Küçük çocuk yatağına uzanmış ağırlaşan göz kapaklarına inat heyecanı son haddinde yaşıyordu. Elinde tuttuğu masal kitabına kendisini kaptırmış olduğu her halinden belliydi. Öyle ki odasının kapasının açıldığının bile farkına varmadı. Bunu biraz sonra, babası yanıbaşındaki tabureye oturduğunda fark edecekti. Ve sonra... Bir süre oğlunun kelimeler ve hayalgücü arasında gidipgelişini yüzündeki hafif tebessümle izlemekle yetinen baba, en nihayetinde dayanamayıp tabureye doğru yürüdü ve oturdu. İşte o an anladı çocuk odadaki tek kişinin kendisi olmadığını. Soran gözlerle baktı babasına. Adam söz aldı ve "Elinden düşürmediğin o masalların miadı doldu. Artık yenilerini, belki de gerçek olanlarını öğrenme vaktin gelmedi mi?" diye sordu. Çocuk "Neden?" ve "Nasıl?" arasında seçim yapmaya çalışırken babası bir kez daha sahne aldı. "Artık..." dedi, eş zamanlı olarak oğlunun elindeki kırmızı kaplı kitabı alırken, "...sana masalları ben anlatacağım. Gün gün kendi masallarımı anlatacağım sana. Bu gece bir tane, yarın başka bir tane, bir sonraki gün bir başkası daha... Bu böyle devam edecek. Gittiği yere kadar!"
O gece başladı baba kendi masallarını anlatmaya. Her ne kadar dinlenmekten hoşlansa da masalların başkahramanının kendi babası olması biraz garip gelmişti ona. Balkabakları arabalara dönüşmüyordu, leziz pastalardan yapılma evler yoktu, hiçbir kurt kimseyi midesine de indirmiyordu. Günler ayları, aylar da yılları kovaladı. Çocuk büyüdü. Ailesine olan özlemini gidermek için onların yanına her uğradığında dinlediklerinde bir farklılık yoktu. Babasının masalları hâlâ devam ediyordu. En sonunda, bir akşam yemeği sırasında, çocuk dayanamadı ve babasına patladı: "Çocukluğumda ellerimden çekip attığın kitapları unuttum. Ancak o günden bu yana anlatmakta olduğun saçmalıklara artık tahammülüm kalmadı. Bunları unutamıyorum işte. Bak! Bana bak! Koskaca adam oldum. Okulum bitti. Mutlu bir hayatın yamacındayım. Sen hâlâ bana kendi hikâyelerini anlatıyorsun. Üstelik bir de bunların gerçek hikâyen olduğunu söylüyorsun. Neden? Neden?" Anlık şoku üzerinden atmayı başaran ihtiyar adam lafı kısa tuttu: "Çünkü sen benim için hâlâ çocuksun ve benden öğrenebileceğin daha çok şey var."
Her insanın çocukluk evresini güzel kılan uykudan önce babalarının anlattığı masallardır. Akşamın iple çekilmesinin yegâne sebebidir. Uyku gelmese bile uyduruk bir esneme kondurulur ağza. Kendiniz bile inanmazsınız buna. Yatağın yolu tutulur. Battaniye çekilir ağza kadar. Odada yanmakta olan gece lambası eşliğinde bir ses yankılanır odada. Gözleriniz kapalıdır ama yanıbaşınızdaki ses güven verir size. Kulaklarınıza çalınan masalın başkahramanı oluverirsiniz kapalı duran gözkapaklarınızın hayalgücünüze yansıttığı kudretle. Bir zaman gelip de çocukluktan çıktığınızı anladığınızda en çok o günleri özlersiniz. Bir çocuk sahibi olduğunuzda ise kulağına masallar fısıldadığınız hayatta kendinizi görürsünüz. Yanaklarınızdan aşağı doğru akmakta olan küçük ırmağı kurutmak istemezsiniz.
Sadece çocuklarına değil, çocuk kalabilmeyi başarmış olan herkese masallar anlatmakta doktora yapmış yönetmen Tim Burton 2003 yılında çektiği Big Fish'te baba-evlat kavramı bakımından kanayan birer yaraya sahip olan herkese hitap ediyor. Şöyle bir baktım da Kültür Sepeti nefes alıp vermeye başladığı ve sığınacak bir kucak aradığı ilk günlerinde yer vermişim Big Fish'e. Geçtiğimiz gün filmi yeniden izleyince kendi kendime böylesine bir film hakkında lafı kısa tutmanın filme hakaret olacağı kanısına vardım. Biraz daha ayrıntı ile ele alınmalıydı. Şimdi yapmaya çalıştığım da tam olarak budur.
Big Fish, kanser hastası Edward Bloom'un olağanüstü yaşamını konu almaktadır. Edward'ın uzun zamandır görüşmediği bir de oğlu vardır. Kendisini yalancı olmakla ve ailesini hiçbir zaman önemsememiş olmasıyla suçlayan oğlu William terk ettiği baba ocağına babasının ölüm döşeğinde olduğunu öğrenmesi üzerine döner. Döndüğünde farkına varır ki babası kendi hikâyesi olarak bahsettiği olayları anlatmaya devam etmektedir. William kendisine göre bir masaldan farksız olan bu olayları kelimesi kelimesine ezberlemiştir artık. Babasıyla uzun yıllar görüşmemesi de bu yüzdendir. Fakat bu sırada William babasının geçmişini araştırmaya başlar ve ortaya çıkanlar karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Her geçen gün babasının içdünyası hakkında biraz daha fazla bilgiye sahip olan William babasının aslında kim olduğunu anlarken, gerçek hayatın içine gerektiğinde masalsı öğeler katmanın önemi ile geç de olsa yüzleşir.
Yönetmenlik koltuğunda Tim Burton'un olduğunu belirtmiştim. Yönetmenin ismi kadar filme oyunculukları ile renk katanların isimleri de parlak. 5 defa Oscar'a aday gösterilen ve Erin Brockovich, Traffic, Ocean's Twelve, Bourne Ultimatum, Under the Volcano, The Dresser, Murder on the Orient Express, Tom Jones gibi filmlerde yıldızını parlatan 1936 doğumlu oyuncu Albert Finney filmde Edward Bloom karakterini canlandırıyor. Edward Bloom'un "flashback"ler sayesinde gördüğümüz gençlik haline ise Ewan McGregor hayat veriyor. Bu iki isim dışında Billy Crudup'u oğul Bloom rolünde izliyoruz. Bu isimler haricinde az ama öz görülen dört isim var. Bunlar; Danny DeVito, Helena Bonham Carter, Steve Buscemi ve Oscarlı Fransız aktrist Marion Cotillard.
Bir Tim Burton hayranı olmayabilirsiniz. Onun hayalgücünün ürünleri sizi ilgilendirmeyebilir. Böyle düşünenlerin sayısı çok fazla olduğu için belirtme ihtiyacı hissettim. Bu noktada Big Fish'i bir Burton filmi olarak değil de en sevdiğiniz yönetmenin merakla beklediğiniz son filmiymiş gibi görün. Aksi takdirde kaçan balık büyük olacaktır sizin için. Çünkü okyanustaki en büyük balık hiç yakalanamamış olanıdır.
Sinema denizi içindeki bu "büyük balık"ı kaçırmayın.
"...and they all lived happily ever after"
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
4 yorum:
Marion Cotillard çok güzel bir kadın ya. Keşkem Fransız olmasaydı...
Bence çirkin bir kadın. Hem iyi ki de Fransız :)
:D :D
Bence Anıl iyi blogçu, sence?
Sana muhalefet olma aşkıyla yanıp tutuşuyorum ama sanırım bu kez haklısın. Evet, Anıl iyi blogçu :)
Yorum Gönder