6 Aralık 2007 Perşembe

Paris, Texas

İnsanlar vardır ya hani birbirlerini çok severler. Bu sevgi sonraları yerini aşka bırakır. Baktıkları her yerde sadece birbirlerinin gözlerini görürler. Bunun mutlu olurlar sadece. Başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Sadece beraber olmaktır tek dilekleri, ebediyen. Sonra evlenmeye karar verir iki insan. Bu sonsuz aşkı tamamına erdirmeye, ölünceye kadar tüm zorlukları el ele karşılamaya hazırdırlar artık. Önce nişan yüzüğü takılır. Bir süre sonra da dünya evine girilir. Bu an ile birlikte perde iner. İkinci perdeyle birlikte hiçbir şey mazideki gibi değildir artık. Öncesinde mutlu bir yuva kurmanın heyecanı içinde yanıp tutuşan bünyeler birbirlerine yabancılaşmaya başlar, beraber bulundukları dört duvar içinde birbirlerine yabancı oluverir eski aşıklar. Genelleme yapılamaz, ancak büyük oranda böyledir bu. Her köşe başındakie evde bir şekilde yaşanan hikâyenin sözcüklere vurulmuş halidir bunlar.
10 numara bir yol filminden bahsedeceğim şimdi. Aslında film olmaktan çok öte, hayatın kendisinden bir bölümdür o film. Paris, Texas'dır o film. İzleyeni avuçlarına alan, ona istediğini yaptırmakta son derece başarılı olan bir yapımdır Paris, Texas. İlk dakikalarında Texas'dan muhteşem görüntüler eşliğinde başlar yolculuğunuz, avucun içinde ısınmış bir haldesinizdir. Texas'dan Los Angeles'a dek uzanan yolculuğun gizemine kapılırsınız bir yandan, diğer taraftan tatlı bir gülümseme konar yüzünüze. Sonra durum değişir. Ruh halinizle kedinin fare ile oynadığı gibi oynar yönetmen Wim Wenders. Zamanı gelince anlarsınız ki mutluluğunuz yerini hüzne bırakmıştır. Lâkin film bittiğinde yine de mutlusunuzdur. İyi ki de izlemişsinizdir bu filmi.
Travis'in aniden ortadan kayboluşunun üzerinden 4 yıl geçmiştir. Gidişiyle kendisi gibi ortadan kaybolan karısı gitmeden önce tek oğulları Hunter'ı Travis'in kardeşine bırakmıştır. Tüm aramalara rağmen kimse Travis'den haber alamaz. Bir sabah erkek kardeşi Walt Henderson çalan telefonu açtığında bir gariplik olduğunu sezer. Kendisini arayan Texas'taki bir hastanedir. Travis, Los Angeles'dan kilometreler ötede bir hastanede bulunmuştur. Toparlanan Walt Texas'a gider. Hastaneye ulaştığında Travis yoktur, sabah hastaneyi terk etmiştir. Walt bir süre kendisini Texas'ın kavurucu sıcaklıktaki çöllerinde aradıktan sonra Travis'i bulur. Issız çölün ortasında bilinçsizce yürümektedir Travis, tek bir yöne doğru; Paris! (Not düşmekte fayda var. Paris bildiğiniz Paris değil!) Walt Travis'i hemen aracına alır. Walt bir türlü Travis'i konuşturamadığı gibi Travis zaman zaman yine kendini çöle atmaya çalışır. Travis'in geçmişi hakkında unuttuğu çok şey vardır. Artık Walt abisinin hafızasını geri getirmek için her şeyi yapmaktadır. Los Angeles'a ulaştıklarında ise yap-bozun parçaları yerli yerine oturmaya başlar. Travis oğluna kavuşmuştur. Şimdi ulaşması gereken bir kişi daha vardır; karısı Jane. Çünkü tüm cevapsız soruların cevabı ondadır.
Muhteşem bir senaryo, harikulade oyunculuklar, sağlam bir kurgu, kusursuz bir görüntü yönetmenliği... Bunların hepsini yönetmen Wim Wenders takdir edilesi bir ustalıkla harmanlamış ve ortaya 1984 yapımı Paris, Texas çıkmış. Oyuncu kadrosuna baktığımızda ise kayıp ve gizemli adamımız Travis rolünde emektar oyuncu Harry Dean Stanton'ı görüyoruz. Daha önce birkaç filmini izlediğim bu aktör hiçbir filminde beni bunda olduğu kadar etkilememişti. Sonra filmde az ama öz görünen bir bayan var. Bu bayan ki babamın gençlik yıllarında posterleri ile duvarlarını süslermiş. Daha fazla lafı dolandırmaya gerek yok. Bu kadın Alman aktrist Nastassja Kinski. Filmi ilk izleyişimde babama fazlasıyla hak verdiğimi hatırlıyorum. Bu isimler dışında filmde çok tanıdık başka yüzler yoktu hatırladığım kadarıyla. Yalnız küçük Hunter'ı canlandıran çocuk karakter Hunter Carson'ın performansı beni çok etkilemişti. Kendisi şimdilerde 30'unun üstünde olmalı.
Peki nedir bu filmin insanı bu kadar etkilemesine sebebiyet veren şey? Bir kere bunu cevabı 139 dakikalık filmin yarısında sonra, yavaş yavaş Travis'in 4 yıllık gizemi aydınlanmaya başladığında veriliyor. Kısacası Travis oğlunu da yanına alıp eşi Jane'i bulmak üzere yola çıktığı anda başlarsınız etkilenmeye. O ana kadar normal bir filmden farkı yoktur çünkü Paris, Texas'ın. O andan sonra ortaya çıkar ve diğer filmlerden kendini ayırmaya başlar. Çok fazla detay verip izlemeyenlerin o zevkten mahrum kalmasına gönlüm razı olmaz. Bu yüzden kanımca çok da kilit olmayan bir şeylerden bahsetmek isterim. Travis, Jane'i bulur. Ancak Jane onu bıraktığında hiç de aklına gelmeyecek bir yerdedir. İkisi de utanır. Birbirlerinin yüzüne bakamazlar ki o sahneyi anlatamamak içimi eritiyor şu anda. İkisi de kendi öykülerini birbirlerine anlatmaya başlarlar. 8,5 dakika sürer bu sahne. Kesintisizdir. Deyim yerindeyse dikkat kesilirsiniz sahneye ve bitmemesi için dua edersiniz. Sonunda belki de gözyaşları içinde "Budur!" diye mırıldandığınızda anlarsınız ki bu film bir yol filmi olmaktan çok ötedir... Bir aşk filmidir. Harika bir kompozisyonun ekrana yansıtılmış halini izlersiniz. Son sahne ile can evinizden vurulursunuz. Travis karakterine mi yoksa Jane karakterine içinizin parçalanması gerektiğine karar veremezsiniz. Gönlünüz birini seçer. Benim gibi Travis'i seçenlerden olursanız söz konusu sahnenin ardından alıp başınızı uzaklara gitmek, yürümek, kaybolmak, geçmişinizi unutmak için ardınıza dahi bakmadan çekip gitmek istersiniz öylece. Film bittiğinde ise afalladığınızla kalırsınız. Ne yapacağınızı bilememek koyar size ve en yakın zamanda Travis ve Jane'in, hatta Hunter'ın öyküsünü yeniden izlemek için söz verirsiniz kendi kendinize.

EDİT: Tabii belirtmek gerek bu filmin Cannes'dan büyük ödül dahil 3 ödülle döndüğünü.

Hiç yorum yok: