Leon kendisine son derece tuhaf, bir o kadar da çekici gelmektedir. Mathilda'nın babası ise Narkotik Şube Müdürü sorunlu Stansfield ile bir uyuşturucu meselesi yüzünden sıkıntı yaşamaktadır. Bir öğlen, Mathilda marketten aldıkları ile evine döndüğünde ailesinin katledildiğini görür. Çaresizce Leon'a sığınır. O andan itibaren Mathilda için zaman intikam için akmaktadır. Babası, üvey annesi ve üvey ablası çok umrunda değildir. Ancak henüz 4 yaşında olan kardeşinin kaybı onu derinden sarsmıştır. Mathilda ile tanışana kadar hayatına hiçkimseyi sokmamaya yemin etmiş Leon ve tüm çılgınlıklarına rağmen masumiyetini o ana kadar korumayı başarmış Mathilda'nın öyküsü ise bu andan itibaren başlar. Mathilda, Leon'dan alacağı intikam için kendisini eğitmesini ister. İcra ettiği meslek itibariyle bir gözü açık uyumak zorunda olan Leon'un ise artık koruması gereken bir can daha vardır.
1994 yılında beyazperdeye giren Leon, yönetmen Luc Besson'un en iyi filmi olarak işaret edilir. Benim kanım da bu yöndedir. İmzasını taşıyan Le Grand Bleu, Taxi, Transporter ve The Fifth Element gibi yapımlarla da işinde ne kadar başarılı olduğunu ispatlayan yönetmenin zirve noktası Leon'dur.
Filmde Léon karakterine can veren isim ise Luc Besson'un değişilmezlerinden olan usta oyuncu Jean Reno'dur. Sinemaseverlerin çok yakından tanıdığı Jean Reno, yine pekçok izleyici tarafından beğenilmeyen bir aktördür. Bana sorulacak olursa da sinemanın en iyilerinden biridir. Le Grand Bleu, Nikita, The Crimson Rivers gibi filmler bence kendisinin ne kadar yüce bir oyuncu olduğunu anlamak için yeterlidir. Leon'da ise kariyerine tavan yaptırmıştır. Seri katil olmasına karşın, içinde her daim iyi bir yan bulunan bir karakterin altında ustalıkla kalkmıştır.
Filmin bir diğer ağırtopu ise benim hastası olduğum aktör Gary Oldman'dır. Stansfield rolünde izlediğimiz aktör özellikle filmde hap yuttuğu sahnelerde izleyene "Yürü be" nidaları attırabiliyor.
Filmde Jean Reno ve Gary Oldman gibi muhteşem isimlerle aşık atan ve ilk oyunculuk deneyimi olmasına karşın, zaman zaman performansını onların bile üzerine çıkarmayı başaran biri isim de var. Bu kişi Mathilda'yı oynayan, şimdilerde Hollywood'un kendine has güzelliğiyle öne çıkan ismi, Nathalie Portman. Portman henüz 12 yaşında iken Mathilda rolü için seçmelere katılıyor ve sergilediği performans diğer adayların izlenmesini dahi gerekli kılmıyor.
Filmin o meşhur "soundtrack"inde Sting şöyle der; "If I told you that I loved you, you'd maybe think there's something wrong. I'm not a man of too many faces, the mask I wear is one"... Bir kumarbaz hakkında yazılmış sözler filmin anakarakterlerinden olan Leon'un üzerine de cuk diye oturmuştur. Filmi izleyenler bilir. Leon işinde son derece uzman biridir. Kadınlar ve çocuklar dışında kalan herkesi mevki ayrımı dahi yapmadan, düşünmeden öldürür. Fakat bu sertliğin altında her daim bir yumuşaklık olduğunu görüyorsunuz. Leon her öğün bir bardak sütünü yanından eksik etmeyen, birçoklarına göstermediği merhameti saksıda beslediği çiçeğine gösterebilen bir adamdır. Hakedene hakettiğini verir aslında. Tek bir zayıf noktası vardır ki onu da sadece 12 yaşındaki bir kız bilir. Zaman geçer... Kusursuz katil ve masum kız birbirlerine öylesine bağlanırlar ki artık kaybedecekleri tek şey birbirleridir. Ayrıca Sting, Shape of my Heart'ın bir bölümünde de şu şekilde seslenir: "He doesn't play for the money he wins, he doesn't play for respect"... Leon'un yaptığı da tam olarak budur zaten. Aldığı görevleri layıkıyla yerine getirdikten sonra hakettiği paranın sadece işine yarayan miktarını kendisine alır. Geri kalanı ise işverenine saklaması için bırakır.
Leon: The Professional için söylenebilecekler çok fazla aslında. Sinema tarihinin en akılda kalıcı repliklerini ve sahnelerini içinde barındırır. Şarkıcı Sting'in de bu filme büyük katkısı vardır. Mathilda'nın finali yaptığı sahnede çalmaya başlayan ve cast'in sonuna dek süren Shape of my Heart sanki bu film için yapılmıştır. Öyle ki cast'i bitirmeden kalkamazsınız bile başından. Tüyleriniz diken diken olalı pek bir zaman geçmemiştir. Masum olanın masumiyetinin bozulmayışına sevinirsiniz bir yandan. Leon birdenbire sonuna ağladığınız filmler içinde en güzeli oluverir. Hatta "İzlediğim filmler içinde en iyisi buydu" bile diyebilirsiniz. Aradan bir hayli zaman geçtikten sonra bile bu dediğinize pişman olmadığınızı görüp sevinirsiniz. Neticede, Leon: The Professional'ı izlemeden ölmek büyük kayıptır.

29 Kasım 2007 Perşembe

Le Grand Bleu

"Do you know what you're supposed to do, to meet a mermaid? You go down to the bottom of the sea, where the water isn't even blue anymore, where the sky is only a memory, and you float there, in the silence. And you stay there, and you decide, that you'll die for them. Only then do they start coming out. They come, and they greet you, and they judge the love you have for them. If it's sincere, if it's pure, they'll be with you, and take you away forever."
İnsanlar sever. Mümkün olan her şeye sevgi beslerler. Mesela denizi sevmeyen yoktur. Kimisi sadece sıcak havalarda serin bir yorgan olup onları örttüğü için sever. Bu tip insanların sevgisine saygı duymakla beraber bahsedeceğim denizsever tipi bunlar olmayacak kesinlikle. Kimisi ise başka sever denizi. Onlar için sadece serinlemeye yarayan bir olgu değildir mavi sonsuzluk. Çünkü insan havuzları ve gölleri de bu amaç için kullanabilir. İkinci gruba aldığım denizseverlerin vurgunluğu gökyüzünün mavisini içine çekmesine, saflığına ve insana yaşattığı sonsuzluk duygusunadır. Deniz onlar için çok şey ifade eder. En önemlisi bir dosttur onlar için. En sıkıntılı anlarında çeker giderler bir kumsala ve bağdaş kurup otururlar mavi çarşafın önünde. Sadece kuş sesleri ve masmavi sonsuzluk vardır önlerinde, huzur bulurlar.
1988 yapımı ve Fransız yönetmen Luc Besson imzalı The Big Blue'da birden fazla aşk hikâyesine tanıklık ediyoruz. Ancak aşklar klişe aşklar değil. En azından bir kısmı değil. Sıradışı bir aşk öyküsü Le Grand Bleu. Aşk kavramını yeni baştan tanımlayan bir filmdir ayrıca. Aşkın sadece kadın ile erkeğin birbirlerine karşı hissettikleri duygu yoğunluğu olduğu inancını kökünden yıkan bir yapımdır.
Enzo ve Jacques birbirlerini uzun zamandır tanımaktadırlar. Onların arkadaşlıkları Akdeniz'deki küçük bir kasabada başlamıştır. Ancak o günlerde aralarının pek iyi olduğu söylenemez. Daha da açık olmak gerekirse birbirlerinin iyi arkadaşı değildirler. Fakat her ikisini birbirleri ile alakalı kılan ortak bir noktaları vardır: Dalış. Bir zaman sonra Jacques'ın kendisi gibi bir dalgıç olan babası Akdeniz'de bir dalış sırasında hayatını kaybeder. O günden sonra Enzo ve Jacques arasındaki bağ kopar ve uzun yıllar birbirlerini göremezler. Aradan yıllar geçer. New York'taki bir güvenlik ofisinde yazıcı olarak çalışmakta olan Johana ise işi dolayısıyla Peru'ya gitmek zorunda kalır. Gittiği yerde bir grup bilimadamı ile çalışmakta olan Jacques'ı görür ve son derece şaşırır. Çünkü Jacques bir araştırma için buz gibi suya dalıyor, dakikalarca kaldığı suyun içinde tüpsüz bir şekilde adeta bir yunus gibi kıvrılıyordu. Johana bundan son derece etkilenir ancak Jacques hakkında bir bilgi alamadan ülkesine geri döner. Genç bayan ülkesine dönmüştür ancak aklı fikri Jacques'dadır. Bir gün, İtalya'da gerçekleştirilecek olan Dünya Dalış Şampiyonası hakkında bir haber alır. Oraya gitmeli ve Jacques'ı yeniden görebilmelidir. Heyhat önünde bir engel vardır. Çalıştığı iş yerini ekmek zorundadır ve bunu hikâye uydurarak başarır. Böylece patronu onu İtalya'ya gönderir. Şampiyonanın gerçekleştirileceği Taormina kentinde bir kişi daha vardır: Enzo. Enzo elinde bulundurduğu Dünya Dalış Şampiyonu ünvanını korumak için oradadır ve çok iyi bilmektedir ki kendisini mağlup edebilecek bir kişi varsa o da Jacques'dır. Bu arada Johana ile Jacques birbirlerine artık daha yakındır. Johana kendisini deli gibi sevmesine karşın Jacques'ın baştan aşağı bedeninde barındırdığı gerçek aşkı bambaşka bir şeyedir...
Senaryosu bakımından The Big Blue böyle bir filmdir işte. Böylesine hoş bir senaryo muhteşem bir atmosfer ve harika oyunculuklarla birleşince ortaya izlemesi keyif veren bir yapım çıkmış. Oyuncular demişken oyuncular hakkında da bilgi vermek lâzım tabii. Bir kere film boyunca kötü adam gibi gösterilen ama aslında öyle olmayan Enzo karakteri var. Bu karakter için Jean Reno'dan daha iyisini bulamazlardı sanırım. Aktörün kendisini çok sevdiğimden dolayı birçok filmini izlemişimdir ve kendi filmleri arasında bir Oscar alması gerekse kesinlikle bu filmdeki oyunculuğuna verilmesi gerekirdi ödülün. Sonra tabii bir de Jacques karakteri var. Kendisine karşı beslenen aşka bir türlü hak ettiği değeri veremeyen ve denize olan sevgisine yenik düşen adama Alman oyuncu Jean-Marc Barr hayat vermiş. Bir de gayet hoş bir bayan var ki o da Rosanna Arquette. Kendisi tahmin edebileceğiniz üzere Johana karakterini canlandırmıştır. Kendisi rolün hakkını ziyadesiyle vermiş. Filmi izlerken o role kendisinden başka birinin yakışamayacağını düşünmüştüm. (Evet, gereğinden fazla "kendisi" kullanmışım. Olur öyle.)
Yeryüzünde denizi sevmeyen bir şahıs var mıdır bilemeyeceğim ama eğer varsa bu filmi izlemeli o kişi. Fikrinin değişeceğine, hele hele sinema tarihinin en güzel sonlarından birine vakıf olduktan sonra koşa koşa denize gideceğine adım gibi eminim. Neticede gülüyorsunuz bu filmi izlerken, denizin kendisine aşık oluyorsunuz ve gözleriniz nemleniyor en nihayetinde. Denizin kendisi kadar saf, temiz ve masmavidir bu film. İlk dakikalarıyla sizi içine çeken okyanusun serin sularına dalarsınız ve 168 dakika sonra yüzeye çıktığınızda hiçbir şey eskisi gibi değildir sizin için.