"Yağmurların denize düştüğü bir günde, bir sonbahar sabahı, sırılsıklam ve çırılçıplak geldiği dünyaya ilk çığlıklarını savuruyordu. 7 Kasım sabahına kadar hiçbir çocuk o kadar güzel ağlamamıştı. Sesi duyanların içini hiç bu kadar burkmamıştı. O hayatına ağlarken 33 sene sonra insanlar da ona ağlayacaktı oysa ki. İsmi Kazım oldu bebeğin, öfkesini yensin diye. Ama o kadar güçlüydü ki, öfkesi gizlenmek yerine yok oldu. Onun yerine sevgisi, umudu, insanlığı kaldı.
Annesi artık ağlamasın diye bir türkü söyledi Kazım’a. Sonra insanlar gülümsesin diye kendisinin, ve ardından herkesin aynı türküyü söyleyeceğini kim bilebilirdi.
Gözleri açıldı Kazım’ın bir sonbahar günü. Sonbaharın en ortasında, kışa dayanmışken mevsim, hüzün hakimken havaya, sesinden başka hiçbir yerde görülmedi onun hüznü. Yine içini burkuyordu dinleyenlerin dilindeki melodilerle, ama gözleri hep gülüyordu, güldürüyordu.
Küçüktü Kazım ilk eline aldığı bir mandolin oldu. Çıkan tını onu büyülüyordu. O büyülendikçe daha çok bağlandı müziğe. Müzik ruhuna işliyor, ruhu bir şarkıda dans ediyor, ağlıyor, umutlanıyor ve şarkı oluyordu. Yaşamak için seçtiği yol o yaşlarda şekillenirken 20 yaşında duyurdu bunu herkese.
Dinmeyen’di grubunun adı, kendisi gibi, ruhu gibi, müzik gibi hiç dinmiyordu. Ama bu değildi istediği. O annesinin ona söylediği türküleri söylemek istiyordu. Ve öyle de yaptı. Yağmurların denize düştüğü yerden gelmişti. Yağmur gibi yağıyordu notalarıyla üstümüze. İlk doğduğu günkü gibi çırılçıplak ve sırılsıklamdı.
Notaları dökülürken dilinden boşluğa düşmesin istedi. İstediği gibi yüreklere düşerken sözleri siyanürle altın arayanların, nükleer, termik ve hidroelektrik santrallerin, savaşların, zulümlerin tam karşısına da düştü. Adı gibi saklayıp öfkesini, kendi gibi öfkelendi hayata haksızlık edenlere. Hep savaşı vardı hiç durmadan savaşanlara, ama bilmeden yenildi kendi savaşında.
Akciğer kanseri dediler onun için. İlaçlar iyileştirir dediler. “İlaçların yetmediği yerde yardıma yetişecek şey bende var” dedi. Umudu vardı, yaşama sevinci vardı. Ama yetmedi, yetişemedi.
Yaz sıcağı kavururken toprakları o geldiği gibi denize gitti, gözlerden akan yağmurlarla ıslanarak, sırılsıklam ve çırılçıplak."
Sabahtan beri gelmesin istiyorum bu an. 25 Haziranın ilk dakikalarına atmasak adımımızı sanki her şey çok daha güzel olacak gibi. Sessiz ama acılı geldi gün. 3 yıl geçmişti. Ben ne kadar inkar etmeye çalışsam da geride bırakılan 3 seneydi. Dün gibi. İnternet sitesinden gün gün verdiği olumlu mesajlar, hasta haliyle verdiği konserler... Hepsi dün gibi. "Sizler yanımdayken nerelere gidebilirim" dediği an dün gibi. 3 yıl önce 25 haziran dün gibi. 3 yıl önce bugün kumral bir çocuğun yaz öyküsü sona erdi. Asiye öksüz kaldı. Çocuk boynuna yeşil fuları sarmaktan vazgeçti onun hatrına. O gitti gideli Karadeniz de eskisi kadar hırçın değil artık. "İşte gidiyorum" demişti, "şikayet etmeden"; kaderine boyun eğercesine. Biz kabullenemedik. Şevval Sam binlerce kişi ile haykırırken "Gelevera Deresi"ni gözlerimizin yaşını silmekten bakamadık bile alana. Savaş açtığı nükleer akciğerlerinden vurdu onu. O sustu, biz sustuk. "Gitti" demek gelmiyor içimden. Gitmedi çünkü. Hiçbir yere gitmedi. Baktığımız her yerde, yüreğimizin derinliklerinde onu hissediyorsak hâlâ ve şarkılarını dinliyorsak her gün bir yere gitmişliği yoktur. Ayak izi bırakmadan gittiğini söylerdi hep. Ayak izini bilemeyiz ama yüreklerimizde öyle bir iz bıraktı ki silinmesi mümkün değil.
İsmail Erdoğan'ı duyuyor musun Kazım abim? Senin için haykırmıştı; "Gitmeseydin kendimizden verecektik ülkemize, gönlümüzden verecektik, ömrümüzden verecektik. Bir davulun sesinde el verip halaylara, kemençenle horona duracaktık. Ha uşak ha... Olmadı baştan, 'Tek bas, tek'. Kimin için? Bizim için, ses verecekti sesimize Anadolu. Şimdi biz böyle eksik, biz böyle yarım, ve yaralı. Tabutunda Trabzonspor'un bayrağı... Söz verdi Atay başkan, bu yıl Trabzonspor şampiyon. Tabutunda resmin. Gözlerin uzaklara bakıyor. Bizden olan, bize dair ne varsa gözlerinde... Gözlerine kurban olduğum... Bırakıp bizi engin kederlere, nereye böyle? Gitmeseydin, sevincine katılacak sevincimiz, ak ellere yakılacak kınamız, sevdiğine giydireceğimiz gelinliğimiz vardı. Ey mavinin karaya döndüğü deli deniz, oğlumuzu verdik sularına. Sularındaki kara matemimiz... Şimdi bu ustura sessizliğindeyse acımız ve böyle mahşer yeriyse yüreklerimiz, bil ki ölüm küçük, Kâzım büyük diyedir..."
3 yıl önce bugün kemençesi duvarda kaldı, gitarı bir daha çıkmamacasına kutusuna kapatıldı. Gökten kayan yıldız Karadeniz'e düştü, sıçrattığı damlalar yüreğimizi dağladı. Bugünü sana ayırdım Kâzım abim. Seni anabilmek için yapabileceğim tek şeyi yapacağım. Her gün yaptığım gibi şarkılarını dinleyeceğim. Bugün biraz daha fazla kanatacak belki yüreğimi ama bunu çaktırmayacağım sana. Bulutların üzerinden izlerken sen, yanaklarımdan süzülen küçük nehrin farkına varamayacaksın. Belki de tutamam kendimi. Basarım isyan çığlıklarını; "Biz özledik Kâzım'ı, ağlasak ayıp midur?"...
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
1 yorum:
Kimi insanları, bizim aslında söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi söylediği için severiz/beğeniriz/okuruz/dinleriz.
Ben de öyle hissediyordum, tam da öyle düşünmüştüm... dediğimiz anlarda hislerimize öyle bir tercüman olurlar ki, onları "bizlerden" ayrı tutan, esasında "bizden" yapan yegane şeydir o.
Bir zamanlar bir Kazım vardı... demek güzeldir, unutmamak, unutturmamak ise daha da güzel.
Ve şuan, burda en güzeli senin cümlelerin...
Yorum Gönder