"Şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk, sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz" şarkısını mırıldanarak başladık biz okullu olmaya. Bebeklik çağımız sona ermiş, adam olma yolundaki ilk adımı gideceğimiz okulun bahçesine atmıştık. İlkokula başlayacaktık ya dünyanın en büyük insanı oluvermiştik bir anda. Dünyayı biz yaratmıştık ve etraftakiler biz ne dersek onu yapmak mecburiyetindeydi.
Aslında benim okulla ve öğretmenlerle tanışmam öyle pek hoş başlamadı. Başlangıçta ne kadar hevesli de olsam anaokulunu ocak ayında terk ettim. O sabahı da unutamam. Erkenden kalkmış cicilerimi ve bicilerimi giymiş, hevesle okula başlamak için ebeveynlerimin ellerini tutup yola çıkmıştım. Yalnız çıkış o çıkış. Sokağa ayak basar basmaz yan çizmiş, ağlamaya ve hatta sızlanmaya başlamıştım. Belli bir süre beni anaokuluna götüren annemin benimle birlikte sınıfta kalması için yalvardığımı hatırlarım. Kadıncağız kalamazdı elbette gün boyunca orada. Beni avutmak için koridorun köşesinde beklermiş gibi davranıp, sınıfın kapısı kapanır kapanmaz evin yolunu tutarmış. Arada sırada dedem de uygulamak zorunda kalıyordu aynı plânı. Zaten daha önce de dediğim gibi çok fazla durmuyorum o anaokulunda, duramıyorum. Kaçış yok tabii, ilkokulun yolları bekler beni...
Ertesi sene ilkokula başlama zamanı geldiğinde biraz daha rahattım. En azından 6-7 ay daha fazla büyüktüm. Hem galiba anaokulundayken sorun bende değildi, çocukluklarından kurtulamayanlardaydı(swh). Benim zamanımda şimdiki gibi çocukların alışmasını sağlamak amacıyla okullar bir hafta erken de başlatılmıyordu. Eli mahkum gitmek zorundaydık öyle ya da böyle. Hızlı da başlamıştım okula. Hızlı derken derslerden bahsetmiyorum. Buradaki "hızlı"nın anlamı "fırlamalıkla" muadil. Daha okulun ilk gününde tanımadığım kızların üzerine atladığımı bilirim. Hımm. Sanırım bundan bahsetmesem daha iyi olurdu (Çocuktum ama, masumdum).
Sonra her sabah andımızla başlardık. Bazen benim de okuttuğum olurdu, güzel olurdu. Pazartesi sabahları tatilin etkisinden İstiklâl Marşımız kurtarırdı bizi. Yine cuma öğleden sonraları tatil zilini de o çalardı. O anlarda adeta bir yarışmanın içindeymişçesine olanca sesimizle yüklenirdik mısralara; "KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK..."! Sanki sesi en çok çıkana promosyon olarak bir gün fazladan tatil verilecekmiş gibi...
Sabahları yataktan kalkmak güzel gelirdi o zamanlarda. Şimdiki gibi değildi yani. Annemin hazırladığı kahvaltıyı iştahsız bir şekilde yarım yamalak
mideye indirdikten sonra, yine annemin hazırladığı beslenme çantam ile okula giderdim. O çantada suluğundan, ne kadar nefret etsem de, haşlanmış yumurtasına kadar olurdu. Bir de Yerli Malı Haftalarımız olurdu ki iple çekerdim. Sınıf ortadan kalkar bir anda piknik yapar halde bulurduk kendimizi. Hoştu tabii!
Derslere gelince... Bir Hayat Bilgisi vardı ki hâlâ onun üzerinde çalışmalara devam ediyoruz. Ömrümüz yettiğince de devam edecek gibi görünüyor. Hayatımı karartan, başımın belası matematikle de tanışıklığımız o yıllara dayanır. Fiyakalı ismi "abaküs" olan sayı boncuklarımız vardı ki sayesinde sayı saymayı öğrendik, sağ olsun o da. Bir hata yaptığımızda genelde elimizde patlayan ince öğretmen sopalarıyla tanışmamıza vesile olmuşluğu da vardır kendisinin. Yine sayabilmemize yardımcı olan plâstik fasulyelerimiz, krakerleri andıran ince ve uzun çubuklarımız da vardı bizim. Defterlere ve kalemlere de sahiptik. Onlarla yazılar yazar, çizer, oynardık. Haftada bir öğretmenimiz, güzel yazıp yazmadığımızı görmek için kontrol ederdi hep. Hâlâ düzeltemedim doktor yazımı.
Müzik dersinde ise tohumları fidanlara, fidanları ağaçlara döndürmekten ve elimizde baltalarla ormana gitmekten başka bir şey yaptımızı hatırlamıyorum.
Sonra fiş defterleri tutardık. Ali'yi ata baktırır, Işık'a ılık süt içirir, Ömer'e de mısır yedirirdik o defterlerde. Tasası da bize düşerdi.
Resim dersim hep "pekiyi"ydi. Daima ağaçlar, sivri uçlu dağlar ve çöpten adamlar çizerdim. Çöp adam dedim de nasıl unuturum. Hayatımızın belki de ilk kahramanıyla tanışmamız da aynı döneme rastlar. İstisnasız herkesin arkadaşlığını tereddüt etmeden kabul etmiştir o. Zaman zaman tatile giden, canı istediğinde atına binen, ödevini yarına bırakmayarak hepimize örnek olan, vücudu gibi tek boyutlu yaşayan Cin Ali'ydi o. Bir de topacı vardı. Efendi olmasına efendiydi de, lâkin efendiliğin birilerine battığı ülkemde "çağa" ayak uyduramadığı gerekçesiyle müfredattan kaldırdılar Cin Alimiz'i.
Velhasıl günümüzde okula başlayan çocukları gördükçe hüzünleniyorum. Kendim için değil elbette. O ufaklıklar için. Ben "ufaklıkken" yaşadığım heyecanın aynısını yaşıyorlar mı? Sanmıyorum! İleride neler anlatabilirler? Bilmiyorum! O çocuklar bilmiyorlar, belki bilseler de anlamsız bulacaklar ama bizim abaküsümüz, Yerli Malı Haftamız, divitlerimiz, masmavi önlüklerimiz ve rengârenk fasulyelerimiz vardı. Bir de Cin Alimiz... Velhasılı kelam çok mutluyduk biz onlarla...
2 yorum:
Çok hoş,okuyunca kendi ilkokul günlerimi düşündüm de abaküsler,renkli fasulyeler,fişler...Güzeldi şöyle düşününce. Ama sizin (çocuktum ama,masumdum) cümleniz çok hoş :)
Konuyla pek alakası yok da ,efendim ben mimledim sizi:)
Sevgiler
Hoş olan beğenmiş olmanız. Buna sevindim. Bir de mimlemişsiniz. Ne iyi etmişsiniz :)
Yorum Gönder