19 Eylül 2007 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)


"... Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: 'Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?' Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur.”
Bu sözlerle başlar Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnası. Her gün sokakta sessiz sedasız yanımızdan geçip giden milyonlarca insan ve o insanlar hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmayan biz... Tüm bunlara rağmen ne kadar kolay önyargılarımız ile o insanlarının kişiliklerini parçalamak. Aynı insanlarla başka bir ortamda, başka bir yerde, başka bir zamanda karşılaşsak haklarındaki fikirlerimiz çok daha farklı olabilecekken kendimizi üstün görme ve insanları “amaçsız” olarak nitelemek niye?
Biz dört bir yanımızdan gelip geçen tanımadığımız, hiçbir muhabbetimizin olmadığı insanlar üzerinde kesin hükümler verir ve oldukça rahat bir şekilde bu insanların yeryüzündeki gereksizliğinden bahsederken maalesef çuvaldızı kendimize batırma zahmetine kalkışmayız. İşte tam bu noktada Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnası söz alıyor ve insanlar hakkında kesin hükümlü herkese adeta şöyle sesleniyor: “Hey, yeter ama, sus artık. Benim ve diğer tüm insanların yaşamları hakkında bilip bilmeden ahkam kesmeyi bırak”...
Kürk Mantolu Madonna, Raif adlı bir Türk genci ile Maria Puder adlı bir Alman kadın arasındaki aşkı anlatan bir hikayedir. Öykünün anlatıcısı yukarıdaki kişisel iç muhasebesinin ardından kendi hakkında da biraz bilgi sunar. Ankara’da kendi halinde yaşayan ve kendini toplumdan dışlanmış hisseden bir tiptir. Arkadaşının vasıtasıyla girdiği bir işte tanışır hikayenin kahramanı Raif efendi ile. Raif efendi sessiz, gerekmedikçe konuşmayan ve insanlarla pek ilişkisi olmayan otuzlarının ortasında bir adamdır. Anlatıcı adamın böyle oluşunun nedeni içten içe merak eder ve yavaş yavaş Raif efendiye sokulmaya başlar. Raif efendi iş yerinde zamanında Almanya’da bulunduğu ve bu sayede Almancası iyi olduğu için bulunmaktadır ve şirketin tercüme işleri ile ilgilenir. Kimseye zararı olmadığı ve işlerini eksiz yerine getirdiği halde patronu tarafından sık sık azarlansa da bunlara hiç takılmaz, tepki vermez. Raif efendi belli aralıklarla hasta olduğu zaman işe gidemez ve böyle zamanlarda anlatıcı onun en yakını oluverir. Bu sayede ev halkından birisi gibi olmuş, hatta evdeki herkesden, eşi ve kızları dahil, daha yakın olmuştur. Kendisinin kızları ve eşiyle bile olan garip diyaloğu onu şaşırtmaktadır. Bir zaman gelmiştir ki Raif efendinin ayağa kalkması çok uzun sürmüştür. Hatta hastalık ilerlemiş Raif efendi genç yaşında ölüm döşeğine düşmüştür. Bu noktada anlatıcı Raif efendinin not defterine ulaşır ve artık hikayeyi Raif efendinin yazdıklarından öğreniriz.
Raif efendi Havran’da doğup büyümüş biridir. Çevresindeki herkesden uzaktır, çünkü bunun boş bir şey olduğunu düşünür. Yıllar geçip de yirmi dört yaşına geldiğinde babası cebine tren biletini ve bir miktar da para koyar. Almanya’ya gidecek ve orada sabun imalathanelerinde bu işin inceliklerini öğrenip, memleketine dönecek ve babasının sabun imalathanelerinde bu işi layıkıyla yürütecektir.
Berlin’e geldiğinde ilk işi kalacak bir yer ayarlamak olur ve gidip bir pansiyona yerleşir. İlk zamanlar işe başlayamaz. Durmadan Berlin’i gezer. Bir zaman sonra bu yabancı memlekette yeni olmasına rağmen birçok yeri bilir hale gelmiştir. Gündüzleri şehri geziyor, akşamlara da pansiyondaki odasına dönüp sabaha kadar kitap okuyordu. Bir süre sonra bu şekilde devam ettiği takdirde parasının yetmeyeceğini düşünüp bir fabrikada işe girer. Sosyal yaşamdan da kopmaz tabii. Bir hafta sonu kalkıp gittiği bir resim galerisinde gördüğü Kürk Mantolu Madonna adlı tabloya adeta vurulur. Öyle böyle bir vurulma değildir onunkisi. Her gün, her fırsat bulduğu vakit galeriye gelip aşk diye bir kelimenin varlığına ömrü boyunca inanmamış bu adam, deyim yerindeyse, “aşkı”nı izliyordu, saatler boyunca. Sonra öyle bir an gelir ki bir gece sokaktayken tabloda ki Kürk Mantolu Madonna karşısından geliverir. Utangaç ve bu yaşına kadar hiçbir insana sokulmamış olan bu adam Madonnası ile tanışır. Madonnası’nın adı Maria Puder’dir. Kendisi Berlin’in ünlü kabarelerinden biri olan Atlantik’de şarkıcılık yapmakta olan erkeksi bir kadındır ama çekicidir işte. Küçük yaşta babasız kalmış ve annesi ile birlikte yaşamaktadır. Hayatında hiçbir erkeğe güvenmemiş, hiçbiri dost olarak dahi sevememiştir. Yine böyle duygularla başlar Raif ile olan hikayesi ve özellikle dostluğu.

Bir Türkçe Üstadı “Sabahattin Ali”

Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 tarihinde Gümülcine’de doğdu ve 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırını geçmek isterken kılavuzu tarafından öldürüldü. İstanbul İlköğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra Yozgat’a geçip orada bir yıl öğretmenlik yaptı. 1928’de Milli Eğitim Bakanlığı’nca Almanya’ya gönderildi. Değirmen, Sırça Köşk, Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan gibi bilinmiş eserleriyle beraber belki de en arkada kalmış ancak en beğenilen eseri olan Kürk Mantolu Madonna’yı 1943 yılında bitirdi. Aslında o dönemde Hakikat Gazetesi yazarın kapısını çalar ve her gün parçalar halinde gazetede yayınlanmak üzere bir hikaye yazmasını ister. Ancak hikaye hiçbir şekilde siyasal ya da toplumsal içerikli olmayacak tamamen aşk teması altında işlenecekti. O zamanlar ciddi bir para sıkıntısı çeken Sabahattin Ali de bu teklifi kabul eder. Kitabı okurken yazarın Türkçe’yi kullanış şekline bir okurun hayran kalmaması mümkün değil. Özellikle istediğini anlatamayınca İngilizce ve Fransızca gibi dillerden çakma kelimeleri kullanmaması takdire şayandır. Sayfaları birbiri ardına çevirirken tasvirler arasında boğulmuyor, aksine her bir cümleyi olduğu yerden çıkarıp başucunuzdaki duvara yazmak istersiniz. Ama yazamazsınız, çünkü bilirsiniz ki o cümleler hikayenin kendisiyle güzel.

Anlamsız Hayata Katılan Anlam

“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır” Raif efendi için ve kendisi o kumarı kaybetmiştir. İkinci kez oynama gibi hakkı yoktur. Başa gelebilecek her şeyi dıştan kabullenmenin ve içten içe kadere isyan etmenin hikayesidir belki de Raif efendininki. Kendine kurduğu ve içine kimseyi katmadığı küçücük dünyasına hapsolmayı ve oradan çıkmamayı bir özgürlük olarak görmüştür kendince. Hayatını sadece bir not defteri üzerine kurmuş ve o defteri yüreği yapmış bir adamdır Raif efendi. O defter olmayınca nefes alamayacağını düşünür. Öyle ki ölüm döşeğinde öleceğini anladığı an defteri de yok etmek ister. Çünkü ölmesi demek yüreği olan defterin de durması, yok olması demek onun için. Aslında defteri dışında bir kez gerçek anlamda yaşamıştır ve bu yaşama fırsatını kaybedince böyle bir “yaşamak”ın daha kendisine kabil olmayacağını idrak etmiştir. Bu dünyadaki her şeyi, herkesi anlamsız görmüştür Raif efendi, hatta kendini bile. Bir kez aşık olmuştur. İnanmadığı aşkın, sevginin pençesine düşmüştür. Yalnız zamanla anlar ki bu aşk onun için içi iğne dolu bir balondan başka bir şey değildir.

Anlamsız Hayata Anlam Katan

Maria Puder, Kürk Mantolu Madonna tablosunda kendini resmeden ve bu sayede Raif efendinin gönlünde yer eden, aynı zamanda geceleri Atlantik adlı kabarede şarkıcılık yapan, hafif erkeksi ama bir o kadar da çekici bir kadındır. Dünyadaki tüm erkeklerden nefret eder. Bunun nedenini de şöyle açıklar: “Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii hakları imiş gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini farketmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kâfidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum."
Tüm bu söylediklerine rağmen gün geçtikçe Raif efendiye ısınıyor, onu birkaç gün görmeyince hastalanır. Hastaneye kaldırıldığında şehirde kendisiyle ilgilenebilecek bir tek Raif efendi vardır. Raif efendi gece hastaneye alınmamasına rağmen sabaha kadar dışarıda soğuktan titrer ama dönüp de gitmez bile. Maria Puder hastaneden çıktıktan sonra bile Raif efendi onun yanında ayrılmaz. Her gün kadının evine gidip ona yardım eder. Bir süre sonra kadın gerçek hislerini açıkladığı sırada Raif efendi Türkiye’den aldığı acı bir haber yüzünden memleketine dönmek zorunda kalır. Raif efendi ayrılmadan onu ne kadar sevdiğini şu sözlerle belirtir kadın: “Şimdi ben gidiyorum, fakat ne zaman çağırırsan gelirim. Nereye çağırırsan gelirim”.
Sabahattin Ali, Maria Puder karakterini yaratırken öyle tasvirler kullanmıştır ki kitabı okuyan bir erkeğin Maria Puder’e aşık olmaması ve kendi Maria Puderi’ni aramaya başlamaması imkan dahilinde değildir.

“Bunun Böyle Olmaması Lazımdı...”

Sabahattin Ali kitabı kaleme alırken 1940’lı yıllarda yaşanan aşka ve sevgiye dair söylenebilecek hemen hemen tüm sözleri söylemiştir. Okuyucuya da bu gerçeklikte sürüklenip gitmek kalıyor. Öyle ki hikayeyi okurken insan hayatı ve kendi yaşamını daha derinden inceleme fırsatı buluyor. Yine sayfaları çevirdikçe insanların aşk ve ölüm karşısında aldıkları aciz hâli görüp, insanların birbirleri ile olan ilişkilerinin aslında ne kadar basit tesadüfler sayesinde gerçekleştiğini seziyoruz. Kitaptaki karakterlerin hepsi de hayatta kendi başlarına, yalnız olarak yol almayı seçmiş bireylerdir. Kitap da bu kendi karakterleri gibi her yalnız yürüyüşün simgesini oluşturur. Eser elinde bulundurduğu olağanüstü gerçekçilikle okuyucuyu tekrar tekrar kendine kilitliyor, okuyucu da sıkılmadan arka arkaya okuyor. Her seferinde de “Bu sefer sonu farklı olsun be” serzenişleri ile kitabın sonuna doğru yolculuğa çıkıyor.

5 yorum:

Unknown dedi ki...

Sabahattin Ali'nin okuduğum bu eseri benim için ilkti.ama devamının geleceğine inanıyorum.çünkü yazar anlatımıyla beni kitabın içine sokmayı başardı.yaşayarak,yaşatarak öğreten yazarlardan.kürk mantolu madonna'da kendimi buldum.yaşadığımız hayatı anlamlandırabilir:)

Adsız dedi ki...

açılll karekterleri yani raif
in patronunu baldızını tanıtan şeyler yazar mısınız

Adsız dedi ki...

bu ne ya sadece kitaptaki karakterlerin isimlerini istiyorum çıkan şeylere bak doğru düzgün yazı yok aferin size.

Anıl dedi ki...

Sevgili Adsız,

kimseye kitaptaki karakterlerin adlarını vaat ettiğimi hatırlamıyorum.

KİB. Öptüm, bye!

pff dedi ki...

hani karakterler ?