"Sooner or later everyone needs a haircut..."
Hayatta rastlantılar oluyor. Ben yavaş yavaş bu gerçeğe inanmaya başladım. İki aynı düşünce aynı mekan ve zamanda dile getirildiğinde taraflar yine aynı anda "Bir dilek tut" diye bağırırlar ya, o hesap belki de. Fakat oluyor bu. Tesadüften ayrı olmakla birlikte rastlantılar plânlı bir çarkın doğası gereği ortaya çıkıyor sanki.
Geçtiğimiz günlerde Albert Camus'un ünlü eseri Yabancı hakkında bir yazı yazmıştım. Kitapta hayatı her haliyle kabullenen, umursamaz, "olsa da olur olmasa da olur"cu bir karakterin hayatından kesitler sunuluyordu. İşin rastlantısal yönü bu noktadan sonra başlıyor. Yazıyı yazdığım günün akşamı DVD arşivimde uzun süredir izlenmeyi bekleyen The Man Who Wasn't There isimli filmi rafından alabildim en nihayetinde. Filmin bir "filmnoir" örneği olduğunu ve bunun üstüne sıyah-beyaz tonlarla çekildiğini biliyordum. Uzun zamandır izlemeyi reddetmiş olmamın, ya da daha doğru bir tabirle ertelemiş olmamın nedeni de buydu aslında. Çünkü karamizah olarak nitelediğimiz bu tip filmleri özellikle sakin kafayla izlemek gerekmektedir. Sonuca bir kaplumbağa misali durağan ilerleyen bu tarz filmlere, hani deyim yerindeyse, gününüzde değilseniz hiç dokunmamanız yararınıza olacaktır. Artık izleme vaktinin gelmiş olduğunu düşünmüş olacağım ki o gün kurulup izledim Orada Olmayan Adam'ı. Söz konusu rastlantı da burada yatıyor zaten. Film bittikten sonra afallamıştım. Çünkü senaryo ve ana karakter Ed Crane'nin hikâyesi L'etranger'e Meursault'un öyküsüne son derece benziyordu.
Bir boşluk düşünün. Amaçsız, sıradan, öylesine... Bu boşluktan kopan bir parçanın herhangi bir nesnenin biçimine bürünebileceğini hayal edin. Şimdi düşüncelerinizin de ötesine geçin. Boşluk parçasının bir insan kılığına girdiğini düşünün. Amaçsız, sırada, öylesine, ruhsuz, umursamaz, dizginleri eline almayı hep reddeden... Herkesin olduğu yerde farkındalık yaratman yoksun olan bir insan düşünün. Herkesin olduğu yerde fiziksel olarak bulunmasına karşın aslında orada olmayan bir adam düşünün. Bu adamın etrafındaki kişilerle ve dünyanın ta kendisi ile olan paslaşmalarını kafanızda canlandırın. Birin her zaman bire değil, nadir durumlarda sıfıra bile eşit olabileceğinin kanıtı bu olsa gerek.
The Man Who Wasn't There belki de sinema tarihinin en vurucu isme sahip olan filmidir. En azından bildiklerim arasında öyle. Bir filmin isminin kendisiyle bu denli bağdaşabilmesinden öte son derece karizmatik ve dolayısıyla etkileyicidir. 2001 yapımı bu filmin altında Hollywood'un yaşayan efsaneleri Joel ve Ethan Coen biraderlerin imzası var. Daha önceki yazımlarda da belirttim diye hatırlıyorum; ben bu adamların filmlerine pek alışamamıştım. Hatta bunun da ötesinde hep yerden yere vurmuştum. Zaman her şeyin ilacı derler ya artık tanıklık ettiğim her yapımları ile beni utandırmayı başarıyor Coen biraderler. Başlangıçtaki savunmamın nedeni Fargo'ydu. Bu çok beğenilen ve övülen film benim yüksek beklentilerimi karşılayamamıştı. Kalburüstü bir film olarak değerlendirmiştim işin açıkçası. Fakat sonradan izleme fırsatı bulduğum The Big Lebowski, Barton Fink ve No Country for Old Men gibi yapımlar bu durumu nötrlemişti. The Man Who Wasn't There ile artık durum pozitife çevrildi. Coen biraderlerin rahatlıkla en iyi filmi olarak niteleyebileceğim bu film artık hiçbir önyargı bırakmadı bende. Hatta bundan sonraki filmlerini daha fazla heyecan içinde bekleyeceğimi söyleyebilirim.
Peki filmde anlatılan öykü nedir? Baş kahramanımız Ed Crane pek fazla konuşmayan, elinden sigarasını eksik etmeyen, isyanlarını bastırmayı doğarken öğrenmiş ve toplum içinde bir yabancı olarak yaşamını sürdürmekte olan bir karakterdir. Bir berber dükkanında dükkanın sahibinin yanında çalışmaktadır. Bu durumdan pek memnun değildir. Bir gün berber dükkanına uğrayan bir adam açmayı plânladığı bir kuru temizleme dükkanı için kendisine ortak aradığından bahseder. Birikmiş bir sermayesi olmadığını belirtir ve 10000 doları olan birinin kendisine ortak olabileceğini söyler. Ve çıkar gider... Bu durumu çok düşünen Ed ise bir şekilde adamı bulur ve ortak olmak istediğini, 10000 doları da birkaç gün içinde bulabileceğini belirtir. Bulması gereken 10000 doları ise kendisini karısıyla aldatan yakın bir arkadaşına isimsiz olarak şantaj yaparak elde eder. 10000 doları verdiği adam ise bir anda ortadan kaybolur. İşler karışır, beklenmedik anlarda beklenmedik kişilerin hayatı son bulur, boşlukta olan hayatlar bambaşka yerlere sürüklenir...
Filmin kastına baktığımızda da mutlu oluyoruz. Bir kere Ed Crane rolünde kanımca Hollywood'dan çıkan çok yetenekli aktörlerden biri olan Billy Bob Thornton var. Coen kardeşler kendisine rol teklifi ile gittiklerinde uzatılan senaryoyu geri çevirmiş ve "Siz varsanız senaryoya bakmaya gerek yok" diyerek rolü kabul etmiştir. Filmi izlerken ne kadar usta bir oyunculuk çıkardığını görmeden edemiyorsunuz. Sonuçta büründüğü rol her aktörün kolaylıkla altından kalkabileceği bir rolden fazlasıyla ötesi. Ed Crane'nin eşi rolünde ise Frances McDormand'ı görüyoruz. Bu iki ismin dışında 17 yaşında bir Scarlett Johansson'u izlemek de ayrı bir keyif.
Filmi izlerken filmin izleyiciye karşı takındığı mesaeli tavır dikkatinizi çeker. Ancak 116 dakika sonra, film bittiğinde, bunun tam aksini rahatlıkla iddia edebilirsiniz. Kesinlikle izlenmesi gereken bu Coen kardeşler imzalı film her sinemafilin arşivinde mutlak surette bulunması gereken filmlerden biri.
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder