2 Aralık 2007 Pazar

Taxi Driver

Martin Scorsese'yi tanırsınız. Raging Bull, The Color of Money, Goodfellas ve The Aviator gibi birçok önemli filmin yönetmenidir kendisi. 65 yaşındadır aynı zamanda. En son geçen sene The Departed gibi kalburüstü bir filmle hem en iyi film hem de en iyi yönetmen dalında Oscar'ı kucakladı. Daha önce de yönetmenlik koltuğunda bulunduğu filmler Oscar almıştı tabii ancak kendisi çok kez aday olmasına rağmen en iyi yönetmen dalında bu ödüle ulaşamamıştı. Oscar jürisi artık kendisine daha fazla ayıp etmemeye karar vermiş olacak kendisine bu ödülü Köstebek ile verdiler. Bir bakıma iyi de ettiler, ne diyeyim. Ancak, her zaman da dile getiririm, üzüntüm şudur ki kendisi bu filmle en iyi yönetmen ödülünü almayı hak etmemişti. O yüzden geçmişte çektiği daha başarılı filmlerle alamayışı garip gelmiştir bana. Mesela Taxi Driver... Scorsese bu filmle Oscar'a aday bile olamamıştır. Filmden bahsetmiyorum, yönetmenin kendisinden bahsediyorum. Ancak bana soracak olursanız bu filmdeki yönetmenlik performansı Köstebek'te olduğundan çok daha iyidir. Tek kusuru yönetmenin yükseliş dönemine denk gelmesidir bu filmin. Yine filmden bahsetmedim dikkat ederseniz. Ancak şimdi filme geçiyorum. Çünkü film hakkında söyleyeceğim şeyler de var. "Overrated" olarak değerlendiririz ya bazı filmleri, işte benim nazarımda bu film o kategoride. Açıklamasına geçelim.
Taxi Driver güzel filmdir, sıkmadan izletir kendini. Hatta öyle sahneler vardır ki harbiden çok hoşunuza gider. Ancak bundan fazlası değildir benim gözümde. PR'ı iyi yapılmış bir yapımdan ötesi değildir. Konusu hakkında biraz bilgi vereyim ondan sonra bir şekilde devam ederim yine.
Travis Bickle geceleri uyku sorunu çeken bir adamdır. Sırf bu yüzden gecelerini değerlendirme yolunu seçer ve bir taksi durağına iş başvurusunda bulunur. Talebi kabul edilen Travis koca New York'da sarı siyah damalı arabasıya dolanmaya başlar. Dolandıkça ve taksisine müşteri aldıkça birçok garip insanla tanışır. Rastladığı kimse normal değildir aslında. Sonra bir gün yaklaşan başkanlık seçimleri için aday durumunda bulunan senatörün kampanya merkezinin yanından geçerken içerideki Betsy'i görür ve ona aşık olur. Cesaretini topladığı gibi gider konuşur kendisiyle ve onu sinemaya davet eder. Ancak bu işi eline yüzüne bulaştırır. Takip eden günlerden birinde arabasına çok küçük yaştaki bir hayat kadını biner. Küçük kızın durumu onu çok etkiler ve onu bu hayattan kurtarmaya çalışır. Fakat işler yine istediği gibi gitmez. Hiçbir şekilde istediklerini yapamayan Travis toplumu düzene sokmanın sadece silah kullanmaktan geçtiğini kavrar.
Hakkında daha yazmak isterdim ama zaten yazdığım her sinema yazısında gereğinden fazla anlattığımın farkındayım. Bundan sonrası izlemek isteyenlere sürpriz olsun. Neyse... Efendim film güzel dedik ama abartıldığı kadar da yok diye de ekledik. Sonra bir de çok hoşuma giden, gerçekten büyük izleyene büyük keyif veren sahneler olduğundan da bahsettik. Mesela hayatta porno filmlerden başka filmlerin olabileceğinden habersiz olan Travis'in aşık olduğu kadını bir porno filme götürmesi gerçekten ironi kokuyor. Bunun dışında silahlanma yolunu seçtiğinde kendini dünyanın hakimi olarak görmesi ve sonrasında gelen meşhur "You talkin' to me?" sahnesi. Bunlar gibi birkaç tane daha var ama şu an için hatırlayamayacağım.
Oyunculara da değinmek gerek. Filmi izlerken Scorsese'nin üzerinize yıldız yağdırmış olduğunu anlarsınız. Kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koymuş Robert De Niro, küçük yaştaki hayat kadını rolünün altından ustalıkla kalkan 14 yaşındaki Judie Foster, filmdeki güzelliği ile göz kamaştıran Cybill Shephard ve usta oyuncu Harvey Keitel... Evet, hepsini bir arada bulmak mümkün.
Geçen hafta okuldaki Cep Sineması'nda yeniden izleme fırsatı buldum bu filmi. Filmden çıktıktan sonra arkadaşlarla konuştum. Çoğunluğun yorumu "Ne biçim film bu böyle yaaaa" oldu... "Tabii size Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu'nu izletmek lâzım" dedim ben de.

Hiç yorum yok: