Herkes birbirine benzemek zorunda mıdır? Belli, sıradan, kalıplaşmış bir yaşam düzeni üzerine mi oturtmak zorundayız yaşamımızı? Koyun olmayı mı seçmeliyiz yani? Sürünün en önünde bulunanı takip etmek zorunda mıyız? Her insan, her yaşam, her yaşanmışlık birbirinin aynadaki yansıması gibi görünmez mi bu durumda? Bir bakıma monotonluğun pençesine bırakırken kendimizi aslında içinde bulunduğumuz topluma ve hepsinden öte kendimize yabancılaşmış oluruz farkına varmadan. Ünlü yazar Albert Camus'un ün kazanmasını saplayan usta işi eseri Yabancı'da işlenen konu da birebir bununla örtüşüyor. Toplumun dayattığı tüm kuralların ötesinde kendisine ayrı bir yol çizen Meursault'un toplumsal yabancılığı ile tanıştırıyor bizi Camus. Meursault'un bakış açısı aslında Camus'un kendisini yansıtan bir ayna misali işlemektedir. Albert Camus dünya görüşü ile de birçoklarından ayrılmış ve bir nevi onlara göre bir yabancı yaftası yemiştir. Çünkü Albert Camus ömrü boyunca yaşamın son derece anlamsız olduğu ve dolayısıyla pek de ciddiye alınmaması gereken bir olgu olduğunu savunmuştur. Öyle ya da böyle, er ya da geç buluşacağımız nihai sonumuzu bile bile didinip durmak, yedim-içtim, benim-senin kavgası yapmak son derece mantıksızdır. Her şeye rağmen yaşamın ölümle son bulacak olmasına karşın insanların yiyip içerek yaşama tutunmaya çalışmalarını da merakla ve ilgiyle izlemiştir. Bundan yola çıkarak da hazır yaşama tutunmaya çalışırken bunu sağımızı solumuzu mutlu etmeye çalışmak için bir amaç olarak görmeliyiz. Camus'un anlatmak istediğinin özü insanın bir saçmalık ürünü olan dünyada ne için yaşadığını bulmasıdır.
Albert Camus, Yabancı isimli romanında kendi idealizmini Meursault karakterinin üzerine giydirmeyi başarmış. Henüz romanın ilk paragrafında bu karakterin sıradışılığını şu cümlesi ile anlıyoruz: "Annem ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdu'ndan bir telgraf aldım: 'Anneniz vefat etti. Yarın kaldırılacak. Saygılar.' Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dündü". İlerleyen sayfalarda karakterin annesinin cenazesindeki umursamaz tavırlarına rastlıyoruz. Akabinde ise kendisine aşık olan kadına, onu çok arzulamasına rağmen ettiği kelamlara tanıklık ediyoruz: "Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. ‘Bence bir, ama istersen evleniriz’ dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka sefer de söylediğim gibi: ‘Bunun bir anlamı yok ama, her halde sevmiyorumdur’ diye cevap verdim. Bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. O zaman, Marie ‘Evlilik ciddi bir şeydir’ dedi. Ben de ‘Değildir’ diye cevap verdim. Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. Sonra yine konuştu: ‘Aynı şekilde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı teklifi yapsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyordum’ dedi. ‘Elbette ederdim’ dedim. O zaman ‘Ben seni seviyor muyum acaba’ diye sordu. Ben de ‘Bu hususta hiçbir fikrim yok’ diye cevap verdim. Yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni muhakkak ki bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı sebeplerden ötürü benden nefret edebileceğini mırıldandı. Bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. Gülümseyerek kolumu tuttu, ‘Seninle evlenmek istiyorum’ dedi. Ben de ‘Ne zaman istersen evleniriz’ diye cevap verdim".
Bu kısa alıntılardan anlanabileceği üzere hayatını "olsa da olur olmasa da olur" bir düzenin çerçevesine oturtmuş bir karakterdir Meursault. Karşılaştığı her yol ayrımında her iki yol da alternatif teşkil eder onun için. Yollardan hangisini seçeceği umrunda değildir. Bu yönüyle Meursault karakteri Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam adlı eserindeki C. karakterine çok benzemektedir. Bunu Yabancı'nın sonlarına doğru daha iyi anlarız. Meursault kastetmemesine rağmen ölümüne sebep olduğu bir Arap yüzünden yargılanır. Suçun kendisinden çok gerçek duygularını olduğu gibi yansıtması alışılagelmiş duruma aşina olanları şaşırtmıştır. Kendisinden girmesi istenilen kalıba sığmayı reddettiği için de adeta toplum dışına itilen bir yabancı sayılır. Fakat, elbette ki, yabancı olan Meursault değil toplumun düpedüz kendisidir.
Kitabın bir bölümünde mahkumiyetini yaşarken sahip olduğu zamanı en verimli şekilde nasıl değerlendirebileceğinin muhasebesini yaparken, aslında bir bakıma insanoğlunun içinde yaşadığı topluma ne kadar yabancı olduğunu, sahip olduğu değerlerin kıymetini o değerler ile birlikteyken bilemediğini ve fakat yokluk zamanında bir zamanlar sahip olunanlara o vakitler aslında ne denli yabancı olduğumuzu vurgular. Sözünü ettiğim bu vurguyu da yine kitabın söz konusu bölümünde yapacağım bir alıntı ile aktaracağım: "... Öyle ki, birkaç hafta sonunda, sadece odamdaki eşyaları bir bir saymakla saatlerimi eşeledikçe, iyi tanımadığım, unuttuğum şeyleri de bulup çıkarıyordum. o zaman anladım ki, dışarıda bir gün yaşamış olan bir insan, cezaevinde hiç sıkıntı çekmeden bin yıl yaşayabilirdi. Canı sıkılmayacak kadar anıları olacaktı. Bir bakıma bu da bir kazançtı."
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder