14 Kasım 2009 Cumartesi

Tim Burton

Gençliği ve Vincent Price

İzleyeni kaç yaşında olursa olsun masal dünyasının o büyülü kapılarından içeriye çekmeyi başaran ve bunu yaparken adeta zamanı birkaç saatliğine durduran filmlerin mimarı Tim Burton’un çocukluğu da yetişkinliğinde olduğundan farklı değildi. 25 Ağustos 1958 yılında California’nın Burbank kentinde sonraları masalsı bir havaya bürüyeceği dünyaya “merhaba” dediğinde belki de doğduğu kentin bir zaman sonra hayallerini gerçekleştirmesine olanak tanıyacağından haberi yoktu. Burton’un Burbank gibi Warner Brothers, NBC ve Disney gibi dev sinema şirketlerinin stüdyolarına ev sahipliği yapan bir kentin evladı oluşu tesadüf müdür bilinmez fakat sırf bu özelliğinden dolayı Burbank’ı Hollywood’un kalbi olarak niteleyenlerin sayısı da küçümsenecek düzeyde değildir. Birkaç yıl sonra, henüz lise çağındayken, Burton’un kapısı bu üç büyük devden biri tarafından ısrarla çalındığında ne kadar şanslı olduğunu anlayacaktır.
Akranları ve arkadaşları her gün ekran başında vakitlerini çizgi film izleyerek öldürürken, kıvırcık saçlı küçük Burton ise bir çocuğun yapması beklenenden çok daha farklı şeyler yapıyordu. Edgar Allan Poe ve H.P. Lovecraft okuyup, hava kararana dek korku ve gerilim filmleri izliyordu. En çok hayranlık duyduğu isim ise korku filmlerinin unutulmaz aktörü Vincent Price idi. O vakitler daha sonra Price ile çalışma fırsatı bulacağından bihaberdi tabii. Tüm bunların dışında sokağa çıkıp oyun oynamak yerine odasına çekilip, çalışma masasında çizimler yapmayı daha makul gördü her zaman. Öyle ki henüz dokuzuncu sınıfta iken çalışmaları ilgi görmeye ve ödüllendirilmeye başladı. Okyanusta mücadele etmek istiyorsanız, amatör de olsanız bir yerden denize açılmayı göze almalısınız. Burton’un da yaptığı tam olarak buydu işte. Yerel bir çöp toplama şirketi başlatmış olduğu kampanya için yarışma düzenledi ve katılımcılardan çizimlerini göndermelerini istedi. Elbette ki Burton’un çizimi ipi göğüsledi ve şirket bu çizime bir yıl boyunca çöp kamyonlarında yer verdi. Tim Burton artık adını duyurmaya başlamıştı.
Disney Yılları

Lise hayatını da noktalayan Burton’un sonraki durağı California Sanat Okulu oldu. Bu okuldan mezun olan isimlerin pek çoğu dev sinema şirketlerinde çalışma fırsatı yakalamıştı ve Burton gibi hayal gücü sınır tanımayan birinin bunu başaramaması için de hiçbir neden yoktu. California Sanat Okulu’nda animasyon eğitimi aldı ve bu sayede Walt Disney stüdyolarında animatör olarak çalışma fırsatı elde etti. 1981 yapımı The Fox and the Hound (Tilki ve Köpek) ile Disney bünyesinde ilk kez bir filmin kamera arkasında aktif görev aldı. Bunu 1985 yapımı The Black Cauldron (Kara Kazan) izledi. Disney çalışmalarından memnundu ve Burton ilk kısa film denemesi olan Vincent için izni koparmıştı. 1982 yılında stop-motion animasyon olarak çektiği filmde Vincent Price’ye özenen ve onun gibi olmak isteyen, Edgar Allan Poe eserlerini hayal dünyasında canlandıran yedi yaşındaki Vincent Malloy karakterine hayat verir. Vincent, Burton’un mekan yaratma konusunda ne denli başarılı bir yönetmen olduğunu ortaya çıkarması bakımından da son derece önemlidir. Son derece gotik bir atmosfere sahip olan bu 5 dakikalık kısa film aynı zamanda Burton’un çocukluk kahramanı olan Vincent Price ile ilk kez ortak bir projede yer alması açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Usta aktör her ne kadar bu animasyon filmde bedenen görünmese de filmin seslendirmesini yapmış ve filmin elde ettiği başarıda büyük pay sahibi olduğu gibi Tim Burton’un önünün açılmasında da gizli kahraman hüviyetine bürünmüştür.
Vincent’in yakalamış olduğu başarının ardından hiç hız kesmeden diğer projelerini hayata geçirmek için çalışmalara başladı ve bir diğer kısa filmi olan Frankenweenie’de The Shining’den aşina olduğumuz Shelley Duvall, Daniel Stern ve Sofia Coppola gibi önemli oyuncularla birlikte çalıştı. 1984 yılında çekimi tamamlanan bu yarım saatlik filmde Burton, bir Frankenstein portresi çizer. Köpeği ölen küçük bir çocuğun onu yeniden hayata döndürmek için verdiği mücadele filmin temasını oluşturur. Özellikle köpeğin diriltilmesi için çocuk odasının aldığı düzen Burton’un önünde düğme ilikletecek cinstendir. Tüm bunların yanında Frankenweenie, Burton ile Disney arasında soğuk rüzgârlar esmesine de sebep olur. Zaten hiçbir zaman hiçbir iş planlandığı kadar iyi olmamaktadır. Bunu Tim Burton kendisi söylüyor… Her ne kadar Frankenweenie pek çok festivalde beğeni toplamış olsa da Disney filmin çok fazla korku öğesi barındırdığını ve bunun da çocukların izlemesi için uygun olmadığını düşünüyordu. Bu sebeple Frankenweenie şirket tarafından rafa kaldırıldı ve film vizyona giremedi. Bu durum en nihayetinde Burton ve Disney’in yollarının ayrılmasına neden oldu. Burton yıllar sonra Disney bünyesindeki çalışmalarına “Her şeyi düşünüp çizmeme izin veriliyordu, fakat hiçbirisi kullanılmıyordu” yorumunu getirerek esprili bir yaklaşımda bulunacaktı.
Sinemanın Yeni Dehası

Tim Burton, Frankenweenie konusunda küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştı ama bu durum onun önünde yıkılması gereken büyük bir duvar da yaratmamıştı. Frankenweenie’den oldukça kısa bir süre sonra, 1985’de, oyuncu Paul Reubens kafasındaki film projesinde yönetmen olarak çalışması için Tim Burton’un kapısını çalar. Reubens, Frankenweenie’yi izleme fırsatı bulmuş ve filmin atmosferinden bir hayli etkilenmiştir. Çekmek istediği Pee-Wee’s Big Adventure (Pee-Wee’nin Büyük Serüveni) adlı filmi yönetebilecek en doğru kişi olarak da Burton’u görür. Warner Brothers’ın yapımcılığını üstlendiği filmin yönetmenlik koltuğuna geçmeyi severek kabul eden Burton için bu iş bulunmaz bir fırsattır. Bedenen büyük ama ruhen çocuk Pee Wee Herman adlı bir karakterin, hayatının yegâne anlamı olan bisikletinin çalınmasının ardından gelişen olayları aktaran film, beklentilerin oldukça üzerinde bir başarı elde etmiş, gişede maliyetinin neredeyse beş kat fazlasını kazanmış ve bir anda dikkatleri yönetmenin üzerine çekmişti. Bu, Tim Burton’un ilk uzun metraj film denemesinde başarılı olduğu anlamına geliyordu ve haliyle bir anda popülaritesi de tavan yapıyordu. Artık yeni, çok daha iyi ve özellikle kendi filmlerini çekmenin de zamanı gelmişti.
Pee-Wee’s Big Adventure’den sonra araya üç yıl koyan Tim Burton, iyi başlayan kariyerinde bir basamak daha yukarıya çıkabilmek için çalışmalarını sürdürüyordu. Sıradaki projesi ülkemizde Beter Böcek adı ile yayınlanan Beetle Juice idi. Beetle Juice yönetmenin tarzının oturması hususunda da büyük öneme sahiptir. Yeni evli bir çiftin trafik kazasında hayatlarını kaybetmelerinin ardından ölüler dünyasına alışmakta zorlanmaları ve hayattayken sahip oldukları evden yeni sahiplerini kovma çabası içine girmelerini konu alan film, Burton’un mekân yaratma konusunda her geçen gün daha iyiye gittiğinin ve oyuncu seçimlerinin oluşmaya başladığının da göstergesiydi. Öyle ki Michael Keaton ile çalışmaya başlaması bu filme tekabül eder. 1988 senesinde vizyona giren film 80 milyon Dolar’ın üzerinde hâsılat elde ettiği gibi en iyi makyaj kategorisinde de Oscar kazanır. Burton için çıta artık çok daha yüksek bir yere konulmuştu ama hikâye anlatmadaki bu yeteneği sayesinde ortada korkmasını gerektirecek bir şey yoktu. İlk büyük işi Oscar kazanmıştı ve bu iyiye işaretti.
Yarasa Adamı Sinemaya Aktarmak

Bir çocuğun hayal dünyasının büyüklüğü elbette ki okudukları ve gördükleri ile doğru orantılıdır. Bu bağlamda Burton’un çizgi romanlara ve peri masallarına paralel bir çocukluk evresi geçirdiğini bilmekte fayda var. Filmlerinde izleyeni masalların kollarına bırakan bir adamın çocukluğunda çizgi kahramanların peşinden sürüklenmediğini iddia etmek pek inandırıcı durmaz. Çocukluğunda Burton’un favori süper kahramanı Batman’di. Gotik mekânlar ve karanlık atmosferler yaratmayı seven bir adamı Gotham’dan farklı bir yerde düşlemek mümkün değil zaten.
1980’li yılların sonuna doğru Warner Brothers film şirketi sinemaya uyarlanacak ilk Batman filmi için kolları sıvamıştı. Bu filmin yönetmenlik koltuğu için düşündükleri isim ise bu yazının kahramanı Tim Burton’du. Burton, Batman rolü için Beetle Juice’de beraber çalıştığı Michael Keaton’u uygun gördü. Filmin yetişkinleri de sinemaya çekebilmesi için izlenen yol ise farklıydı. The Joker rolüne verilen isim usta aktör Jack Nicholson olunca, ilk Batman filmi için taşlar oyun alanına dizilmiş oldu. Gişede yılın (1989) en büyük başarısına imza atan film, ABD’de 250 milyon Dolar ve dünya genelinde yaklaşık 400 milyon Dolarlık bir başarıyla Burton’un adını zirveye yazdırdı. Her ne kadar Christopher Nolan’ın 2005 ve 2008 yıllarında yeniden beyaz perdeye uyarladığı filmler, 20 senelik teknolojinin getirdiği avantajla birlikte, pek çoklarına göre en iyi Batman filmleri olarak nitelense de, Kara Şövalye’nin hayranları tarafından Tim Burton’un Batman’i çizgi romana daha yakın görülür. Hiç şüphesiz bu kanıya varmalarındaki en büyük neden Burton’un Gotham şehrinin suç dolu karanlık hüviyetini en ince ayrıntısına kadar aktarması ve asıl adamın duygusallıktan sıyrılıp, gerçek acımasız karakterine bürünmesi olmuştur.

Düş Kırıklıkları ve Kral Tacı

Burton’un kariyeri hep tozpembe devam etmedi elbette. Çok şey beklediği, fakat sonunda eleştiri oklarına hedef olduğu yapımları da oldu. Bunların başında Batman’in devam filmi olan Batman Returns (Batman Dönüyor) geliyordu. Bu filmde izleyiciye çok daha karanlık bir film sunan yönetmenin belki de en büyük hatası ana karakteri olduğundan çok daha abartılı göstermesi oldu.
Yine 2001 yılında vizyona giren ve 60’lı yılların kült eseri Maymunlar Cehennemi’nin yeniden uyarlaması olan Planet of the Apes kimilerine göre Burton’un en kötü işi olarak kabul edilir. Baştan sonra hız kesmeden ilerleyen filmdeki mantık hataları ve özellikle değiştirilmiş finali eleştirilerin odak noktası olmuştur.
Tüm bunların yanında Burton’un kariyerine baktığımızda artılarının eksilerini neredeyse yok etmiş olduğunu görüyoruz. Beyninde bir araya gelen ve daha sonra kamerasına yön veren öyküler daha şimdiden sinema tarihinin modern klasikleri arasına girmeyi fazlasıyla hak etti. Şimdi bu filmlere yakın plan bakmanın tam zamanı…

En İyi 5 Filmi
Edward Scissorhands (1990): Burton’un en duygusal eseri olarak addedilen film, ayrıca yönetmenin oyuncu Johnny Depp ile birlikte çalıştığı ilk eser olması bakımından da önemlidir. Mucidinin zamansız ölümünün ardından tamamlanamadan ortada kalmış mahcup, hüzünlü, tertemiz bir karakterin öyküsünü anlatan film karla başlar, karla devam eder ve tepenin başında konuşlanmış yalnız köşkten kasabaya lapa lapa yağan keder dolu karla birlikte sona erer makas elli Edward’ın hikâyesi.
The Nightmare Before Christmas (1993): Burton’un yoğun işleri dolayısıyla yönetmen koltuğuna oturamadığı fakat yapımcı olarak destek verdiği film stop-motion teknolojisi ile çekilmiş bir animasyondu. Burton’un yapmaktan en çok zevk aldığı işin stop-motion olduğunu ve bu işin de saniyede 25 kare yakalayabilmek gibi zor bir süreçten geçtiğini de bilmekte fayda var. Film, Cadılar Bayramı Kasabası’nın kralı Jack Skellington’un kasabaya bir farklılık getirmek düşüncesiyle Noel hazırlığına girişmesini konu alır.
Batman (1989): Batman süper kahramanlar içinde belki de acıların çocuğu olmayan tek karakterdir. Aileden zengindir bir kere… Ebeveynlerinin trajik ölümlerinin akabinde yaşadığı şehrin karanlık sokaklarına adalet getirmeyi kutsal dava olarak görmektedir. Mazgallarından inadına duman çıkan, yarasasız sokağın bulunmadığı, güneşin neredeyse hiç doğmadığı bir kenttir Gotham City. Bu filmin ‘en iyi Batman filmi’ olarak nitelenmesinin altında Burton’un sınır tanımayan düş gücü, karakter irdelemeleri ve usta işi mekân yaratımı yatmaktadır.
Big Fish (2003): Burton’un masallar anlattığını zaten söyledik. Sadece çocuklarına anlatmıyor o, çocukluğunun saf ruhunu ısrarla içinde taşımayı beceren her bünyeye haykırıyor “Bir varmış bir yokmuş”larını… Big Fish ise belki de bu masalların gerçeğe en yakın olanı. Babalarımızın yatağımızın başucunda kendi öykülerini anlattığı günlerden kalma bir masal bu. Gerçek olduğuna inanılmayan fakat ümidin asla kesilmemesi gereken türden bir masal… Ölüm döşeğindeki babasının çocukken kendisine anlattığı masalların birer düzmece olduğuna inanan William Bloom’un en nihayetinde babasının geçmişine inmeye karar verişinin ve attığı her adımda adrenalininin ve şaşkınlığının biraz daha artışının öyküsü Big Fish.
Beetle Juice (1988): Müzikler, senaryo, oyuncular ve yönetmen harika bir kare as oluşturarak Beetle Juice’yi başlı başına bir film yapıyor. Yeni evlenen Maitland çifti geçirdikleri bir trafik kazası sonucu hayatlarını kaybedince ölüler dünyasına alışmakta zorluk çekerler. Üstelik hayattayken büyük bir özenle aldıkları evlerini de kaybetmişlerdir. Evlerinin yeni sakinleri artık Deetz ailesidir. Bu duruma epey içerleyen Adam ve Barbara Maitland çifti çareyi Deetz’leri korkutarak evden kaçırmakta bulur. Fakat bu bir işe yaramadığı gibi Deetz’lerin bu ‘hortlak’ öyküsünden para kazanmalarını dahi sağlar. Maitland’ların tek bir seçeneği kalmıştır; işi halletmesi için efsanevi yaratık Beetle Juice’yi çağırmak.
Burton’un Favorileri

Şimdiye kadar yarattığı en ciddi eserde bile öyküsel bir atmosfer yaratan Tim Burton için filmlerinde müziğin önemi son derece büyük. Filmlerinin en can alıcı sahnelerinde devreye giren o müthiş müzikler tamamlayıcı bir görev üstlendiği gibi filmlerin vurucu bir özelliğe sahip olmasına da katkıda bulunuyor. Film müzikleri konusunda Burton’un yoldaşı bugüne kadar sürekli Danny Elfman oldu. Pee-Wee’s Big Adventure ile birlikte çalışmaya başlayan ikili daha sonra Beetle Juice, Batman, Edward Scissorhands, The Nightmare Before Christmas, Sleepy Hollow, Big Fish, Charlie and the Chocolate Factory ve Corpse Bride başta olmak üzere neredeyse Burton’un hiçbir filminde ayrı yollara sapmadılar.
Birçok yönetmende olduğu gibi Burton’un da vazgeçemediği oyuncular var. Bunların en başında aynı zamanda yakın dostu da olan Johnny Depp geliyor. Depp bugüne kadar Burton’un 6 filminde aktif rol aldı. 2010 yılında vizyona girecek olan Alice In Wonderland ile bu sayıyı bir basamak daha yukarıya çıkaracak.
Depp’in yanı sıra yönetmenin şu anki eşi Helena Bonham Carter, Christina Ricci, Winona Ryder, Michael Keaton ve Danny De Vito da Burton’un vazgeçilmezleri arasında yer alıyor. Aslına bakılırsa herkes tarafından anlaşılmakta güçlük çeken böylesine bir yönetmenin sürekli aynı fakat kendisini anlayabilen oyuncular ile birlikte çalışması son derece makul görünüyor.
Hayat verdiği karakterlerin sıra dışı olmasının yanında hiçbir zaman masumiyetlerinden ve hümanist özelliklerinden mahrum olmayışları ile bambaşka bir yönetmen portresi çiziyor Tim Burton. Korkulanın iyi olandan aslında çok daha fazla insancıl olduğunu, her şeyin, bu dünyanın bile, en nihayetinde büyük bir masal olduğunu aktarması bakımından Hollywood’un en iyi yönetmenlerinden biri olarak anılmayı fazlasıyla hak ediyor. Belli aralıklarla ruh dünyamızı ele geçiren bir isim o… Anlattığı masallar ile farkında olmadan yakalanıp, buyur ediliyoruz iç dünyasının kapılarından içeriye… Şimdiye kadar hiç şikâyetçi olmadık bundan.

(Bu yazı RoadLife dergisinin Eylül 2009 sayısında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: