"Ben atatürkçüyüm;
ben cumhuriyetçiyim. Ben lâikim. Ben, antiemperyalistim. Ben, tam bağımsız Türkiye'den yanayım. Ben, özgürlükçüyüm. Ben, insan hakları savunucusuyum. Ben, terörün karşısındayım. Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyle ise; vurun! Parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır...”
Bir pazar sabahıydı. 7 yaşındaydım. Antalya’da içinde bulunduğumuz Ocak ayına rağmen pek de soğuk bir hava yoktu. Ancak haber bültenleri başkentin kar altında olduğundan, hatta zemheri bir ayazdan bahsediyordu. Bir şeyden daha bahsediyorlardı. Bir aydının, ülkesi için vazgeçebileceği en değerli varlığı olan canını feda eden bir vatanseverin kaleminin kana bulandığıydı söz konusu olan. Zalimlerin evinin önünde pusu kurmuş olduğunu, bedeninin paramparça olduğunu, yaşamın kendisi kadar ucuz bir can pazarından sağ çıkamadığını söylüyordu çaresizlik içinde ulusal kanallar. Annem ve babam ağlıyordu. Nedenini bilemedim ben. Ankara’da bir akrabamız var mıydı? İlerleyen saatlerde ve günlerde Ankara’da toplanan insan selini gördüm. Uğurlar olsundu, hüzünlü bulutlar yoldaşı olsundu, ondan kalan keskin bir kalem ve parçaları toplanamayan kırık gözlük onun takipçilerinin rehberi olsundu. Bir kış sabahı sıcacık yatağından kalkarak bir daha giremeyeceğini bilmediği evinin kapısından çıkan bir adamdı o. Eşine ve çocuklarını uyandırmaya bile kıyamadı belki de. Akşam görürdü. Zamansız bir ölümün kontağına soktu anahtarını ve çevirdi. Etrafa saçılan şarapnel parçaları sadece onun değil tüm Türkiye’nin ciğerine saplanmıştı. Ben bilememiştim o zamanlar. Korkusuzların bir gün, korkakların da her gün öleceğini biliyordu o. Bu yüzden yüreğine katmadığı isimsiz korkular onu sadece bir kez öldürebildi o gün. Ne de olsa o da halktı ve nasıl olsa yeniden doğardı ölümlerden. Bembeyaz doğruları hâlâ yaşıyor ölümüne.
Utançtan başımızı önümüze eğeceğimiz bir 24 Ocak daha. Küçüktüm. Kimin öldürüldüğünü, neden öldürüldüğünü bilmiyordum. Evde matem havası hakimdi. Nedeni soramadım, korktum. Kötü haber Ankara’dan gelmişti. Mustafa Kemal’i yeniden kaybetmiş olabilir miydik? Cevapsız sorularımın ardından kendimi dedemlere emanet edilmiş halde buldum. Annem ve babamın istikameti Ankara’ydı. Arkalarından baktım sessizce ve iki kelime sebebini bilemeden birleşti yüreğimde: “Uğurlar Olsun!”
Yıllar geçti. Artık bazı şeylerin farkına daha rahat varıyor insan, yaşadığı dünyaya lanet okuyor. Kahramanları olduğumuz dünyada daima iyilerin yok edilişine, merhametsizliğe canı sıkılıyor insanın. Ülkemizin yetiştirdiği en aklıselim, en korkusuz, en saygı duyulası, en gerçek, en vatansever; kendisinden çok vatanını düşünen ve bu uğurda can veren gazetecinin şerefsizce katledilişinin 15.yıldönümü bugün. Verilen “şeref” sözleri ile, bir türlü yakalanamayan failler ile geçirilen koca bir 15 sene…
Soyadının hakkını yaşadığı müddetçe sonuna dek veren bir aydına borcunu bir türlü ödeyemeyen, onun uğruna savaş verdiği değerleri adeta onunla birlikte toprağa gömen bir toplum haline geldik. Doğrular uğruna mücadele etmekten korktuk. Bir başka deyişle her gün öldük.
Ölümü asla reklam ve reyting malzemesi yapılmadı. Büyütülmemeliydi çünkü. Kimse "Hepimiz Mumcu'yuz" dememişti mesela. Kimse ayakkabasının altında delik olup olmadığıyla ilgilenmemişti.
24 Ocak 1993’den bu yana ne değişti bizde, Türkiye’de? Unutturma çalışmalarının empoze edildiği günlerde bakalım bu sabah gazeteler bayilerdeki yerlerini aldığında kaçı “vurulanı” hatırlayacak, hatırlatacak? Kaç binler unutmadıkları uğruna sokaklara dökülecek?
Bir elin parmakları kadar kalsak da korkmadan öleceğiz, senin gibi!
Trump! Nasıl yani? (2)
-
Pazartesi günü, *Trump*’ın açık farkla (oy sayımı ilerledikçe açık farkla
olmadığını görüyoruz) kazanmasına yol açan dinamikleri tartışmıştım. Bugün *“Tru...
13 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder