10 Ocak 2008 Perşembe

Yiğidi Öldür...

"Yılmaz Güney’i seversiniz. Çirkin Kral’ın filmleri sizin için başyapıttır. O, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en büyüklerinden biridir size göre. “Ben de özledim” diye Ferdi Tayfur şarkıları söylersiniz belki de. Eğer ki “hardcore” aşkın içine girmişseniz Müslüm Gürses’tir sizin içinizdekileri dışa vuran adam. “Nobel’i almış da ne olmuş. Benim için yaşayan en büyük Türk yazar Yaşar Kemal’dir” diye konuşursunuz rakının dibine vururken. Orhan Kemal ve Muzaffer İzgü de müthiş yazarlardır. Türk pop müziğinin kitabını Erol Büyükburç yazmıştır değil mi? Tarzınız farklıysa en büyük müzisyen kâh Feridun Düzağaç kâh Haluk Levent’tir ya da Murat Göğebakan ve Murat Kekilli’dir tercümanınız. “Eurovision’da Sertab Erener ile gurur duymamızı sağlayan adam Demir Demirkan’dır” diye bilmişlik taslarsınız. Suna Kan ya da Mustafa Sağyaşar’dır belki de kiminize göre sanatçının tanımı…
Bunlar Adanalılardan sadece birkaçı. Kısacası Türkiye’deki çoğu insan yukarıda isimleri geçen kişileri sever ve onlara hayranlık besler. Ama kabul etmek gerekir ki Adana ya da Adanalı kavramlarından pek hoşlanmaz.
Lafı fazla uzatmayacağım. Ben de Adanalı’yım. Sizin o sadece adliyesiyle, üçüncü sayfa haberleriyle bildiğiniz güzelim şehrin çocuğuyum. Baştan belirtmekte fayda var. Bu, taraflı bir yazı. Hasan Şaş’a; Malik-Mediha Şaş çiftinin nüfus kağıdına yazdırdığı haliyle Hasan Gökhan Şaş’a övgü yazısı. 1 Ağustos 1976’da “yiğitlerin mekanı” diye bilinen Adana’nın Karataş ilçesinde doğan, hayatımıza girdiği andan itibaren üvey evlat muamelesi gören, kaba tabirle hep öldürülen bir yiğide, hakkının teslim ediliş yazısı aynı zamanda.“Demek ki benim Türkiye’de işim kalmamış. Sinirli olduğumu biliyorlar, o nedenle hep üstüme geliyorlar. Kariyerimi yurtdışında sürdüreceğim. Takım bulamazsam da gider evimde otururum” şeklindeki sözler, Hasan Şaş’ın 2 Aralık 2007 tarihindeki isyanının dile gelmiş haliydi. “Ben yaptığımı biliyorum” diyordu. Sahada kendini parçaladığını görmeye alışık olduğumuz adam, saha dışında bu kez kameralar önünde “delleniyordu”. Galatasaray’ın İstanbul Büyükşehir Belediyespor ile yaptığı maçta çift sarıdan ve bilindik itiraz gerekçesiyle kırmızı görmüştü. Ona göre bu artık fazlaydı. Neredeyse her maçta saha ortasında hakem döven Milan ve İtalya Milli Takımı’nın orta sahası Ivan Gennaro Gattuso’nun bazen de rakiple yaşadığı agresif temasları hakkında, “Vay be ne delikanlı topçu. Tam Sicilyalı. Severim böyle adamları” yorumlarını yapan ama kendisi için sürekli “Vurun abalıya, pardon Adanalı’ya” diyen futbolun iki yüzlülerinden sıkıldı belki de. Evet, gider mi gitmez mi bilinmez ama yurtdışına gitmek istiyor Hasan. Türkiye’nin en sıcak şehrinin çocuğu, belki de soğuğuyla ünlü Rusya’ya transfer olacak. Belki de oğlu Yusuf Deniz ve eşi Sibel ile evinde oturup televizyon izleyecek. Gerçek olan şu ki Yılmaz Erdoğan’ın Vizotele’sini neredeyse her gün izleyen “Futbolun Deli Emin”i artık bizden uzakta yaşayacak. Belki fiziksel belki de kalben.
Adana Demirspor altyapısı Adana’nın en iyisi olmakla beraber, Türkiye genelinde de sözü geçen bir futbol akademisidir. Yazın okullar tatile girdiğinde aileleri tarafından “bir yere çırak olarak verilen” üç numara tıraşlı çocukların terliklerle idmanlarına gittiği bir okuldur. Az maaşla ve hissedilen 50 derece sıcak altında çalışan teknik adamlar, buraya “seçilen” çocuklardan birer yıldız yaratır. Hatta bazıları “İmparator” olur o ayrı.
Futbol yaşantısına Karataşspor’da amatör olarak başlayan Hasan Şaş da Adana Demirspor’un Sular mevkisindeki binasından içeri giren futbolculardan. Altyapıda yeteneği hemen fark edilen Hasan, Mavi Şimşekler’in Samet Aybaba ile iddialı bir şekilde başladığı ancak neredeyse ligin 20. haftasında matematiksel olarak küme düştüğü 1994-1995 sezonunun sonunda A Takım kadrosuna alınır. Üç maçta forma giyer. Bunlardan birinin sarı kırmızılıların 3-0 kazandığı Galatasaray karşılaşması olmasının ise kaderin ördüğü ağlarla ilgisi var mıdır bilinmez? Neticede Karataş sahilinde öğrendiği çalımları yeşil sahada da uygulayabilen bu “kara çocuk” (ki o zamanlar saçı vardı) bir gözü sürekli Adana’da olan Ankaragücü’nün dikkatini çoktan çekmiştir. Dolayısıyla Hasan’ın profesyonel anlamdaki Adana Demirspor macerası kısa sürer. Çünkü Adana Demirspor’un kasası, Birinci Lig tarihinin en başarısız performanslarından birisinin ortaya konması nedeniyle tamtakırdır. Zaten dolu olsa da Adana’da herkesin şikayet ettiği bir gelenek vardır: Kentin öz çocukları karın tokluğuna oynatılır. Futbolseverlerin cevabını aradığı “Adana takımları, başka yerlerde harikalar yaratan Adanalı futbolcuları neden elinde tutamaz ya da yuvaya döndürmez?” sorusunun alt metni budur aslında.
Hasan Şaş, altyapıdan beraber çıktığı adaşı ve yoldaşı Hasan Gelir ile birlikte “Ver elini Ankara” der. Giyeceği forma artık, ilerleyen zamanlarda kendisinde alerji yaratacak olan sarı-laciverttir. Hasan Gelir’in de o zamanlar en az Hasan Şaş kadar yetenekli bir yıldız adayı olduğunu ancak “herkesin kendi kaderini yaşadığı” gerçeğiyle yüzleştiğini belirtelim.
Hasan Şaş; İbrahim Tatlıses ve hemşerisi Haluk Levent’in kasetlerini de yanına almayı unutmaz. Geceler boyu o şarkıları dinler. Yalnızdır. Ama ileride yalnızlığını sona erdirecek ve hayat arkadaşı olan Sibel Yalçın ile de Ankara’da tanışır. İkili 29 Haziran 2003’te Adana’da dünya evine girer.
Herkes ilk yapan Karl Heinz Feldkamp sansın, Hasan’ın Ali Osman Renklibay tarafından dönem dönem sağ bekte oynatıldığı Ankaragücü günleri üç yıl sürer. 18 yaşına kadar kar görmeyen Karataşlı çocuk, Ankara’da kartopu oynamayı öğrendi mi bilinmez ama ayak topunu çok ilerletmiştir. Artık rota daha da batıdır. Hemşerisi Fatih Terim’in çalıştırdığı Galatasaray.
O, 1998 yılının yaz mevsiminde artık Galatasaraylı Hasan Şaş’tır. 1997-1998 sezonunun diğer iki yıldızı Gaziantepsporlu Ayhan Akman, Beşiktaş’a; Bursasporlu Elvir Baliç ise Fenerbahçe’ye transfer olur. Dönemin Galatasaray’ı Hasan’ın hemşerisi Fatih Terim yönetiminde Türkiye’yi domine ediyordur. Gheorghe Hagi, onun bacanağı ve adaşı Popescu, Hakan Şükür, Arif Erdem, Hakan Ünsal, Ergün Penbe, Ümit Davala gibi futbolcuların arasında bulur kendini. Kadro, dışarıdan gelen başka birini kolayca arasına almayacak kadar birbirini tanıyan ve birbirine bağlı öğrencilerden kurulu bir sınıf gibidir. Ancak Hasan yeteneklidir. Adrian Ilie’nin gidişinin de kendisi için şans olabileceğini düşünür. İstanbul basınının karşısına ilk kez TSYD maçlarıyla çıkar. Kadıköy’de Fenerbahçe’ye karşı alına 4-1’lik galibiyetin mimarı olur. Hatta onun için Türk futbolunun yeni Lefter’i benzetmeleri bile yapılır. Ancak ne var ki 1998 senesi onun için bir kabus olur. Doping kullandığı gerekçesiyle 6 ay sahalardan men cezası alır. Halbuki Sakaryaspor ile oynanan Türkiye Kupası maçı öncesi kullandığı ilaç gribal enfeksiyon tedavisine yarayan A-ferin’dir. Sabırlıdır; sabretmeyi tüm sevdiklerinden uzakta, doğduğu topraklardan eksi 15 derece soğuk kışların yaşandığı gurbet elde öğrenmiştir ne de olsa. Çalışır. Bu çalışkanlık Tanrı’nın ona verdiği lütufla da birleşince tekrar Galatasaray forması giymeye başlar. Sarı-kırmızılı forma altında 4 lig şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası ve 1 Süper Kupa kazanır. 2002 ve 2006’daki şampiyonluklarda saha ortasında ağlayan, yerinde duramayan adam; kısacası şampiyonlukların sembolüdür.
Fatih Terim döneminde başarılı olmasına ve özellikle UEFA Kupası’nın 2000 yılında ellerde kaldırıldığı yolda çok önemli işler yapmasına rağmen Hasan Şaş’ın en verimli sezonu 2001-02’dir. En iyi anlaştığı teknik direktör de Mircea Lucescu’dur. Rumen teknik adam ile arası çok iyidir. Lucescu ona saha içinde serbestlik tanır ve karşılığını da fazlasıyla alır. Ligde şampiyonluğun Fenerbahçe’ye kaçırıldığı ancak Avrupa’da fırtına gibi esilen 2000-01 sezonunda, Ali Sami Yen Stadı’nda 1-0 kazanılan Paris Saint Germain maçından sonra Mircea Lucescu bir itirafta bulunur: “Hiçbir zaman hiçbir futbolcumdan forma istemedim. Ancak bugün Hasan Şaş’tan formasını istedim. Tek kelimeyle muhteşemdi.” İkilinin arasındaki bu ilişkiyi, onu Galatasaray’a getiren Fatih Terim bile kıskanmıştır. Terim; yine 2000-2001’de sarı-kırmızılıların evinde 3-2 galibiyetiyle noktaladığı Glasgow Rangers karşılaşmasındaki bir gol sevincinde Lucescu’ya koşan Hasan’ı gece cep telefonundan aramıştır: “Ne o! Hocanı çok seviyorsun galiba?”
Tekrar 2002’ye dönelim. 2001-02 sezonu devam ederken Özhan Canaydın’ın başkan seçilmesiyle oluşan Galatasaray yönetimi, o sezon gelen şampiyonluğa rağmen Rumen hoca Mircea Lucescu ile yollarını ayırır. Bu kararın tebliğ edilmesinden sonra gözyaşlarını tutamayan ve 2002-2003’te hem şampiyonluğa hem de UEFA Kupası’nda çeyrek finale taşıyacağı Beşiktaş ile anlaşan Mircea Lucescu’nun yerine gelen kişi ise İtalya seferinden dönen Fatih Terim’dir. Bir zamanların “Ankaragücü’nden alınan genç yıldızı” artık büyümüştür. “İkinci Terim Dönemi”nde takım içinde daha tecrübelidir. Kısacası çömezlikten ağabeyliğe terfi etmiştir. Ama olgunlaşacağına ve mantığıyla hareket edeceğine, büyürken daha da duygusallaşan ve çocuklaşan birisidir Hasan Şaş. Bu dönemde Hasan’ın hakemlerle diyalogları artık daha Adanaca’dır. Haksız olduğu durumlarda bile hakemlerin üstüne yürür. Hakemler de ona acımaz. Kartları gösterirler. Hatta bazen yedek kulübesindeyken bile. Zaten Türkiye’ye veda etmesini düşündüren de İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçında hakem Hüseyin Göçek ile yaşadıkları değil midir?
2002’ye dönmüştük galiba. Ama o senenin yaz sonuna değil de başına dönelim. Şenol Güneş yönetimindeki Türk Milli Takımı, Dünya Kupası yolcusuydu. Destinasyon ise Güney Kore ve Japonya’ydı. Geride bırakılan sezonda hem de ligde hem de Şampiyonlar Ligi’nde tüm futbol severlerin dikkatini çeken Hasan Şaş, daha da büyük bir vitrine çıkıyordu. Aslında ay-yıldızlılarda Hasan Şaş’tan ziyade Yıldıray Baştürk, Hakan Şükür belki de Mustafa İzzet gibi isimlerin başrolü kapacağı tahmin ediliyordu. Ama “sahneye çıkan sanatçının” adı Hasan Gökhan Şaş’tı. Önce Brezilya maçında Yıldıray’ın asistini, topa sol ayağıyla gelişine vurarak değerlendirdi. Aslına bakılırsa gol sevinci pek de Aslan burcu bir Adanalı’ya ait değil gibiydi. Zaten o da mücadeleden sonra bu tuhaf durumun nedenini açıklamıştı. İşte asıl o açıklama samimi bir Adana ağzıyla yapılmıştı: “Niye sevinmediğimi soruyorlar. Valla bir şey anlamadım ki. Gol attığıma ben bile inanmadım.”
Dünya Kupası’nın geri kalanında sergilediği ve onun adını dünyada futbol üzerine kafa yoran herkesin bilmesini sağlayan performansa devam etmeden önce bir konuya değinelim. Hasan Şaş’ı, “Gol atamıyor. Böyle bir becerisi yok” diye eleştirenlere verilecek en güzel cevabın, onun Brezilya, Real Madrid ve Milan gibi dünya devlerinin ağlarını sarsmayı başaran tek Türk futbolcu olduğunu vurgulayalım.
Brezilya maçıyla başlayan Japonya ve Kore’deki Hasan Şaş esintisi artık rüzgara dönmüştür. Kosta Rika karşısında “aktif dinlenen” Şaş, Çin karşılaşmasında attığı gol, oynadığı futbol, sıfıra vurulmuş saçı ve meşhur kolyesiyle artık bir “dünya markası” olmuştur. Çoğu gazetelerde bu haliyle karikatürleri bile yer almış Türkiye’nin simgesi haline gelmiştir. Dünya Kupası’nın ardından özellikle İtalya’nın Inter takımından ciddi teklif almıştır. Inter’in neredeyse halı saha turnuvalarında gol kralı çocukları bile isteyen bir “takım” olması kimseyi aldatmasın. Çünkü İngiltere ve Almanya’dan da bazı takımlar Şaş’ı kadrosuna katmak için birbirleriyle yarışmaya başlamıştır. Artık özellikle Avrupa basınında objektifler ona çevrilmiştir. Ama o objektif olmayı bir türlü öğrenemeyen ve ünlü yazar Susana Tamaro’nun dediği gibi yüreğinin götürdüğü yere giden insandır. Herkesin peşinde koştuğu dönemde Galatasaray yönetiminin toplantı yaptığı odaya bir anda girer. Başkan Özhan Canaydın’ın elini öper ve boş mukaveleye imza atar. Transfer dedikoduları da son bulur. Zaten Fatih Terim, 2002’de Ritz Carlton Oteli’ndeki o güzel kravatını taktığı imza töreninde, “Hasan Şaş kalacak mı?” sorusuna, “Zaten o Adanalı. Bir yere gidemez” cevabını vererek, bir anlamda “Ne de olsa hemşerim. Zaten onu Galatasaray’a getiren de benim” demiştir. Şaş böylece Terim’e de veda borcunu ödemiştir.
Dünya Kupası’nın yıldızı, futbolseverlerin bir aylık bayramının ardından ligde beklenildiği gibi değildir. Fatih Terim ile girilen ve ikinci olarak tamamlanan 2002-03 sezonunda Hasan Şaş hakkında en çok akılda kalan iki şey vardır. Birincisi yine hakemlerle ilgilidir. Beşiktaş maçında net penaltılarını vermediğini düşündüğü Kuddusi Müftüoğlu’nun üzerine yürümesi. Ve 6-0 kaybedilen Fenerbahçe derbisinde korner atarken kafasına yediği yumurtaya sinirlenip, ağız dolusu küfürlerle topa vurmasıdır. 2003-04 de aynıdır. Zaten o sezon Galatasaray komple dökülmüş ve ligi altıncı sırada bitirmiştir.
2004-05’e bir önceki sezonun sonunda göreve gelen Gheorghe Hagi ile başlanır. Hagi, Hasan’ın eski takım arkadaşıdır. Bu dönemde Hasan Şaş saçını uzatmış hatta at kuyruğu yapmıştır. Ama o sezon da onun için kayıptır. 2005’te eski sağ bek Erik Gerets’in teknik adamlığa gelişi, sağ ayaklı sol kanat oyuncusunun çıkışını sağlar. O sezon 14 Mayıs 2006’da Fenerbahçe’nin Denizli’de takılmasıyla kazanılan şampiyonluğun sembollerindendir. Yeri gelmişken söyleyelim. Hasan Şaş’ın hayattaki en büyük isteği gerçekleşti o gün. Oğlu Yusuf Deniz, onu futbol oynarken izledi. 14 Mayıs 2006’da da Ali Sami Yen’in çimlerine bastı…
Galatasaray’ın üçüncü tamamladığı 2006-07’de de Hasan Şaş’tan beklenen iyi haberler gelmez. Nitekim bu sezon yaşananlar da herkesin malumu. Sağ bekti, ön liberoydu derken Kalli’nin dama taşı haline gelen Hasan Şaş, kendince “Ben artık piyon olmak istemiyorum” diyerek bizlere el sallamaya hazırlanıyor. Anlayacağınız saha içinde “dellenen” adam saha dışında uysal biri haline geldiği için şunu söyleyemiyor: “Kazanmak için her şeyi yapan, hakemle ve rakiple uğraşan Gattuso’ya, Filippo Inzaghi’ye, Eric Cantona’ya hatta kulübede oturamayıp benim Eser Hocam’ın saçını çeken Fabio Capello’ya hep övgü yağdırdınız. ‘İşte hırs bu’ dediniz. Bana neler dediniz peki? Aynayı yüzünüze tutmamı ister misiniz?”
Oğlunu televizyonda görünce bakamıyordun hem de hiç bakamıyordun Mediha Teyze. Sen de oğlun gibi heyecanlıydın; ne yaparsın işte. Gerçekleşirse bu ayrılık, oğlunu artık sadece uydudan izleyebilirsin zaten. Karataş’ta oğlunun adının verildiği bulvardaki o güzel evinizde uydu var; biliyorum. Ne olur “oğlunu gösterirken” sen açmamaya devam et o televizyonu. Oğlunun içindeki heyecanı el birliğiyle öldürdüler, bari sendekine el uzatmasınlar."


İsmail ANNIKIZIL
(FourFourTwo - Ocak 2008)

Hiç yorum yok: