2 Kasım 2008 Pazar

120

Koca bir tepenin ardında her sabah gün doğuyor. Güneş alabildiğine parlak, yükseliyor... Kendisine engel olamayarak yükselmeye devam ettikçe, üzerine doğduğu şehirlere bir süreliğine egemen olmuş karanlığı defediyor. Sayısız hanede sayısız insan gözlerini açıyor. Yepyeni bir güne, fakat aynı rutin yaşama bir kereliğine daha sessizce selam çakılıyor. Geride bırakıp sıcaklığımızı verdiğimiz yatağı, yüzümüzü ıslatıyoruz, sırlı camda kendimize bakıyoruz. Söz yok, sual yok... Her gün olduğumuz yerdeyiz çünkü, bir değişiklik yok... Dünyayı biliyoruz, sırlı camın ne olduğunu biliyoruz... Kendimizi ise bildiğimizi sanıyoruz.
Sonraki aşama "Sepeti koluna, herkes kendi yoluna..." Ya para peşine düşüyoruz ya da okul yollarını aşındırıyoruz. Eğitim ve öğretime sol kulağımızı açıyoruz, sağı da kapatmıyoruz. Belki de aslında ikisini birden kapatıyoruz. Kızlara sataşıyoruz, ip üzerinde oynayabilecek en iyi cambaz oluveriyoruz. Kitaplarımızı sabah aldığımız yere bırakıyoruz, 3 ay önce satın almış olmamıza karşın hâlâ ilk günkü kadar yıpranmamış olduğuna şaşırıyoruz nedense. Aç olduğumuzun farkına varıyoruz. Buzdolabı da ne güzel şey! Televizyon da izlemek gerek tabii... Ülkemizde, dünyada olup biteni öğrenmeden olmaz. Off'u On'a getiriyoruz. Sonra başlıyor en büyük hipnoz anı...
Biri akşam yapılabilecek yemekler konusunda ev hanımlarına öneriler sunuyor, bir başkası iki insanın gönlünü yapıp, parmaklarına alyansları kondurma telaşı içerisinde. Hoşumuza gidiyor... İzliyoruz! Maalesef bitiyor... Bir başka kanala atlıyoruz ve ta da! Karşımızda genç bir kız... Rahatı kıçına batanlardan... "Keşke İngilizler'e mağlup olsaydık da inandığımız değerleri özgürce yerine getirebilseydik."
Geç oluyor... İçinde bulunduğumuz günün bir benzerine gözlerimizi açabilmek için önce kapatmamız gerekecek. Duşa giriyoruz, bir yandaki vana yardımıyla sıcaklığını ayarlıyoruz. "Mayışmak da ne hoş şeymiş kardeşim!" Allah'tan ayaklarımızda patiklerimiz var, donmuyor ayaklarımız ne hikmetse. Dişlerimizi de fırçalıyoruz, oh mis! Sabah gözleri yaşlı bıraktığımız yatağımızla yeniden kavuşma vakti işte! Ellerimizi ovuşturuyoruz, bırakıyoruz kendimizi... Lâkin bir gariplik var, yatak buz gibi. Düşünülecek şey mi şimdi bu da? Yorganımız var ya... O da mı yetmedi? Bir de battaniye alırız üstüne. Hâlâ mı üşüyoruz, eh, kaloriferin icadı bu soruna çare olabilmek için değil miydi? Dizler karna çekilip gözler de yumulunca, çok yorulduk gün boyunca, hak ettik biz dinlenmeyi, sonrası tamamen karanlık...
Rüyada karlı bir ovanın tam ortasındayız. İçinde bulunduğumuz zamanın çok öncesi olduğu belli. Fakat yontma taş devri mi, yoksa cilalı taş devri mi olduğunu ayırt edemiyoruz. Neyse ki etrafta koşuşturan birinden aslında 1915 yılında olduğumuzu öğreniyoruz. "Çok da değilmiş be!" Kimse bizi görmüyor ama biz ahalinin konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz. Ülke Balkan Harbi'nden yeni çıkmış, haliyle bir hayli yorgun. Birinci Dünya Harbi ise kapıya dayanmış. Ha, bir de Van'daymışız. Ermeniler'in gözünü diktiği, Ruslar'ın bir kaplan gibi üzerine atlamak için gün saydığı kentte. Oysa ki İstanbul, İzmir ne de güzeldir şimdi... Orada ne işimizin olduğunu soruyoruz kendimize. Kalorifere, battaniyeye, yorgana, patiklere rağmen buz kesmiş durumdayız. Geri dönemiyoruz... Savaş yorgunu ülke cephede Rus birliklerine karşı direnmeye çalışıyor. Öte yandan Millet-i Sadıka'daki bir tutam kopukluk da cabası... Ortam bizi içine çekiyor, merakımız uyanıyor bir anda... Tam o sırada biri avazı çıktığı kadar bağırıyor meydanda. Anlaşılan direnmekte olan bir tümen cephane sıkıntısı yaşıyor. Düştükleri takdirde "sonra" diye bir şey olmayacak. Birilerinin cephane yardımı yapması gerekiyor. Kar, kış, tipi alabildiğine... Koca koca adamlar evlerini savunmakta iken yaşları 12 ile 17 arasında değişen 120 çocuk birer adım öne çıkıyorlar. Hepsi hayatlarının baharında, yaşama yeni yeni tutunması gereken fidanlar... Fakat bir şeyin çok iyi bilincindeler; fedakarlık yapmadıkları takdirde zaten hep o yaşta kalacaklar. Sırtlarındaki yük ağır, önlerindeki yol uzun, hava şartları olabilecek en zor hâldeyken kendilerini bekleyen tümene doğru aşmaları gereken dağlara doğru yol almaya başlıyorlar. Sonrasında olan biteni görüyoruz, ağzımız en aptal haliyle açık sularını dökmekte... O an bir uykudan uyandığımızı fark ediyoruz. Sabah çoktan olmuş. Yatağın içinde titriyoruz ama kalkmamız lâzım. Neyse ki elimizin altında internet denen bir güzellik var. İçimize mi doğdu, yoksa ne oldu... Tarih, yer, ülke, durum... Hepsi rüya ile birebir eşleşiyor. Afallıyoruz, daha yarım saat önce yukarıdan baktığımız karların altında hapsolmuşuz sanki. Rüya sandığımız gerçekmiş meğer, halbuki biz ne kadar duyarsızmışız tarihimize... Aslında kendimize!
2008'in başında Recep İvedik'in o devasa silueti ardında sessizce izleyici karşısına çıkmış ve yine aynı sükunetle huzurlardan çekilmiş bir film 120. Kültür Bakanlığı ve Ziraat Bankası'nın sponsorluğunda, devletten hepitopu 400 bin YTL destek alabilmiş, toplam bütçesi 3 milyon Dolar olan bir yapım ayrıca. Hikâyesi ise birebir tarihimizle ölçüşmekte. Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, karda kışta cephanesiz kalmış bir tümene cephane taşıyan 120 genç yüreğin trajik öyküsü anlatılıyor. Tüm diyalog kopukluklarına, hızlı akışına, zaman zaman dönemin şartlarının yansıtılamamış olmasına karşın "Başarılı" payesini kotarabilmiş. Yönetmenliklerini Murat Saraçoğlu ve Özhan Eren'in yaptığı film maalesef ülkemizde pek fazla ilgi görmedi. İlgisini Recep İvedik gibi yapımlardan yana kullanmayı seçen sinemaseverlerimiz!, muhtemelen bilgi sahibi olmadıkları tarihimiz hakkında, üstelik okumak zorunda kalmayacakları halde, yapılmış bir yapımı salonlarda yalnız bıraktı. 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda yeniden vizyona girdiğinde ise aynı hızla kaldırıldı. Kadrosunun genele yakınını amatör oyuncuların kapladığı filmde Burak Sergen, Özge Özberk ve Cansel Elçin gibi bu topraklarda yetişen üst düzey oyuncuları da görmek mümkün.
Söz konusu milli duygular olduğu zaman bu topraklarda yaşayanların çoğu hazır ola geçer. Tarihi boyunca küçük büyük pek çok savaş verdiği düşünülen bir millet için aslında doğal karşılanabilecek bir durum bu. Bunun ne kadar doğru olduğu tartışılır, fakat tartışılmayacak bir şey var ki o da maalesef tarihimizden bihaber oluşumuzdur. Çok klâsik bir tabirle bu topraklar kolay kazanılmadı. Şimdilerde ne oldum delisi olmak yolunda hızla ilerleyen, marka düşkünü gençliğimiz ne yazık ki ayak bastıkları, rahatça nefes alıp verebildikleri bu toprakların geçmişine karşı son derece kayıtsız. Üstelik bunu bildikleri halde tersine çevirme konusunda en ufak bir adım atmıyorlar. Ya bizden öncekiler öğretemediler ya da biz öğrenmek istemiyoruz. Başka bir açıklaması olan varsa dinlemeye hazırım. Neticede 120 günümüz Türk gençliği için hazırlanmış tatlı bir şamar sanki ve bizim rahatımız için rahatlarından vazgeçen atalarımıza karşı geç kalmış bir saygı duruşu.

Hiç yorum yok: