29 Eylül 2007 Cumartesi

Mektup

Geçtiğimiz yıl Mario Levi'den aldığım "Yaratıcı Yazarlık" dersinde vize ödevi olarak bizden bir çalışma istemişti hocamız. Aslında çalışma iki aşamalıydı ancak ben şimdilik bu çalışmanın ilk safhasından bahsedeceğim. Konu gayet açıktı; bir mektup yazacaktık. Ancak mektubu başka birinin ağzından kendimize yazacaktık. Bu mektubu yazdıktan sonra ise bu mektuba bir de cevap yazacaktık. Yazdım da! Başka birinin ağzından kendime yazdığım mektup şöyle efendim. Uzundur biraz ama okumayabilirsiniz elbet tabii...

---------------------------------------------------------
Vakit gece yarısını epey geçti. Yatağa erken girmeyi plânlıyordum bu gece, ama son birkaç haftadır olduğu gibi bugün de beceremedim. Okuldan çıktıktan sonra arkadaşlarımın ısrarlarına dayanamayıp onlarla birlikte Yalı Kafe’ye gittim, sen bilmezsin, zaman öldürmek istiyorsan eğer o açıdan eşsiz bir yerdir. Artık kabak tadı vermeye başlayan klasik muhabbetlerimizi yaptık yine ve geçirdiğimiz birkaç saatin ardından hepsinden izin istedim, çok yorgundum ve bir an önce kendimi eve atmam gerekiyordu. Anlayışlı kızlardır. Kafeden dışarı çıktığımda karanlığın yavaştan şehrin üzerine çöktüğünü gördüm, saat epey geç olmalıydı. Evin bulunduğu sokağa geldiğimde bakkal Cengiz amcaya da uğrayıp akşam yemeği için birkaç şey aldım ve eve doğru devam ettim. Sokağa girdiğimde balkondan ev arkadaşlarım bakıyorlardı, bir an azar işitecekmişim gibi gelse de ilginç bir şekilde hoşgörülü davrandılar. Bunları sana neden anlatıyorum inan ki ben de bilmiyorum. Aradan geçen o kadar yıldan sonra, sana yazmak için kalemi ve kâğıdı elime aldığımda kelimelere dökmem gerekenler bir günümün nasıl geçtiği üzerine olmamalıydı belki. Evet, şu an vakit gece yarısını bir hayli geçti, hatta sabaha birkaç saat kalmış olmalı. Nedendir bilmiyorum son zamanlarda böyleyim işte. Sanki gece, güneşin doğuşunu tek başına beklemek istemiyormuş gibi yanına alıyor beni her gün. Saat 23:00 sularında duştan çıktıktan sonra evin içinde çıt çıkarmadan dolaşan bir kedi kadar sessiz bir şekilde attım yatağa kendimi. Gözlerimi yumdum ve uykuyu beklemeye başladım, gelmedi. Sağıma ve soluma dönerek yattığımda da uyku odama uğramadı, bundan önceki gecelerde olduğu gibi. Birden aklıma sen geldin, aslında uzun zamandır vardın ama belli belirsizdin, bir sabun köpüğü gibiydin misal, belirmesiyle kaybolması bir olan. Anladım ki annemin uzun sarı saçlarımı dakikalarca taradığı günler gibi aklımdasın. Aradan geçen bunca yıla rağmen neden bir anda yeniden dünyama girdin, açıkçası bunun cevabını arıyorum. Zamanında sana karşı yaptıklarımın cezasını mı ödüyorum, onu da bilmiyorum ama kesin olan bir şey var ki; kaç zamandır seni özlüyorum. Bu iki kelimeyi gün gelip de senin için söyleyeceğim ihtimal dahilinde bile değildi. Şu an hissettiklerim de aşk bâbında olmayabilir, ama ne önemi var ki zaten?
Evet, bu gece son derece beklenmedik oldu her şey. Yattığım yerden aniden kalktım. Anlamıştım; güneşin karşıdaki tepenin ardından yükselişini sabah serinliğinde yine izleyecektim. Pijamamın üzerine geceliğimi aldım, hava oldukça serindi, ve karanlık odamda pencerenin yanına sandalyemi çektim. Perdeyi araladığımda karanlık ve hafif puslu Ankara sokaklarında pazar yeri artıklarını süpüren birkaç çöpçü ve onlara sessizce eşlik eden bir kedi dışında hiçbir şey görmedim ama sokağa uzun süre bakmaya devam ettim. Dalmış gitmişim; çöpçülerin işlerini bir nebze olsun kolaylaştıran yağmurun yağmaya başladığını farketmeden. Sonbahar bas bas geldiğini haykırıyordu adeta. Belki de sadece hasretti bütün gece Ankara’ya yağan, kimbilir? Pencereye vuran hasret damlacıklarının şiddetini artırmasıyla silkelendiğimde sokak bomboştu, yanan gece lambalarının aydınlattığı bir otobüs durağına sığınmış iki köpek vardı, o kadar. O an, Haziran titreyişleri misali bir ürperti kapladı içimi. Sonrası malum, oturduğum sandalyeyi iki metre ötedeki masaya çektim. Kâğıt ve kalem sözleşmişçesine masanın üstündeydi. Yağmur oldukça şiddetli yağıyordu, ancak ben kâğıdı ve kalemi elime alınca aniden hafifledi. Sanki birkaç haftadır uykusuz geçirdiğim geceler ve az önce yağan yağmur amaçlarına ulaşmışlardı; gecenin bir yarısı bana seni hatırlatmışlardı tekrar ve geri çekilmişlerdi. Öyle ki; uzun zamandır yüzünü görmeyip, sesini dahi duymadığım sana bunları yazdıracak kadar.
Aradan tam olarak kaç ay geçti bilmiyorum. O gün yaşadığımız yol ayrımından sonra gün gelip de seni yeniden düşüneceğimi sanmazdım. Üzeri karalanmış lise sıralarında başlayan, aslında başlayıp başlamadığı bile kocaman bir soru işareti olan, arkadaşlığımız, arkadaşlık olarak kalsaydı belki seninle hâlâ görüşüyor olurduk, ancak senin için hissettiklerim yine böyle olur muydu, hiç sanmıyorum. Gözlerimizin ilk karşılaşması da yine böyle bir sonbahar günü olmuştu, hatta yazdıkça canlanan anılar yardımıma koşuyor ve sanki artık daha net hatırlıyorum; o gün de yağmur vardı Antalya’da ve ben cam kenarında dışarıyı izlerken sen yanıma gelip, dışarının soğuğu ellerine işlemiş olmasına rağmen; “Yağmuru çok severim, her gün de yağsa şikayet etmem. Hele bir de sonbahardaysan ve o sonbaharı da Antalya’da yaşıyorsan...” demiştin. Ben de sadece bakıp gülümsemekle yetinmiştim. Antalya sevgin de büyüktü, bir aralar benden daha çok sevdiğini düşünüp kıskanmıştım Antalya’yı. Evet, yüzüne karşı söyle(ye)mediklerimi kendime söylüyordum. Bana yaklaştığında gönül penceremi hep açık bırakıyordum ve oradan da sana karşı hep soğuk rüzgârlar esiyordu ve sen bunu hissetmene rağmen sesini dahi çıkarmıyordun. Beni acıtan hep bu olsa da her şeye rağmen benden kopmanı istemiyordum. O zamanlar sanki bir oyunun içindeymişim gibi hissediyordum; oyunda bir avcı vardı ve bir de kurban. Galiba avcı hep ben oluyordum.
Zamanı gelince sana fırsat da verdim. “Hiç şüphesiz ki dünyanın en güzel yeri olan Antalya”nın bunda payı büyüktü. Yalan söyleyemem, sık sık yaptığımız Kaleiçi yürüyüşlerimizde güneşin batışını izlerken bana anlattığın komutan Attalos’un hikâyesi hâlâ aklımda, Attalos’un “Bana dünyadaki cenneti bulun!” emrine askerlerinin Antalya’yı işaret ettiği de... Sana seni yazarken seni bir kez daha kıskandım Antalya’dan. Hani deniz feneri tüm gece kendisinin olan okyanusa aşıktır ya yalnız, tüm gece kendisinin olur tüm derya. Sesini çıkarmaz, çok mutludur çünkü. Sonra ay yerini yavaş yavaş güneşe bırakır. Okyanusu sarı bir ışık aydınlatmaktadır gün boyu. Dalgalar ve tüm mavilikler karanlık çökene kadar güneşindir artık. Deniz feneri aşkının gün ışığıyla dansını izler acı içinde, ama yine suskundur çünkü onun mutluluğu aynı zamanda kendi mutluluğudur. Akşam olup da güneş batınca artık sadece kendisi ve engin okyanus vardır. Sevdiğini aydınlatmak, onu mutlu etmek fırsatı artık yalnız onun elindedir. Bazen kıskanır ama yeri gelince sevgilerin en büyüğünü elinden geldiğince yansıtmaya çalışır. Benim kıskançlığım da böyleydi işte, ne eksik ne de fazla. Yanlış anlama, tesellim de var aslında; çünkü biz seninle kısa süren serüvenimizi “sevdaların başkenti”nde yaşadık.
Düşünüyorum da galiba ben değiştim, hem de çok. Kendimi ulaşılmaz hissederken bugünkü halime bakıyorum ve biliyorum ki bu eski ben değilim. Değişimden kastım olumlu değil. Bu değişimde senin de rolün var ama sen bunu bilmiyorsun, en azından bunları okuyana kadar bilemeyeceksin. Sen bana insanın sadece biyolojik değil, psikolojik olarak da gelişebileceğini öğrettin. Hata benim, geç öğrendim. O zamanlar çocuk oyuncağı gibi gelen bazı şeyleri hiçe sayarak savurdum ve artık ne kadar ulaşmaya çalışsam da ulaşamıyorum. Sana fazlasıyla acı çektirmiş de olabilirim. O zamanlar bunu isteyerek yapıyordum ve sen bunu bilmene rağmen her seferinde biraz daha inatçı oluyordun. Beni gerçekten sevenin sen olduğunu anlamam geç oldu. Okulun kapanmasına yakın olanlar ise her şeyin tuzu, biberiydi zaten. Her insanın bir dayanma sınırı vardı ve ben seninkini oldukça zorladığımı bilemedim. Bittikten sonra, bu kez ben izledim seni, ama hep gizli gizli... Konyaaltı’nda, ilkbaharın kaçak yağmurları ardında ellerin cebinde sahilde yürürken ıslanmaya aldırmadın bile. Seviyordun yağmuru, hele bir de Antalya’daysa. Yalnız bu kez hüznün tek taraflı değildi. Bilmiyorum, belki de hüzünlü olan bendim, kendimi inandırmaya çalıştığım bir durumdu sadece. Palmiye ağaçlarının yaprakları altından, deniz kenarında üşümemek için yalnızlığını örtünmüş gence bakıyordum. Sanki dalgalar seni, kumsal da beni anlatıyordu sana, biliyorum. Kumsala ulaşmak için savrulan dalga her çabasında sevgilisi kumsalın ellerine uzanıyor, fakat tutamadan geri çekiliyordu. O an bulutlar sanki sana ağlıyordu ve üzerime bıraktıkları her gözyaşı yüreğime saplanan oklardan farksızdı. O gün seni son görüşüm olmuştu, bu açıdan sana göre şanslıydım. Buna şans denirse tabii...
Aylar geçmişti ve eylül olduğunda Antalya’dan ayrıldığından haberim yoktu. Sonbaharı farklı bir yerde geçirecek olman beni şaşırtmıştı. Belki de Antalya’da sonbaharı sevmiyordun artık. Sonradan öğrendim ki eline geçen fırsatı iyi değerlendirmişsin ve okul için İstanbul’a yerleşmişsin. Hayalindeki iki kentten biriydi İstanbul, onu da hatırlıyorum. Hayallerini teker teker gerçekleştiriyordun, biri dışında. Benimle ilgili hayallerini yıktığım için şimdi çok üzgünüm.
Üç yıl mı oldu yoksa dört mü, tam olarak bilmiyorum. Tek bildiğim sevdaların başkentine veda edeli 2 yıl oluyor. Artık benim de ikâmetimde başka bir şehir var. Seni bıraktığım yerde değilim uzun zamandır. Giderken üzerime sadece ömrümün en büyük esareti olan hasretini aldım. Benim içimde Antalya kelimesi başlı başına seninle bütünleşmişti. İçinde senin olduğun bir şehir beni de rahatsız ediyordu artık. Ankara’dayım artık ben de, belki bir yerlerden kulağına çalınmıştır. Başlangıçta iyi oldu böylesi. En azından anılardan kaçmak için durmadan yol değiştirmek zorunda kalmayacağım. Kaleiçi’ndeki günbatımları, Konyaaltı sahili, körfez, Yat Limanı, Lara önce sensiz kaldı, sonra da ben terkettim umursamazca. Antalya’ya en son şehirlerarası bir otobüsten baktım. Başımı yasladığım otobüs camından koca şehire son bir bakış attım Kepez üstünden, gözyaşlarımın farkına daha sonra vardım.
Şimdi beni görsen bitik sesli bir kız bulursun karşında. Şaşırırsın. Adımlarım başka sokaklara götürüyor artık beni. Girdiğim her sokakta seni buluyorum, burada bile. Yeni farkına varabildim girdiğim her sokağın aslında bilinçaltım olduğunu. Öylesine yer etmişsin ki bende ve ben de öylesine yok saymışım ki her şeyi. Öyle bir hâl aldım ki sorma gitsin. Sabahları keyifsiz kalkıyorum mesela ve güneşten önce yokluğun giriyor odama ve açık penceremden içeri süzülen sensizliği nefes nefes içime çekiyorum her gün. Ardından yalnızlığın zehirli çiçeklerini suluyorum gözyaşlarımla ve yavaş yavaş yüreğimde tomurcuklanmaya başladıklarını hissediyorum. Hatırlar mısın bana söylediğin son sözü? “Sen benim için ‘hep beklenen’ ama aslında ‘hiç gelmeyecek olan’dın.” O zamanlar bana pek bir anlam ifade etmiyordu bu sözler. Balıkçının balık olmayan bir denizde boşa kürek sallaması gibi bir şeydi. Artık daha iyi anlıyorum, çünkü rollerimizin değiştiğini hissediyorum. Yolumuz kesişmez bir daha, onu da biliyorum. Ama ben yine de bekliyorum.

4 yorum:

gokciii dedi ki...

Çok güzel bir mektup olmuş gerçekten.Yazdığın cevabı da buraya koyarsın umarım,okumak isterim.

Anıl dedi ki...

Evet aklımda o da var. En kısa zamanda...

PERİLİ KÖŞK dedi ki...

mektupta bile Antalya sevgimiz kendini gösteriyor bakıyorum...:)

Anıl dedi ki...

Öyle mi olmuş, farkında değilim :)