Her daim erkek çocukların kendilerini eğlendirmek ve oyalanmak için bulacakları meşgaleler kız çocukların sahip olduklarından daha fazladır. Kızlar köşe başlarında ya da oadalarında evcilik oyunlarına fena halde sararken, ve hatta belki de sokakta ip atlarken, erkek çocuklar sabahtan akşama kadar top peşinde koşturabilir, bir anda kendilerini kovboy-kızılderili çatışmaları arasında bulabilir, bilyeleri tokuşturabilir, meyve bahçelerini yağmalayabilir, yaşına başına bakmadan tavla bile oynayabilir, geride hâlâ zaman kalmışsa bilgisayar başına geçip kendini sanal dünyanın kolları arasına bırakabilir. En nihayetinde; "Based on a true story..." Her ne kadar çocukluktan yeni çıkmış bir birey olsam da şimdiden özlem duyuyorum ben çocukluğuma. En çok da kaleleri taştan yapılmış bir sahada top koşturmak ve bilgisayar oyunlarında dünyayı kurtarmaktan haz alırdım. Geldiğim nokta itibari ile değişen hiçbir şey yok. Sadece toplara eskisi kadar sık vuramıyorum; hafta bir, iki haftada bir... Öte yandan bilgisayar oyunları ile aramızdaki bağ hâlâ aynı kuvvetiyle devam ediyor.
Birçokları gibi oturup saatlerce futbol oyunları başında vakit harcamıyorum. İşin futbol kısmı bilgisayarda yaşanacaksa eğer bu genellikle Championship Manager olur. Benim gönlümdeki tahtın sahipleri bellidir aslında; Resident Evil, Silent Hill, God of War... Tüm bunlardan ayrı, nazarımda bambaşka bir yere sahip bir yapım daha var ki o da Metal Gear Solid serisidir. Allah çarpar vallahi, oyun deyip geçmemek lâzım...
1998 yılında edinmiş olduğum ilk PlayStation için Konami firmasının üretmiş olduğu bir oyundu Metal Gear Solid. Benim kendisiyle tanışıklığım birkaç sene rötarla bir komşumuz sayesinde olmuştu. İlk görüşte aşk derler ya, bu olmalıydı, oynamamış ve sadece izlemekle yetinmiş biri olarak... Sonrası sadece bekleyişti... Komşunun oyunu bitirmesini bekliyordum ki ondan alabileyim, ekran başında sabahlayabileyim.
Oyunun orta derecede İngilizce gerektiriyor oluşu ve benim o dönemde sıfır İngilizce ile yaşantıma devam ediyor oluşum bile Metal Gear Solid'in başına oturmam için bir engel teşkil etmiyordu. Evet, oyunun konusu hakkında zerre fikrim yoktu ama kendinizi bir Hollywood aksiyonu içinde hissediyorsanız kimin yabancı dile ihtiyacı olurdu ki!
Oyunda beni ve benim gibi birçoklarını çeken neydi? Neticede oyun piyasasına sürülen ilk aksiyon oyunu değildi MGS. Evet, ilk aksiyon oyunu değildi belki ama getirdiği pek çok "ilk" vardı, orası kesin. Tomb Raider'in, Resident Evil'in, Max Payne'nin sunamadığını devrim niteliğinde sunmuştu. Bir kere bu oyunda esas olan pata küte düşmana dalmak değil, gizlilik içinde, adeta bir hayaletmişsiniz gibi hareket etmekti. Silahınız bu oyunda aslında sizin en büyük düşmanınız oluyor ve yanlış yer ve yanlış zamanda kullandığınızda kendinizi imha edebiliyordunuz. Yıllar sonra ilk MGS'yi yeniden oynadığımda artık her şey çok daha açıktı tabii. İngilizce'nin gözünü seveyim...
PlayStation2'nin piyasaya sürülmesi ile birlikte oyun konsolları çağ atlamış oldu. Bu aletin satışa sunulmasıyla kullanıcıyı PSX'e (PlayStation) bağlayan hiçbir şey kalmamış oldu. Çünkü PS2, PSX'in yapabildiği her şeyi yapabiliyor ve üstüne de hatırı sayılır ölçüde koyuyordu. PSX'i damdaki yerine pabuçlarıyla birlikte göndermem ve PS2 için ilk sunulan oyunlardan biri olan Metal Gear Solid 2: Sons of Liberty'nin dünyasına kendimi kaptırmam fazla sürmedi.
Kısa bir süre sonra üretilen Metal Gear Solid 3: Snake Eater ise video oyunları tarihinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının kanıtıydı adeta. Bir oyundan çok interaktif bir filmi anımsatan; senaryosu, jeneriği, müzikleri ile insanı kendine hayran bırakan bir yapımdı. Oyunun ana karakteri John, nam-ı diğer Solid Snake, Soğuk Savaş sonrası Rusyası'ndadır. Bu ülkede üretilmekte olan bir silah ile Amerika'nın herhangi bir yerini vurmak mümkün olacaktır. Bir ajan olarak görev bellidir aslında...
Metal Gear Solid 3: Snake Eater'in asla sadece bir oyun olmadığını belirttim. Eğer ki bir video oyununun sonunda gözleriniz doluyorsa, konsolu kapatmaya eliniz varmıyorsa, bu söylediğimin bir gerçekliği var.
MGS3'te yapay zekanın da tavan yaptığını belirtmeden geçmeyeyim. Oyunda belli yerlerde yüzleşmek zorunda kaldığınız The Fear, The Fury, The End, The Sorrow, The Pain, Colonel Volgin, Ocelot ve en nihayetinde The Boss bunun en güzel kanıtı. Hemen The End'i ele alalım mesela... Oynayanlar bilir... The End 100 yaşını devirmiş, ayağa bile kalkamayan, "sniper'in babası" olarak nitelenen biridir. Aslına bakarsanız kendisi hayatta bile değildi ve enerjisini güneşten aldığı an gözlerini yeninden açabiliyordu. Kendisi ile yapılan kapışmanın orta yerinde oyunu kaydedip kapatabiliyor, birkaç gün sonra oyunu yeniden açtığınızda ihtiyarın güçten düşmüş olduğunu ve bunun nedeninin de kapışmanın günlerce sürmüş olması olduğunu görüyorsunuz. Birkaç gün daha bekleseydiniz eğer, The End ile savaşmanıza gerek bile kalmayabilirdi. Oyunda alt etmesi en zor düşmanın The End olduğunu düşünürsek, bana çok da makul bir çözümmüş gibi geliyor :)
MGS'nin tüm gerçekçiliğinin yanı sıra zaman zaman gerçekdışılığa da başvurulmuş olduğunu görüyoruz. Yine oyun boyunca karşımıza çıkan düşmanlar bize bunu gösteriyor. Okkalı düşmanlarınızın bir bölümün aslında ölü olması, kimisinin de suda bile yürüyebiliyor olmasından bunu anlayabiliriz. Ancak The Cobra Unit adı altında biraraya gelen bu esas düşmanların isimlerine bakınca aslında tüm bu isimlerin oyunun ana karakteri Snake'nin hislerini sembolize etmiş oldukların görürüz. Etkisiz hâle getirilen her biri Snake'nin kurtuluşuna giden yoldaki bir duvarı daha ortadan kaldırır.
Kullanmaktan bir hayli nefret ettiğim basit bir tabir var; "anlatılmaz yaşanır"... Hani hayatımda tek bir şey için kullanacak olsam bu tabiri sanırım hiç düşünmeden Metal Gear Solid serisi için ve özellikle oyunun üçüncüsü için kullanırım. Metal Gear Solid 4: Guns of the Patriots'u henüz oynama fırsatı bulamadığım için yorum yapamam ama oyunun PS3'te sürüldüğünü bilmek yetiyor aslında. PSX ve PS2'den sonra bir de PS3 sahibi olursam günün birinde, joypad'i elime ilk kez MGS4 için alacağım kesin.
Metal Gear Solid 3: Snake Eater, bir video oyunu için gereğinden fazla gerçekçi... Henüz oyunun başında, jenerikte, Cynthia Harrell'in harika sesi eşliğinde muhteşem Snake Eater şarkısı bizi havaya sokuyor, oyunun sonlarına doğru Elisa Fiorillo'nun performansı ile Don't Be Afraid ile hüzünleniyoruz ve oyun sonunda "cast" akmaya başladığında fonda çalan Starsailor imzalı Way to Fall ile koyveriyoruz kendimizi.
Neticede, devletleri için her şeylerini veren ama günü geldiğinde devletlerinin sırtlarını görmek zorunda bırakılan isimsiz kahramanları ve anlamsız düşmanlıkları ironik hâliyle gözlerimizin önünde buluruz.
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
mutluluk yolu / yazar #Bertrandrussell
-
#mutlulukyolu kitabı okuma seyri oldukça uzun sürdü. Keyifli bir okuma
olduğu için yavaş yavaş ve zamana yayarak okudum. Mutluluğun aslında
peşinden koşm...
Libro y miseria.
-
Beşiktaş’ta bir kitapçıdayım. *Son Çıkanlar *önünde kitaplara gözatarken
köşedeki ufak oturma elemanı üzerinde bir kadının biraz utanırcasına kitap
sayfa...
HER YERDE ELİ OLAN BİR ADAM: SOCRATES KOKKALIS
-
Türkiye’de kulüp başkanlarının zaman zaman yaptığı ve futbolu yönetenleri
hedef alan açıklamalarını, o takımların lehine yapılan bazı hatalar tak...
10 Yaş
-
Merhaba.
Bu sayfada sizlere ilk "Merhaba" deyişimin üzerinden tam 10 yıl geçti.
İnanamıyorum ben de bu kadar zamanın geçmiş olduğuna.
En baştan söyleyey...
Romantik
-
bizi hep bu romantik fikirler mahvetti. gençliğin masumluğu ve romantizmi
yüceltme merakı kim bilir kaç kişinin içinde ne büyük ateşler yaktı, ne
büyük hay...
-
Tanıdık bir iz kalmayana dek... Tüketip tüketip sıfıra çekmek... yeni yeni
ve daha yeni... Kitaplar, filmler, elindeki telefon, detaylar ve duvarlar.
Bir ş...
ben hiç hazır etmedim kendimi gidişine
-
küçükken, evin salonunun kömür sobalı sıcaklığında otururken, televizyonda
komik bir şey gördüğümde göz ucuyla babama bakardım. gülünmeli miydi şimdi
buna...
Başka türlü bir şey
-
Büyümek pek çok macerayı, pek çok yolculuğu, rüyayı, kabusu, anıyı,
unutulmayacakları, unutulmak istenenleri, hafiflikleri, yükleri,
kirlenmeyi, lekes...
Kamp Günlükleri 2 (Kıyıköy)
-
ilk kampımızın başarılı geçmesinden sonra sıkı bir gaza gelmiştik
açıkçası. amatör de olsa, kenarından köşesinden ufak tefek ekipmanlar
toplamaya başladık...
Cüneyt ARKIN - GUNES NE ZAMAN DOGACAK - 1978
-
*GÜNEŞ NE ZAMAN DOĞACAK*
Kırım Türklerinden Yavuz Mehmedov (*Cüneyt Arkın*) rejim sebebiyle
yıllardır yasaklanmış olan dini faaliyetlere karşı köyün kapıs...
No New Office
-
[image: Career Expo 20110928 010]
Unfortunately our idea to move to a new office and take advantage of the
fact that the buildings new owners had not got in...
BİL/MEK
-
Adını biliyorsun. Dudağımın ucunda takılı, düştü düşecek avuçlarına. Ama
sen söylenmesine ramak kalmış o iki heceye bakma ve kelimelerin
sıradanlığına, h...
KALMAK..
-
KALMAK
Kalmak, kaçan topunu geri döndürdüğün bir çocuğun gülümseyen gamzelerinde;
kalmak, elinden tuttuğun bir yaşlının kırışıklıklarından birinde; kalma...
Kingdom of the Winds: Epik Bir Destan
-
Ben nasıl büyük bir hükümdar olabilirim?
Bunun için rüzgar gibi olmalısın. Hiç kimsenin görmediği, ama bu ülkenin
her karışına esen ve her zaman bizim ins...
Son Düdük!
-
Profilime bakacak olursanız 2006 yılından bu yana Blogger'in bir üyesi
olduğumu söyleyecektir size. İçinde bulunduğunuz blogda ilk göz
ağrısıydı... Başlang...
Yarım yıl
-
Merhaba arkadaşlar,
Ben iyice boşladım blogu 2 ayda bir yazı yazar oldum ama cidden dalışa da
gidemiyorum, hayatımdaki en anlamlı varlıkla uğraşıyorum :) u...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder