Taşlardan kale, asfalttan saha, tebeşirden ceza sahası, kendimizden de futbolcu yağtığımız günlerdi. Arka mahalle hep ezeli rakipti. Onları yenmek farzdan ziyade vacipti. Babadan koparılan harçlıklar bahislerin en büyüğü olan baklava ve buz gibi kolaya ayrılırdı. Bütün bir hafta beklenirdi maç. Sınavlarımızı da bu heyecanla beklememizi beklerdi annelerimiz. Hiçbir zaman hayallerimizde yer eden o yeşil zemine çıkamayacağımızı, afili toplara vuramayacağımızı, kaçırdığımız mutlak bir golden sonra tribünlerden küfür yiyemeyeceğimizi, hakeme itirazdan oyundan atılmayacağımızı, teknik direktöre karşı yıldız topçu kompleksine giremeyeğimizi, maçı kazandıracak son dakika penaltısını üstten dışarıya nişanlayamayacağımızı, soyunma odasında olan bitene tanıklık edemeyeceğimizi adımız gibi biliyorduk aslında. Tüm bunlardı belki de had safhada olan motivasyonumuzun nedeni. Bacak kadar da çocuktuk vesselam. Futbolu doğuştan bildiğimiz için ahkam kesmekte de üzerimize yoktu. Bıyıkları yeni yeni terlemeye başlayan çok bilmiş Türk çocuklarıydık. Dünya Kupası finali ile eşdeğer nitelikteki mahalle maçları için dönemin ünlü futbolcularının kimliğine bürünmeyi de çok severdik. "Ben Albertini'yim oğlum", "Maldini'yim", "Ben takımın beyniyim. Olsam olsam Hagi olurum"lar arasında gerçek kimliğimizden kopardık. Mahallenin abileri ise küçükler arasında oynamayı kendilerine yediremeyecekleri için takımın teknik direktörlüğüne soyunurlardı. Hiçbirimiz tarafından iplenmezlerdi, ancak bunu matah sanırlardı tabii.
Teknik direktörlerin oyuna ve futbolcuya olan katkılarını sorgulamaya başlamam hemen hemen o günlere tekabül eder. Sonuçta sahada oynayan teknik adam değildi. Ne gibi bir katkı sağlayabilirdi? "Haydi canım oradan"dı...
O günlerde tek uğraşımız sokakta top peşimde koşturmak, kazanılan zaferlerin ardından içtiğimiz buz gibi kolalar ile boğazlarımızı şişirmek değildi tabii ki. Ender de olsa evde bulunduğumuz anlar da oluyordu. Böyle anlarda oturup ev ahalisiyle muhabbet etmiyorduk elbette. Bilgisayar dururken ne muhabbeti! Tek bildiğimiz oyun EA Sports'un piyasaya sürdüğü ve kısa zamanda efsane olan FIFA serisiydi. Evet, yine futbol. Biz taraftarı olduğumuz takımları gerçek hayatta uluslararası alanda başarılı göremediğimiz için sanal ortamda o vakitler kaldırılması mümkün olmayan kupaları tuttuğumuz takıma kaldırtıyorduk. Sonra başka bir merak sardı herkesi. Moda değişti. Piyasaya sürülen bir başka oyun size futbolcu değil, teknik adam olma imkânı tanıyordu. Ne kadar zevkli olabilirdi ki? Ben topu klavyenin "S" tuşunu kullanarak Hagi'ye gönderemeyeceksem, yön tuşları yardımıyla Hagi'yi kanada taşıyıp "A" tuşuna abanarak Hakan Şükür'e ortalayamayacaksam ve dolayısıyla "D" ile Kral'a kafayı çaktırıp ağları havalandıramayacaksam kuru kuru oyun oynamanın ne zevki olabilirdi ki? Öyle değilmiş ama. Her daim olduğu gibi zaman yine yanıltmayı başarmıştı beni.
İlk kez bir akşam gezmesinde akraba çocuğunun bilgisayarında tanışmıştım Championship Manager ile. Israrla "Kapat şunu yaaaa, FIFA oynayalım" diye inlerken; Einstein'in o ünlü sözünde ne demek istediğini o gün anlamıştım. Lanet olasıca önyargılar!
Tamam, bu oyunda Zidane ile çalım üstüne çalım basmak size kalmıyordu, istediğiniz oyuncuya pas atıp, istediğinizle gol de yapamıyordunuz ama yine de bir sıradışılık vardı. Sonraları bütün dünyadaki oyuncuları fanatiklik mertebesine eriştiren de buydu zaten. Sahada yıldız olma fırsatını elinizden alıyordu bu oyun. Bir vinç misali sizi olduğunuz yerden kaldırıp, başka bir yere tepetaklak bırakıyordu. Ve siz hayatta kalmaya çalışıyordunuz. FIFA serisinde iyi bir oyuncuysanız yiyeceğiniz kırmızı kartları bile pek sorun etmeyebiliyordunuz, fakat CM'de durum biraz daha farklıydı. Saha kenarındasınız sonuçta. İşler yolunda giderken oyundan atılan bir oyuncunuz tüm plânlarınızı altüst edebiliyordu. İşiniz içinden çıkılmaz bir hâl alıyordu. Eh tabii, siz de içinden çıkmaya çalışıyordunuz. Kısacası kendinizi taktik savaşının ortasında buluyordunuz. Oyunu ilk gördüğümde olanlardı bunlar. Beni cezbedendi daha makul bir ifadeyle.
Başlangıçta da belirttiğim üzere CM size istediğiniz bir futbol takımının teknik direktörü olmanızı sağlayan bir simülasyon. Örneğin, gariban bir Anadolu takımının kontrolünü alt liglerdeyken ele alıp, kulübün size tahsis ettiği kısıtlı bütçeyle ve zekanızla üst liglere taşıyabilirsiniz. Belki de o kadar başarılı olursunuz ki Üsküdar Anadolu'yu önce Süper Lig'e, akabinde Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna taşıyabilirsiniz. Tüm bunlar ne kadar yaratıcı olabileceğinize bağlı. Yıldız olmayan oyuncularla çalışıp bu işi bir onur meselesi hâline de getirebilirsiniz, Barcelona'yı alıp dünya çapındaki futbolcuların kaprisleri altında kıçınıza tekmeyi de yiyebilirsiniz. Zaten oyunun insanı kendine çeken, saatler boyunca başından kaldırmayan niteliği tam da bu noktada ortaya çıkıyor.
Sayısını bilmediğim sıkıcı ve uzun gecelerime arkadaşlık eden, zaman zaman deliler gibi davranmama neden olup kendi kendime basın toplantıları yapmama neden olan bu efsaneden kopmak mümkün olmuyor. Her şeyin illa ki modasının geçtiği günlerde modası bir türlü geçmek bilmiyor. Karanlığın çöktüğü Antalya sokaklarında yenik durumda olduğumuz maçı son bir gayretle lehimize çevirme çabalarımız sırasında annemizin balkondan adımızı seslendiği günler sona erdi ama bilgisayar başında tuttuğumuz takımı zirveye taşıma gayemiz bitmek nedir bilmedi.
"Bir maç daha, bir maç daha oynayayım söz kapatacağım"...
Yalan oldu tabii!
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder