İkinci Dünya Savaşı'nın ardından oluşan ekonomik buhrandan en fazla nasiplenen ülkelerden birisi İtalya'dır. İnsanlar tüm kudretleriyle iş peşinde koşarken, işverenlerin işçi toplamada yetersiz kaldıkları toplumun içinde bulunduğu durumdan bellidir. Antonio Ricci de yoksul ve işsiz İtalyanlar'dan sadece biridir. Biri 9 yaşında, diğeri henüz kundakta olmak üzere iki çocuk babasıdır. Karınlarını doyurabilmek için çareyi eşyalarını rehin vermekte bulmuştur. Zaman çaresizlerin aksine akarken Ricci'ye bir fırsat doğar. En nihayetinde bir iş bulmuştur; Rita Hayworth'un afişlerini Roma sokaklarına asacaktır ve bu sayede cebine hatrı sayılır miktarda para girecektir. Yalnız hiçbir zaman işler tıkırında gitmez tabii. Her zaman bir sorun mutlaka çıkar. Antonio Ricci'nin bu işi kapabilmesi için bir bisiklete ihtiyacı vardır. Lakin cebinde bisiklet almaya yetecek kadar parası yoktur. Demokrasilerde çarenin hiçbir zaman tükenmediğine bu noktada tanıklık ediyoruz. Ricci evde bulunan çarşafları rehin verir ve zaten daha önce rehin vermiş olduğu bisikletini alır. Yeni işinin ilk günü arifesinde herkes mutludur, umutludur. Hayatın vura vura şamar oğlanına dönüştürdüğü bu aile için mutlu günler yakın görünmektedir. Öyle olmaz tabii, hiçbir zaman olmamıştır. Ricci ilk iş gününde bisikletini çaldırır. Baba-oğul Ricciler günlerce çalınan bisikletlerinin peşinde koşarlar. Bisiklet yedek parçacıların eline düşmeden onu bulmaktır niyetleri.
1948 yapımı Ladri di Biciclette ile ödüllü yönetmen Vittorio De Sica'nın İtalyan yeni gerçekçilik akımının aslında ilk meyvesini vermiş olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Mussolini altın çağını sürerken, dikta rejimi içinde halkın dikkatini yönetimden başka taraflara çekmek üzere filmler üretiliyordu. Beyaz Telefon Filmleri adı verilen bu filmlerde daha çok halkı eğlendirmek önemliydi. Dolayısıyla toplumsal mesaj kaygısı gütmekten çok öte, devletin kuklası haline gelen yönetmenlerin ürettikleri topluma sunuluyordu. 1940'lı yılların ortasında başlarını Vittorio De Sica, Federico Fellini ve Roberto Rossellini'nin çektiği birtakım yönetmen, topluma içinde bulundukları kaos ortamını hatırlatmak ve hayatın aslında hiç de diğer filmlerde anlatıldığı üzere toz pembe olmadığını anımsatmak amacıyla İtalyan sinemasına yeni bir akım getirirler. İtalyan Yeni Gerçekçiliği adı verilen bu akımın içinde yer alan filmlerde halkın ilgisi daha çok yoksulluğa, işsizliğe, çaresizliğe, aile ilişkilerine ya da bir başka deyişle - adı üzerinde - gerçekçiliğe çekildi. Sica'nın Bisiklet Hırsızları'nda yansıtmaya çalıştığı da tam olarak buydu.
Sica'nın filmin cast'ını belirlerken oldukça ince eleyip sık dokuduğunu biliyoruz. Öyle ki filmde kullandığı oyuncuların tamamının amatör, kaba tabir kullanacak olursak sokaktan geçen adam olduğunu belirtmekte yarar görüyorum. Özellikle baba rolünü başarıyla yerine getiren Lamberto Maggiorani filmin oyuncu seçmelerine oğlunu getiriyor, fakat piyango kendisine vuruyor. Bu film ile ilk oyunculuk deneyimine imza atan Maggiorani, 1983 yılındaki vefatına kadar üretmeye devam etti. Filmde Antionio Ricci'nin 9 yaşındaki oğlu Bruno Ricci'yi oynayan Enzo Staiola'nın da gayet başarılı ve dönemi yansıtan bir oğul portresi çizdiğini de belirtmek gerek. Staiola'nın Sica tarafından sokakta keşfedildiğine, Sica'nın çocuğun yürüyüşünden bir hayli etkilenmiş olduğuna da antrparantez değinelim.
Bisiklet Hırsızları savaş sonrası dönemin bunalımlarını son derece etkileyici bir biçimde yansıtmış olmasının yanında baba-oğul ilişkilerine de dikkati çekiyor. Babasını bir süper kahramandan farksız algılayan, fakat zamanla bu payenin yitirilişine acıklı bir şekilde tanıklık eden bir çocuğun umutlarını, kaygılarını, iyi niyetini; yaşamın tüm yükü altında ezilen ana unsurun çocuklardan başkası olmadığını 90 dakikaya sığdırabilmiş bir başyapıt Bisiklet Hırsızları. Baba-oğul teması bakımından gerçeğe bu denli yaklaşabilmiş sadece bir film daha biliyorum ki o da yine bir İtalyan ürünü olan La Vita é Bella. O filmin aksine Bisiklet Hırsızları'nda babalar ve oğulların birbirlerine ne kadar yakın olmak isteseler de her daim aralarında bir mesafe olduğunun altı çiziliyor. En İyi Yabancı Film dalında Oscar'ı kucaklayan bu filmin hâlâ güncelliğini koruyor olması ödülü ne kadar hak ettiğini açıklıyor sanırım.
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder