5 Ocak 2008 Cumartesi

I Am Legend

Gündüzleri sorun yoktur...
Ama geceyle birlikte sokaklar karşı konulmaz bir
dürtüyle arzuladıkları o kıymetli sıvı için; kan için,
dünyadaki son insanın kaleyi andıran evine doğru
uluyarak, sürünerek, yalpalayarak yürüyen ölülerin
kemik beyazı bedenleriyle dolmaya başladığında çöker dehşet kentin üzerine...

Richard Matheson'un aynı adlı romanının beyaz perdeye aktarılmış olan üçüncü versiyonu hakkında, I Am Legend hakkında bir şeyler karalayacağım bugün.
Öyle bir gün geldiğini düşünün ki dünyada tek başınasınız. Muhabbet edebileceğiniz, derdinizi dökebileceğiniz ya da minimum iki insanın bir araya geldiğinde yapabileceği bilimum şeyi yapabileceğiniz kimse yoktur dünyada. Dedim ya tek başınasınızdır. Tabii tek başınıza olabildiğiniz kadar. Etrafta nefes alıp veren başka canlılar da vardır. Siz onları gündüz görememektesinizdir. Ancak varlıklarından haberdarsınızdır. Geceleri dışarı çıkmazsınız ve bunun kendinizi koruyacağını zannedersiniz. Yine de yaşam savaşı verir misiniz? Teslimiyet bayrağını göndere mi çekersiniz? O an ki psikolojiye bağlı ama zaten böyle bir şeyin olması romanlarda ve filmlerde makbuldür değil mi? Endişeye mahal yok öyleyse.
Amerika'da vizyona girdiği ilk 3 günde elde ettiği 76,5 milyon Dolar hasılat ile rekor gişe hasılatı yapan, ülkemizde ise 25 Ocak 2008'de vizyona girecek olan Ben Efsaneyim'i dün izleme fırsatı buldum ve son derece beğendim. Yalnız filmin elde ettiği bu rekor The Return of the King'i geride bıraktığı anlamına geliyor ki bu benim hiç hoşuma gitmedi. Neyse! "The last man on Earth is not alone" mottosu ile yola çıkan filmin konusu girişte anlattıklarımla hemen hemen aynı. Biraz daha açmak gerekirse... Bir gün bir televizyon programına katılan bir bilimadamı kansere çara bulduklarından bahsetmektedir. Buna göre geliştirdikleri bir virüsü 10000'e yakın kanserli hasta üzerinden denemişler ve deneklerin tümündeki kanserli hücreleri yok etmeyi başarmışlardır. Bu sahneden sonra geleceğe doğru 3 yıl sararız filmi. Geride bırakılan 3 yıl insanlık için büyük vurgun olmuştur. Üretilen virüs ters tepmiş ve dünya üzerindeki 6 milyar insanın 5,5 milyarı hayatlarını kaybetmiş. Kalan 500'ü ise mutasyona uğrayarak insan denmekten öteye gitmişlerdir. Şehirler harap olmuş, dünya üzerinde düzgün insan kalmamıştır. Bir kişi dışında: Robert Neville. Robert Neville Amerikan ordusunda çalışan bir subaydır. Büyük felaketten sağ ve sağlam kurtulan tek insandır. Yanında bir de kızından yadigâr köpeği Sam vardır. İkisi beraber hayatta kalabilmek için gündüzleri dışarı çıkar, hava kararmadan önce de adeta bir kaleyi andıran evlerine geri dönerler. Çünkü etrafta her türlü ışıktan çekinen ve karanlıkta tek arzuladıkları şey olan kanı edinebilmek için yapmayacakları şey olmayan başka varlıklar da vardır.
2006 yılında çekimlerine başlanan filmin yönetmenlik koltuğunda yer alan isim Constantine'in de yönetmenliğini yapan Francis Lawrence. İyi bir iş çıkarmış. Oyuncu kadrosuna baktığımızda ise bu tarz filmlerde oynamayı kendisine ilke edinmiş olan Will Smith'i Robert Neville rolünde görüyoruz. Bunun dışında önplana çıkan oyuncular arasında bir de başroldeki köpeğimiz Sam var. Kendisinin ilk oyunculuk denemesi olup gerçek adını bilmemekteyim. Ha unutmadan bir önceki filmi The Pursuit of Happyness'de kendi oğlunu oynatan Will Smith bu filmde de az da olsa kızına rol vererek hak geçmemesini sağlamıştır.
Genel kanı gerilim tarzı filmlerin pek tutmadığı yönündedir. Yine bir başka genel kanı insanlığın hayatta kalma ve kenetlenme mücadelesini anlatan filmlerin iyi sattığı üzerinedir. Her ikisi de istisnaların haricinde genelgeçerdir. Bu film de istisnaların başında gelir benim gözümde. Baştan sona heyecan içinde geçen bu filmin tek kötü yanı, kanımca, finalidir. Zaten kitaba sadık kalınarak yapılmamış bir finalmiş. Olsun böyle de kötü bir final olmuş.

2 yorum:

bilog dedi ki...

http://www.sabah.com.tr/haber,4A3CD8BBC3A8499DA2DA5C54C460DB1F.html

Anıl dedi ki...

Söz konusu entry'nin linkini de verseydin de daha açıklayıcı olsaydı :)