30 Eylül 2007 Pazar

Mektuba Cevap

Birkaç yazı önce yazdığım "Mektup" başlıklı yazının ikinci safhasıdır bu! Haydi bakalım...

--------------------------------------

Sevgili eski sevgili;

Mektubun elime geçti ve beni oldukça şaşırttı. İlk zamanlar olsa bu yaptığına acayip içerler, bir güzel sinirlenir ve belki de gönderdiğin mektuba cevap olarak seni bulup bir şekilde yaptıklarına seni pişman ederdim. Lâkin bunların hiçbirini yapmayacağım. Pek bir beklenti içinde olmasan da yazdığın mektuba verilmiş bir cevap olduğunu görünce heyecanlanmış olmalısın. Tabii ilk cümlelerimle bunu yaptığına pişman bile etmiş olabilirim seni, tabii pişmalık nedir öğrenebildiysen. Gurur dolu bir cevap olmayacak bu ya da tamamen nefret ürünü bir mektup. Yıllar beni son derece değiştirdi, senin bile tahmin edemeyeceğin kadar yani. Aslına bakarsan seni ilk gördüğüm yerde sıkıca bir kucaklamayı dahi düşünmedim değil. Bunun nedeni, deyim yerindeyse, mutasyonumu tamamlamamı sağlamış olman, beni daha kozmopolit hale getirebilmiş olman. İlk zamanlar körü körüne bir kin beslerken, artık olaylara farklı açılardan bakmayı yaşadıklarım sayesinde öğrendiğim için müteşekkirim sana. Mesela en önemli fark ne mi artık bende? “Aşk” kelimesinin üç harfli kısa bir kelime olmasına inat, büyüttüm kavramı kendi içimde. Aşkın sadece kız ve erkeğin birbirine bağlanması olmadığını anladım mesela. Örneğin bir kuşa, bir futbol takımına, bir filme, bir şarkıya ya da ne bileyim senin yazdığın gibi bir şehire mesela.
Ayrılığın uzun ve zorlu yolunda gölgesine sığınacağım ve rahatça ağlayabileceğim bir ağaç aradım mesela. O ağacın dalına tutunurken sıkı sıkıya, Leonard Cohen’den “Dance Me to the End of Love”dın sen benim için en basitinden. Yani merak etmeyecektin sen, çünkü çoktan unuturdum ben seni de şu şarkılar olmayacaktı işte.
Dallardan biri de “Eternal Sunshine of The Spotless Mind” oluyordu sonra. Ben Jim Carrey oluyordum, sen ise Kate Winslett. Farkına vardım ki Kate Winslet olamazmışsın sen. Bazen de batan güneşi izliyordum ağacın altında ve iki renk görüyordum tepenin arkasında: sarı ve kırmızı. En sıkıştığım, en bunaldığım anlarda Galatasaray’ı örtünüyordum üzerime. İyi de geliyordu. Beni hiçbir zaman terketmeyen ve terketmeyecek de olan tek aşkım olduğunu bir kez daha anlıyordum. Karşılık gözetmiyordu onun aşkı hem de.
İstanbul Boğazı’nı boğaz yapan martılara takılıyordu gözüm ara sıra. Gece gündüz demeden aşkları olan denize ne kadar da sıkı bağlandıklarını gözlüyordum. Martıların aşkına kavuşması için elimdeki simitten bir parça koparıp denize atıyordum. Parçaları almak için denize her dalışlarında ben de mutlu oluyordum onlarla. Sevap işliyordum kendimce, mantıklı bulduğum ibadeti gerçekleştiriyordum. Sonra düşündüm. Gitmiştin sen ve yoktun yanımda. Neye yarardı ki artık hatıralar? Avunacak şeyler gerekiyor insanlara. Daha sonra anlamsız hayatıma anlam katacak kişinin yine kendim olduğunu öğrendim. Umursanmamayı umursamamayı öğrendim.
Sonrası malum, bahsettiğin ve çok güzel bir şekilde isimlendirdiğin Antalyam’ı, yani Sevdaların Başkenti’ni, terketme zamanıydı. Yalnız bundan sonra her şeyi buna bağlayacağım. Aslında beni hayata yeniden bağlayanın ne bir film, ne bir şarkı ne de martılar olduğunu anladım Antalya’dan sonra. Ayrılırken Antalya benim için belki Kepez üstünden dökülen birkaç damla gözyaşıydı. İnsanın böylesine sevdiği bir yerden böylesine acı hatıralarla ayrılması ne kadar kötüydü bilemezsin. “Bu şehirden gitmiyordum”, sadece “gidiyordum bu şehirden”. Çünkü her ne kadar iki cümle arasındaki fark çok küçük de olsa işte o aradaki fark nice zahmeti anlatıyordu, nice gözyaşını belki de, ayrılıkları, ve hatta yaşanamayanları, binlerce lanet edişi o şehre, kaldırımların yalnızlığını anlatıyordu bana. Pozitif baktığımda ise yepyeni bir başlangıcın umudunu ya da en derin acılarla birlikte bırakılan güzellikleri anlatıyordu. Aslında anlayana anlatıyordu. Esas anlaması gereken hiç duymayacak olsa bile belki. Fakat aradan zaman geçtikçe ve hayatımın önümdeki birkaç yılını geçireceğim yeni kentime baktıkça, içimdeki Antalya ve İstanbul’u biraz olsun bize benzettim, bize göre yorumladım. Bu beni zaman zaman yaralıyor ama çoğu zaman mutlu kılıyor.
Antalya… Doğduğum, büyüdüğüm, gençliğimin ilk yıllarını eskittiğim şehrim, memleketim. Hayata serpildikten sonra akşamları Kaleiçi’nde arkadaşlarla parasızlık yüzünden dalgakıranlarda demlendiğim, sonra oradan çıkıp barların ve diskoların duvarlarına kulaklarımı dayadığım, dönen başımıza ve bulanan midemize inat Konyaaltı’na kumsala indiğim ve hatta o güzelim Akdeniz’i gecenin bir yarısı işeyerek kirlettiğim, güneş doğana kadar kimsesiz şezlonglarda yattığım ve annemi merak ettirdiğim, ve nasıl doğmamı, büyümemi izlemişse günü gelince son nefesime de tanıklık edecek olan şehr-i Antalyam. Kaçındıkça içine düşülen ama ne yaparsan yap kopulamayan kentimdir orası benim, bir zamanlar senin için düşündüğüm gibi. İnsana “özlem” kelimesinin ne anlama geldiğini bir anda öğretiveren şehirdir. Turkuazın en güzel halidir bir de, özlemi sıcağından daha fazla yakan.
İlk zamanlar sen olurdun Antalya. Ona olan sevgim gibiydi sana olan sevgim de işte. Üstüne koklanan onca güle rağmen burundaki kokusu hâlâ kendine özgü olan, özlenen, ve hatta beklenendi. Sılada Antalya için ne düşünüyorsam, ayrılık kapıyı çaldığında sen aynısıydın. O güzel günler gelip geçtiğinde, ardından ağlamadım, “kal” demeni de beklemedim değil hani. Her kelimesi avuntu kokan cümlelerim de hazırdı senin için. Uzaktaki yakınların yeriydi Antalya ben başka diyarlardayken, aynı zamanda yakında uzaklardan varacağım şehirdi hep. Sana da uzaklardan varacağımı düşünürdüm. Evet, sadece düşünürdüm.
Beylerbeyi’nde, Boğaz’a karşı oturup karşımdaki koca gri kenti izlerken, hayal ederdim hep o an bir el dokunsa omzuma diye. Ben de dönüp bakmadan kimin geldiğini anlasam. Yüzümde bir gülümseme, gözlerimde bir damla yaş ile ömrüme ömür katsam İstanbul’un önünde. Gelen Antalya olsa, yani sen olsan. Bir gün elbet bana yeniden evlenme teklif etmesini beklediğim eski sevgilim, ilk aşkım gelmiş olsa, o beklenen gün için gelmiş olsa. Bu kez reddetmesem ve omzumdaki elini göğsüme götürüp “evet” diye yanıtlasam. Sıkı sıkı sarılsam. O teklif gelmeyecekti ve ben de beklenmedik şehre ve insanlara bırakacaktım kendimi. İlk başta boş ve anlamsız gelen İstanbul doldurabilecek miydi tüm bunların yerini? Antalya gibi bir bağ kurabilecek miydim onunla senin aranda? Ya da bunu istiyor muydum gerçekten? Zira bunun yanıtını bulmak için çok fazla beklemeyecektim.
İstanbul’a ilk geldiğim gün ellerimde valizlerle kendimi garip hissediyordum. Hep filmlerde görmüştüm bu hale düşenleri. Gerçekmiş meğer. Bu koca şehirle göz göze geldiğimiz ilk an uyuşamayacağımızı anlamıştım. Her şeyin ilacı olan zamanın bu uyuşmazlığı düzeltemeyeceğini kim söyleyebilirdi ki? Düzeltti de zaten.
Küçüklüğümde İstanbul “çınarlı, kubbeli mavi bir liman”dı benim için ve kimse beni o limana çıkaramazdı. Fakat büyük konuşmamak gerekirmiş. Çıktık o limana. Alışma devresinin ardından istesem de istemesem de alışmam gereken bu kente çok da zor alıştığım söylenemezdi. Bir kere, ikinci bir aşıklar kenti bulmuştum kendime. Yalnız bu defa biraz farklıydı. Tek kişilik aşk yaşanırdı İstanbul’la İstanbul’da. Asla bir ikincisi olmazdı yani. Bu dev şehir benim için binlerce koca eskitmiş, yosma ama nasıl oluyorsa her sabah bakire olarak uyanan bir kadındı. Çirkin ve kirliydi. Dokunmak dahi istemezsin ya, aynen öyleydi işte. Yalnız gece olup da güzel bir elbise giyince üzerine ve bir de makyaj yaparsa, içinden geçen şeylere yenik düşersin bir anda. Unutuverirsin diğer düşünceleri. İstanbul’un olursun, her şeyinle. Sabah kalkarsın ve bu kez üzerinde bir pişmanlık duygusu olur. Dün gece yaptığına yanarsın. Kara bir gece kalır sadece geriye. Yalnız akşam şehir seni nasıl tavlayacağını gerçekten iyi bilir. Sen de kanıverirsin bu geçici güzelliğe.
Seni düşünürken bazen dolunaylı bir gece yarısı köprünün altından ilerleyen bir gemi ile Beykoz’a ulaşıyordum. Hoştu mesela bu. İstemesem de istemesen de birlikte oluyorduk. Garip. Bazen de takıyordum seni koluma ve akşam “bütün meyhanelerini dolaşıyorduk İstanbul’un”. Üsküdar’dan Beşiktaş’a gidecek olan vapurda ince belliden bir çay alıyordum; bir sana bir de bana. Senin çayın ya soğuyordu kendi kendine ya da öylesine bıraktığım masada martıların içini ısıtmakla meşgul oluyordu, kalan simit susamları rüzgarla denize savrulurken. Böyle günlerde mesela tek bir martının siyah beyaz bir fotoğrafı oluyordu İstanbul gözümde.
Günler, aylar, yıllar geçip de İstanbul’a alıştığımda ise ağzıma sıçacağını bile bile beraber olduğum tek kadın oluveriyor İstanbul, istesem de terkedemiyorum. Bir bakıma bu dünyadaki görüp görebileceğim en keyifli hapis cezası oluveriyor. Müebbet verseler üzülür müyüm? Böyle bir kadınla beraber olacağımı bilsem de üzülmem herhalde. Kadınlara bakış açımı değiştiren, seni bile sevdiren bu cezaevinden firar edemem sanırım. Gün gelir sen de tanık olursun tüm bunlara. Sonra bu mektubu tekrar eline alırsın. Ağlarsın, ağlarsın, ağlarsın. Kelimeler biter, sözler kifayetsiz kalır, kalemin düşer, bir damla gözyaşı mektubunun pulu olur. Bu hikaye de bu şekilde son bulur.

Uzak

21 yıllık bir ara gerekti Türk sinemasından çıkacak bir filmin Avrupa'nın önemli film festivallerinden birinden ödülle dönmesi için. Yılmaz Güney'in Yol'u 1982'de Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye dahil üç ödülle dönünce Türk sinemasının yıldızı bir anda parlamıştı. Ancak o tarihten sonra kaydadeğer pek bir şey görülmedi sinemamızda. Kendi içimizde yaptığımız film festivallerinde alınan ödüller kendimizi tatmin etmekten başka bir işe de yaramıyordu doğru. O yıllar 23 yaşında bir genç olan Çanakkaleli çocuk Boğaziçi Üniversitesi'nde elektrik elektronik mühendisliği okuyordu. O zamanlar fotoğraf çekmekten başka büyük hobisi olmayan bu genç, Yılmaz Güney Altan Palmiye'yi kucaklarken neler düşünmüştür acaba?
Geçen yıllar bu gencin serpilmesini sağlar. Nuri Bilge Ceylan okuduğu bölümün aksine kendisi yolunu fotoğrafçılık ve sinema üzerine kurar. Yönetmenlik koltuğuna ilk kez Kasaba filmi ile oturur. Bu filmin yarattığı yankının ardından iki yıl sonra (1999) da Mayıs Sıkıntısı ile karşımıza çıkar Nuri Bilge Ceylan. Bu iki filmin yarattığı atmosfer ve köy yaşantısının saflığı izleyiciyi büyülemeyi başarmıştır. Ardından o büyük yapım gelir 2002 yılında. Ceylan, Uzak isimli filmini yapar ve olanlar olur. Önce yurtiçinde aldığı çok sayıda ödülle adından oldukça söz ettirir bu film. O zamana kadar Nuri Bilge Ceylan ismini duymayanlar bir anda merak ederler bu ismi. Film Altın Portakal'dan en iyi film dahil 4 ödülle döner. Ayrıca San Sebastian Film Festivali ve Chicago Film Festivali'nden de boş dönmez. Sonra sıra Cannes Film Festivali'ne gelir. Başta da dedim ya, tam 21 yıl aradan sonra bir Türk filmi Cannes'da Altın Palmiye için yarışacaktır. Film bu festivalde en iyi film ödülünü kucaklayamaz ancak En İyi Aktör, Jüri Büyük Ödülü ve Fransa Kültür Ödülü'nün sahibi olmayı başarır.
Peki ne anlatır Nuri Bilge Ceylan bu filmde? Mahmut İstanbul'da yaşayan orta yaşlı ve başarılı bir fotoğrafçıdır. Eşi kendini terk ettikten sonra tek başına yaşadığı evinde bunalım yaşamaktadır. Bir bakıma parası zenginliğini örtememiştir. Doğu'da bir köyde yaşayan kuzeni Yusuf ise köyde çalıştığı fabrikanın kapanmasından ötürü işsiz kalmıştır. Üstelik annesi de hastadır ve ona bakmak zorundadır. Köyüyle vedalaşmasının ardından karda kışta düşer İstanbul yollarına. Küçüklüğünden beri İstanbul hep uzak görünmüştür gözüne. Ancak gitmekten başka çaresi de yoktur. İstanbul'a geldiğinde başını sokacak bir haneye ihtiyacı vardır ve bu doğrultuda kuzeni Mahmut'un evine gitmeyi düşünür. Mahmut ilk başlarda Yusuf'u çok iyi karşılar ve evini kendisine açmak konusundan hiç tereddüt etmez. Çünkü Yusuf kendisine iş bulana kadar kalacağını söylemiştir. Lâkin geçen zaman durumu her ikisi için de farklı kılar. Yusuf iş bulmak için dışarı her çıkışında eve eli boş döner ve oldukça vurdumduymaz tavırlar sergilemeye başlar. Bir süre sonra İstanbul'un cazibesine kapılır ve bir de aşık olur. Evden dışarıya her adım atışında ya İstanbul'u geziyor ya da aşık olduğu kızı gizli gizli takip ediyordur. Bu duruma iyiden iyiye canı sıkılmaya başlayan Mahmut'un ise artık dayanmaya takati kalmamıştır. Film ilerledikçe anlarız ki "uzak" olan Yusuf'un uzun yolculuğu değil, insanların birbirleriyle olan ilişkileridir.
Filmin geçtiği mekan Nuri Bilge Ceylan'ın İstanbul'daki evidir. Ayrıca birkaç sahnede gördüğümüz araba da Ceylan'ın kendi arabasıdır. Uzak'ta Mahmut'u canlandıran Muzaffer Özdemir yönetmenin çok yakın arkadaşıdır. Ayrıca Yusuf karakterine hayat veren Mehmet Emin Toprak ise Ceylan'ın gerçek hayatta kuzenidir ve 2 Aralık 2002'de Çanakkale'de geçirdiği trafik kazası sonucunda 28 yaşında iken hayata veda etmiştir.

Jigsaw, Ölmedin mi Sen Daha?

29 Eylül 2007 Cumartesi

Mektup

Geçtiğimiz yıl Mario Levi'den aldığım "Yaratıcı Yazarlık" dersinde vize ödevi olarak bizden bir çalışma istemişti hocamız. Aslında çalışma iki aşamalıydı ancak ben şimdilik bu çalışmanın ilk safhasından bahsedeceğim. Konu gayet açıktı; bir mektup yazacaktık. Ancak mektubu başka birinin ağzından kendimize yazacaktık. Bu mektubu yazdıktan sonra ise bu mektuba bir de cevap yazacaktık. Yazdım da! Başka birinin ağzından kendime yazdığım mektup şöyle efendim. Uzundur biraz ama okumayabilirsiniz elbet tabii...

---------------------------------------------------------
Vakit gece yarısını epey geçti. Yatağa erken girmeyi plânlıyordum bu gece, ama son birkaç haftadır olduğu gibi bugün de beceremedim. Okuldan çıktıktan sonra arkadaşlarımın ısrarlarına dayanamayıp onlarla birlikte Yalı Kafe’ye gittim, sen bilmezsin, zaman öldürmek istiyorsan eğer o açıdan eşsiz bir yerdir. Artık kabak tadı vermeye başlayan klasik muhabbetlerimizi yaptık yine ve geçirdiğimiz birkaç saatin ardından hepsinden izin istedim, çok yorgundum ve bir an önce kendimi eve atmam gerekiyordu. Anlayışlı kızlardır. Kafeden dışarı çıktığımda karanlığın yavaştan şehrin üzerine çöktüğünü gördüm, saat epey geç olmalıydı. Evin bulunduğu sokağa geldiğimde bakkal Cengiz amcaya da uğrayıp akşam yemeği için birkaç şey aldım ve eve doğru devam ettim. Sokağa girdiğimde balkondan ev arkadaşlarım bakıyorlardı, bir an azar işitecekmişim gibi gelse de ilginç bir şekilde hoşgörülü davrandılar. Bunları sana neden anlatıyorum inan ki ben de bilmiyorum. Aradan geçen o kadar yıldan sonra, sana yazmak için kalemi ve kâğıdı elime aldığımda kelimelere dökmem gerekenler bir günümün nasıl geçtiği üzerine olmamalıydı belki. Evet, şu an vakit gece yarısını bir hayli geçti, hatta sabaha birkaç saat kalmış olmalı. Nedendir bilmiyorum son zamanlarda böyleyim işte. Sanki gece, güneşin doğuşunu tek başına beklemek istemiyormuş gibi yanına alıyor beni her gün. Saat 23:00 sularında duştan çıktıktan sonra evin içinde çıt çıkarmadan dolaşan bir kedi kadar sessiz bir şekilde attım yatağa kendimi. Gözlerimi yumdum ve uykuyu beklemeye başladım, gelmedi. Sağıma ve soluma dönerek yattığımda da uyku odama uğramadı, bundan önceki gecelerde olduğu gibi. Birden aklıma sen geldin, aslında uzun zamandır vardın ama belli belirsizdin, bir sabun köpüğü gibiydin misal, belirmesiyle kaybolması bir olan. Anladım ki annemin uzun sarı saçlarımı dakikalarca taradığı günler gibi aklımdasın. Aradan geçen bunca yıla rağmen neden bir anda yeniden dünyama girdin, açıkçası bunun cevabını arıyorum. Zamanında sana karşı yaptıklarımın cezasını mı ödüyorum, onu da bilmiyorum ama kesin olan bir şey var ki; kaç zamandır seni özlüyorum. Bu iki kelimeyi gün gelip de senin için söyleyeceğim ihtimal dahilinde bile değildi. Şu an hissettiklerim de aşk bâbında olmayabilir, ama ne önemi var ki zaten?
Evet, bu gece son derece beklenmedik oldu her şey. Yattığım yerden aniden kalktım. Anlamıştım; güneşin karşıdaki tepenin ardından yükselişini sabah serinliğinde yine izleyecektim. Pijamamın üzerine geceliğimi aldım, hava oldukça serindi, ve karanlık odamda pencerenin yanına sandalyemi çektim. Perdeyi araladığımda karanlık ve hafif puslu Ankara sokaklarında pazar yeri artıklarını süpüren birkaç çöpçü ve onlara sessizce eşlik eden bir kedi dışında hiçbir şey görmedim ama sokağa uzun süre bakmaya devam ettim. Dalmış gitmişim; çöpçülerin işlerini bir nebze olsun kolaylaştıran yağmurun yağmaya başladığını farketmeden. Sonbahar bas bas geldiğini haykırıyordu adeta. Belki de sadece hasretti bütün gece Ankara’ya yağan, kimbilir? Pencereye vuran hasret damlacıklarının şiddetini artırmasıyla silkelendiğimde sokak bomboştu, yanan gece lambalarının aydınlattığı bir otobüs durağına sığınmış iki köpek vardı, o kadar. O an, Haziran titreyişleri misali bir ürperti kapladı içimi. Sonrası malum, oturduğum sandalyeyi iki metre ötedeki masaya çektim. Kâğıt ve kalem sözleşmişçesine masanın üstündeydi. Yağmur oldukça şiddetli yağıyordu, ancak ben kâğıdı ve kalemi elime alınca aniden hafifledi. Sanki birkaç haftadır uykusuz geçirdiğim geceler ve az önce yağan yağmur amaçlarına ulaşmışlardı; gecenin bir yarısı bana seni hatırlatmışlardı tekrar ve geri çekilmişlerdi. Öyle ki; uzun zamandır yüzünü görmeyip, sesini dahi duymadığım sana bunları yazdıracak kadar.
Aradan tam olarak kaç ay geçti bilmiyorum. O gün yaşadığımız yol ayrımından sonra gün gelip de seni yeniden düşüneceğimi sanmazdım. Üzeri karalanmış lise sıralarında başlayan, aslında başlayıp başlamadığı bile kocaman bir soru işareti olan, arkadaşlığımız, arkadaşlık olarak kalsaydı belki seninle hâlâ görüşüyor olurduk, ancak senin için hissettiklerim yine böyle olur muydu, hiç sanmıyorum. Gözlerimizin ilk karşılaşması da yine böyle bir sonbahar günü olmuştu, hatta yazdıkça canlanan anılar yardımıma koşuyor ve sanki artık daha net hatırlıyorum; o gün de yağmur vardı Antalya’da ve ben cam kenarında dışarıyı izlerken sen yanıma gelip, dışarının soğuğu ellerine işlemiş olmasına rağmen; “Yağmuru çok severim, her gün de yağsa şikayet etmem. Hele bir de sonbahardaysan ve o sonbaharı da Antalya’da yaşıyorsan...” demiştin. Ben de sadece bakıp gülümsemekle yetinmiştim. Antalya sevgin de büyüktü, bir aralar benden daha çok sevdiğini düşünüp kıskanmıştım Antalya’yı. Evet, yüzüne karşı söyle(ye)mediklerimi kendime söylüyordum. Bana yaklaştığında gönül penceremi hep açık bırakıyordum ve oradan da sana karşı hep soğuk rüzgârlar esiyordu ve sen bunu hissetmene rağmen sesini dahi çıkarmıyordun. Beni acıtan hep bu olsa da her şeye rağmen benden kopmanı istemiyordum. O zamanlar sanki bir oyunun içindeymişim gibi hissediyordum; oyunda bir avcı vardı ve bir de kurban. Galiba avcı hep ben oluyordum.
Zamanı gelince sana fırsat da verdim. “Hiç şüphesiz ki dünyanın en güzel yeri olan Antalya”nın bunda payı büyüktü. Yalan söyleyemem, sık sık yaptığımız Kaleiçi yürüyüşlerimizde güneşin batışını izlerken bana anlattığın komutan Attalos’un hikâyesi hâlâ aklımda, Attalos’un “Bana dünyadaki cenneti bulun!” emrine askerlerinin Antalya’yı işaret ettiği de... Sana seni yazarken seni bir kez daha kıskandım Antalya’dan. Hani deniz feneri tüm gece kendisinin olan okyanusa aşıktır ya yalnız, tüm gece kendisinin olur tüm derya. Sesini çıkarmaz, çok mutludur çünkü. Sonra ay yerini yavaş yavaş güneşe bırakır. Okyanusu sarı bir ışık aydınlatmaktadır gün boyu. Dalgalar ve tüm mavilikler karanlık çökene kadar güneşindir artık. Deniz feneri aşkının gün ışığıyla dansını izler acı içinde, ama yine suskundur çünkü onun mutluluğu aynı zamanda kendi mutluluğudur. Akşam olup da güneş batınca artık sadece kendisi ve engin okyanus vardır. Sevdiğini aydınlatmak, onu mutlu etmek fırsatı artık yalnız onun elindedir. Bazen kıskanır ama yeri gelince sevgilerin en büyüğünü elinden geldiğince yansıtmaya çalışır. Benim kıskançlığım da böyleydi işte, ne eksik ne de fazla. Yanlış anlama, tesellim de var aslında; çünkü biz seninle kısa süren serüvenimizi “sevdaların başkenti”nde yaşadık.
Düşünüyorum da galiba ben değiştim, hem de çok. Kendimi ulaşılmaz hissederken bugünkü halime bakıyorum ve biliyorum ki bu eski ben değilim. Değişimden kastım olumlu değil. Bu değişimde senin de rolün var ama sen bunu bilmiyorsun, en azından bunları okuyana kadar bilemeyeceksin. Sen bana insanın sadece biyolojik değil, psikolojik olarak da gelişebileceğini öğrettin. Hata benim, geç öğrendim. O zamanlar çocuk oyuncağı gibi gelen bazı şeyleri hiçe sayarak savurdum ve artık ne kadar ulaşmaya çalışsam da ulaşamıyorum. Sana fazlasıyla acı çektirmiş de olabilirim. O zamanlar bunu isteyerek yapıyordum ve sen bunu bilmene rağmen her seferinde biraz daha inatçı oluyordun. Beni gerçekten sevenin sen olduğunu anlamam geç oldu. Okulun kapanmasına yakın olanlar ise her şeyin tuzu, biberiydi zaten. Her insanın bir dayanma sınırı vardı ve ben seninkini oldukça zorladığımı bilemedim. Bittikten sonra, bu kez ben izledim seni, ama hep gizli gizli... Konyaaltı’nda, ilkbaharın kaçak yağmurları ardında ellerin cebinde sahilde yürürken ıslanmaya aldırmadın bile. Seviyordun yağmuru, hele bir de Antalya’daysa. Yalnız bu kez hüznün tek taraflı değildi. Bilmiyorum, belki de hüzünlü olan bendim, kendimi inandırmaya çalıştığım bir durumdu sadece. Palmiye ağaçlarının yaprakları altından, deniz kenarında üşümemek için yalnızlığını örtünmüş gence bakıyordum. Sanki dalgalar seni, kumsal da beni anlatıyordu sana, biliyorum. Kumsala ulaşmak için savrulan dalga her çabasında sevgilisi kumsalın ellerine uzanıyor, fakat tutamadan geri çekiliyordu. O an bulutlar sanki sana ağlıyordu ve üzerime bıraktıkları her gözyaşı yüreğime saplanan oklardan farksızdı. O gün seni son görüşüm olmuştu, bu açıdan sana göre şanslıydım. Buna şans denirse tabii...
Aylar geçmişti ve eylül olduğunda Antalya’dan ayrıldığından haberim yoktu. Sonbaharı farklı bir yerde geçirecek olman beni şaşırtmıştı. Belki de Antalya’da sonbaharı sevmiyordun artık. Sonradan öğrendim ki eline geçen fırsatı iyi değerlendirmişsin ve okul için İstanbul’a yerleşmişsin. Hayalindeki iki kentten biriydi İstanbul, onu da hatırlıyorum. Hayallerini teker teker gerçekleştiriyordun, biri dışında. Benimle ilgili hayallerini yıktığım için şimdi çok üzgünüm.
Üç yıl mı oldu yoksa dört mü, tam olarak bilmiyorum. Tek bildiğim sevdaların başkentine veda edeli 2 yıl oluyor. Artık benim de ikâmetimde başka bir şehir var. Seni bıraktığım yerde değilim uzun zamandır. Giderken üzerime sadece ömrümün en büyük esareti olan hasretini aldım. Benim içimde Antalya kelimesi başlı başına seninle bütünleşmişti. İçinde senin olduğun bir şehir beni de rahatsız ediyordu artık. Ankara’dayım artık ben de, belki bir yerlerden kulağına çalınmıştır. Başlangıçta iyi oldu böylesi. En azından anılardan kaçmak için durmadan yol değiştirmek zorunda kalmayacağım. Kaleiçi’ndeki günbatımları, Konyaaltı sahili, körfez, Yat Limanı, Lara önce sensiz kaldı, sonra da ben terkettim umursamazca. Antalya’ya en son şehirlerarası bir otobüsten baktım. Başımı yasladığım otobüs camından koca şehire son bir bakış attım Kepez üstünden, gözyaşlarımın farkına daha sonra vardım.
Şimdi beni görsen bitik sesli bir kız bulursun karşında. Şaşırırsın. Adımlarım başka sokaklara götürüyor artık beni. Girdiğim her sokakta seni buluyorum, burada bile. Yeni farkına varabildim girdiğim her sokağın aslında bilinçaltım olduğunu. Öylesine yer etmişsin ki bende ve ben de öylesine yok saymışım ki her şeyi. Öyle bir hâl aldım ki sorma gitsin. Sabahları keyifsiz kalkıyorum mesela ve güneşten önce yokluğun giriyor odama ve açık penceremden içeri süzülen sensizliği nefes nefes içime çekiyorum her gün. Ardından yalnızlığın zehirli çiçeklerini suluyorum gözyaşlarımla ve yavaş yavaş yüreğimde tomurcuklanmaya başladıklarını hissediyorum. Hatırlar mısın bana söylediğin son sözü? “Sen benim için ‘hep beklenen’ ama aslında ‘hiç gelmeyecek olan’dın.” O zamanlar bana pek bir anlam ifade etmiyordu bu sözler. Balıkçının balık olmayan bir denizde boşa kürek sallaması gibi bir şeydi. Artık daha iyi anlıyorum, çünkü rollerimizin değiştiğini hissediyorum. Yolumuz kesişmez bir daha, onu da biliyorum. Ama ben yine de bekliyorum.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 8

I see dead people walking around like regular people. (The Sixth Sense --> Haley Joel Osment)

Efsanenin Dönüşü


EA Sports'un FIFA serisiyle tanışmam bundan 9 yıl öncesine dayanır. O zamanlar çok küçüğüz tabii. Evde bilgisayarım bile yok. Haftaiçi derslerin yarattığı yorgunluğı haftasonları babamın ofisindeki bilgisayarı zaptederek atıyordum. İyi de geliyordu doğrusu. Eğer haftaiçi ders çalışmazsam haftasonu da bilgisayardan mahrum kalıyordum ki hiç de hoş değildi. Dedim ya, FIFA serisiyle tanışmam çok öncelere dayanır. 1998 yılına... Serisini ilk oyunu olan FIFA 98'i ilk gördüğümde zamanın teknolojisi beni acayip büyülemişti. Evde bulundurduğum Atari'den ya da Commodore 64'ten çok farklıydı. Sözkonusu konsollarla karşılaştırdığımda sanki televizyondan maç izliyor gibi hissediyordum. O kadar da müthişti yani...
Ertesi yıl ise büyük bir dönüm noktasıydı serinin hayranları için. Çünkü bugün bir anket yapılsa belki de en çok beğenilecek FIFA serisi FIFA 99 olur. Galatasaray ve Beşiktaş'ı oyunda görmenin verdiği heyecandan öte bambaşkaydı o oyun işte. Hele spikerin oyun sırasında arada sırada söylediği "Good di mi John?"ları unutulmaz.
Bundan sonra çıkan FIFA serilerinde ise kaydadeğer pek bir değişiklik olmadı. Türk oyunseverleri sevindiren tek nokta arada sırada Türkiye Ligi'ni de oynayabilmekti ama hepsi bu.
Yine de her şeye rağmen EA Sports'un bu alanda pazarda bir rakibi yoktu. Kendisini geliştirmeye ihtiyacı yoktu. O yüzden her sene üstüne bir şeyler koymaktan vazgeçmiş olmalıydı. Sonra dünyanın ta öteki ucundan, Japonya'dan, bir firma çıktı ve Pro Evolution Soccer isimli bir oyun sürdü piyasaya. FIFA dışındaki tüm futbol oyunlarını hayal kırıklığı olarak gören bünyeler bir anda çark etti ve FIFA'nın tahtı sallanmaya başladı. Bir süre sonra ise EA Sports'un bu alandaki saltanatı yıkılmıştı. Seriye sadık kalanlar firmanın ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. Birileri bir şey yapmalıydı, çünkü PES serisinin açtığı çığır günden güne büyüyordu. PES 2008 henüz piyasaya çıkmadı ama EA Sports FIFA 08 ile oyunseverlere istediği zaman neler yapabileceğini bir kez daha kanıtladı. FIFA 08'i oynadıktan sonra benim ve birçok oyunseverin ortak görüşü şu ki FIFA tahtını geri almaya çok yakın. Lâkin FIFA serisinden bir oyun yıllar sonra ilk kez beni saatler boyunca başında tutmayı başarmıştır. Oldukça yeni özelliklerle birlikte sonunda kendini aşmayı başarak FIFA 08'in yeniliklerinden bazılarına bir göz atalım şimdi.
Öncelikle belirtmem gerekir ki FIFA serisinde en çok şikayet edilen konu kalecilerin çok kolay gol yemesi sorunuydu. Hele hele bir kez frikik atmayı ya da korner kullanmayı öğrenmişseniz gerisi çorap söküğü gibi geliyordu zaten. Bu oyunun ise en büyük yeniliklerinden birisi kaleciler üzerinde yapılmış. Artık oyuncular kaleciler için ayrı bir zorluk derecesi belirleyebilecekler. Bununla da kalmayıp karşı karşıya pozisyonlarda bilgisayar başında dua etmek yerine kalecinin kontrolünü oyuncu alabilecek. Böylece açı daraltmak, rakip forveti şaşırtmak ve hatta topa atlamak bile size kalıyor. Serbest atışlarda da kaleciler mal gibi köşeleri boş bırakmıyor. Yine bir serbest atış sırasında kalecinin duracağı yeri belirlemek tamamıyla size kalmış.
Oyunun bir başka artısı ise takım kimyalarının artık rayına oturmuş olması. Daha açık olmak gerekirse takım kimyaları neredeyse takımların gerçek halleriyle eşdeğer. Şöyle ki; daha çok bireysel yeteneklerle sonuca giden Brezilya'nın takım kimyası 34 iken, takım oyunu sayesinde maç kazanan takımların birliktelik yüzdesi genelde 70'in üzerinde.
Vee çalımlar... Multiplayer oyunlara zevk katan en önemli unsur. Uzun zamandır FIFA oyunlarında topu arkadan topukla önümüze düşüremiyor, topun üstüne basıp dönmek gibi Hagivari hareketler yapamıyorduk. Evet efendim, FIFA 08 bize hepsini daha da fazlasıyla geri vermiş. Artık düşerken şut çekebilecek, gerektiğinde top saydırabilecek, sahte paslar atabilecek, şık paslar verebilecek ve plase şutlarla topu doksana asabileceksiniz.
En büyük ve en güzel özelliği ise sona sakladım. Özelliğimizin adı "Be A Pro"... Adından da anlaşılabileceği gibi bu özellikte bir takım seçiyoruz. Yalnız bununla kalmayıp kendimize bir de futbolcu yaratıyoruz. Tipini mipini her şeyini ayarladıktan sonra oyuncumuz başlangıçta seçtiğimiz takımın kadrosuna 100 üzerinden 60 yetenek puanıyla katılıyor. Amacımız maçları kazanıp, görevleri tamamlayıp futbolcumuzu bir yıldız yapmak. Yalnız asıl bomba şu ki sezon boyunca maçlar sırasında takımınızda sadece bu futbolcuyu kontrol edebiliyorsunuz. Takım arkadaşlarınız kendi başlarına oynarken siz tek başınıza pas istiyor, ikili mücadelelere giriyor, gerektiğinde golünüzü de atıp baştacı oluyorsunuz. Yalnız bu opsiyon oyunu bir o kadar da zor kılıyor. Çünkü sizin yıldızlaştığınız bir maçta takım arkadaşlarınız rezil bir futbol sergileyebilir ve sanki koca bir takıma karşı tek başınıza savaşmış gibi hissedebilirsiniz. Belki sinirden monitöre kafa daha atabilirsiniz. Ben ucundan döndüm o yüzden söylüyorum.
Kısacası sevgili okurlarım, bu kez olmuş diyorum!

27 Eylül 2007 Perşembe

Dinlenmesi Gerekenler (2) - No Surprises

A heart that's full up like a landfill
A job that slowly kills you,
bruises that won't heal

You look so tired and happy,
bring down the government
They don't,
they don't speak for us

I'll take a quiet life,
a handshake and carbonmonoxide

No alarms and no surprises
No alarms and no surprises
No alarms and no surprises
Silent
Silent

This is my final fit,
my final bellyache
with no alarms and no surprises
No alarms and no surprises
No alarms and no surprises please

Such a pretty house and
such a pretty garden and
no alarms and no surprises
No alarms and no surprises
No alarms and no surprises
Please

RADIOHEAD

25 Eylül 2007 Salı

Ah Oğlum

Evimizin güneşiydi gülüşün.
Fotoğraflar yerini tutmuyor oğlum.

Ah oğlum, ah oğlum...

Yıkanmadı gömleklerin,
kokun gitmesin diye.
Montun asılı duruyor duvarda hâlâ
dönersen bir gün giyersin diye.

Varsa bir ayıbım günahım,
paylaşırız buradayız oğlum.
Babalar eksik gösterse de çok sever!
Dönmesen de bunu bil oğlum.
Ah oğlum...


Murathan MUNGAN

Mourinho'dan Aforizmalar


Jose Mourinho. Portekiz'in dünya futboluna bir armağanı. Seveni çok, sevmeyeni daha çok. Futbolculuk kariyeri sönük olsa da teknik direktörlük döneminde zirveye kurulan bir isim kendisi. Porto gibi bir takıma kazandırdığı lig şampiyonlukları, UEFA Kupası ve hemen ertesi sene gelen Şampiyonlar Ligi zaferi dünya futbol pazarında gündeme oturmasına yetti. Akabinde dünyanın en zenginlerinden Roman Abramovich'in satın aldığı İngiliz kulübü Chelsea'nin teknik direktörlük görevine getirildi. Kibiri, kendine olan aşırı güveni ve daima meyve veren ağaç olması kimilerini çok rahatsız etti. Chelsea'yi 50 yıl aranın ardından Premier Lig şampiyonluğuna taşıdı. 3 yıllık başarılı bir İngiltere macerasının ardından geçtiğimiz günlerde görevine son verildi. Şimdi bu muhteşem adamın bazı muhteşem aforizmalarından bir demet sunacağım:



  • "Elimden gelenin en iyisini yapmaya, durumu olumlu şekilde geliştirmeye ve imajıma ve futbol felsefeme uygun takımı yaratmaya niyetliyim. En iyi oyuncular ve kibirimi mazur görün ama en iyi menajer bizde...” (Chelsea'nin menajeri olduğunda)
  • “Futbol menajerlerini yeni veya eski diye değerlendirmem. Ben iyiye ve kötüye inanırım. Başarıya ulaşanlar ve ulaşamayanlar... Lütfen küstah olduğumu düşünmeyin ama ben Avrupa Şampiyonu’yum ve özel biriyim.” (Chelsea'nin başına geçtiğinde)
  • “Eğer işimin kolay olmasını isteseydim, Porto’da kalırdım. Güzel mavi koltuk, UEFA Şampiyonlar Ligi kupası, Tanrı ve Tanrı’dan sonra ben...” (Chelsea'nin başına geçtiğinde)
  • “Eğer bana takımı çalıştırma konusunda yardım etseydi, ligin dibine vururduk. Ve eğer ben ona mali işlerinde yardım etmeye kalksaydım, çoktan iflas etmiş olurduk!" (Roman Abramovich'e dair)
  • “Herkes Chelsea’nin her maçı kazanmadığı günleri bekliyor. Kaybettiğimiz gün geldiğinde ülkede bayram ilan edileceğini sanıyorum. Olsun, biz buna da hazırız...” (Kazanmaya dair)
  • “Salı günü sahaya maçtan önce çıkıp, kalabalığın yaratacağı duygunun tadını çıkaracağım.” (Olaylı geçmesi beklenen Barcelona maçı öncesinde)
  • “Açıkçası bana nasıl Şampiyonlar Ligi finalinde 4-0 yenilebilineceğini öğretmesine ihtiyacım yok; çünkü böyle bir şeyi öğrenmeye yönelik arzum yok.” (Kendisini eleştiren Johan Cruyff için)

  • “Eğer evdeki garajınızda bir Bentley’niz, bir de Aston Martin’iniz varsa ve her Allah’ın günü gideceğiniz yere Bentley’inize binerek gidiyorsanız, e biraz aptalsınız demektir.” (Takımda yaptığı taktik ve oyuncu değişiklikleri için)
  • “Onun röntgenci olduğunu düşünüyorum. Böyle tipler vardır; evde otururken teleskopla başka evlerin içinde başkalarının neler yaptıklarını izlerler... O da Chelsea hakkında konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor...” (Arsenal menajeri Arsene Wenger için)
  • “Maçtan önce basın toplantısına girdiğimde, maç benim için çoktan başlamıştır. Ve maçın ardından basın toplantısına girdiğimde, maç henüz bitmemiştir.” (Basınla olan ilişkileri hakkında)
  • “Ricardo Carvalho, bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyor gibi. Bir IQ testi yaptırmasında, ya da ne bileyim, bir akıl hastanesine başvurmasında fayda olabilir." (Oynatılmadığı için Mourinho'ya patlayan Carvalho için)
  • “Barcelona, muhteşem tiyatrolarıyla bir kültür kenti. Bu çocuk da artistliği iyi öğrenmiş." (Barcelona maçında Del Horno'nun oyundan atılmasına sebebiyet veren Messi için)
  • “Zirvede baskı diye bir şey yok. Baskı, ikincilikte ya da üçüncülükte...” (Zirvede bulunmaya dair)
  • “Normal şartlar altında Porto şampiyon olacaktır; anormal şartlar altında, Porto yine şampiyon olacaktır.” (Porto'dayken Portekiz liginin sezon ortasında)

  • “Stres mi? Kuş gribi bende daha çok stres yaratıyor. Ciddiyim, kuş gribinden bile Manchester’dan fazla korkuyorum.” (Karşılaşacakları maçın vuku bulacağı tarihlerde komşusu İskoçya’da kuş gribi tespit edilen ve ligde Chelsea’yi 7 puan geriden takip eden Manchester United’a dair)
  • “Şu anda lider durumda olmamız kulübün maddi gücünden kaynaklanmıyor. Bütün kupaları alma iddiamız, benim üstün çabalarımdan ve emeğimden kaynaklanıyor.” (Liderliğe dair)
  • “Benim futbol hayatımda koca bir sıfır var. Ancak onun futbol hayatı mükkemmeldi, başarılarla doluydu. Benim teknik direktörlük kariyerimde kupalar varken, bu kez Rijkaard’ın elinde koca bir sıfır var." (Barcelona teknik direktörü Frank Rijkaard hakkında)
  • “Ben ifade özgürlüğüne inanırım. Sen bana düşünceni ifade edersin; ben de sana nihai olarak özgürlüğünü veririm.” (Düşünce özgürlüğüne dair)
  • “Ben dokuz-10 yaşlarındayken babam bir Noel günü işinden kovuldu. O bir menajerdi. Son zamanlarda sonuçlar pek iyi değildi. Aralığın 22’si ya da 23’ünde bir maç kaybettiler ve ayın 24’ünde, Noel gününde, telefon çaldı. Biz öğle yemeği yediğimiz sırada sepetleyiverdiler." (Futbolun acımasızlığı hakkında)

One Flew Over The Cuckoo's Nest

Suçluların yeri neresidir? Bu soruya herkesin yanıtı cezaevi olur sanırım. Peki ya bu suçlunun aynı zamanda bir akıl hastası olduğunu söylersem cevabınız değişir mi? Yattığı cezaevinde kalmaya devam mı etmeli, yoksa en yakın akıl hastanesine nakil mi edilmeli? Bence ikinci seçenek daha cazip duruyor. Ödüllü yazar Ken Kesey de öyle düşünmüş olacak ki Türkçe'ye Guguk Kuşu olarak çevrilen romanı One Flew Over The Cuckoo's Nest'de cezaevinden akıl hastanesine getirilen bir adamın hikâyesini ele almış. Benim irdeleyeceğim kesinlikle kitap olmayacak. Birazdan okuyacaklarınız bu harika romanın en az kendi kadar başarılı olan sinema filmi hakkında yazacaklarımdan ibarettir. Kabul ediyorsanız "keep reading please"...
1975 yılında Çek yönetmen Milos Forman tarafından sinemaya aktarılan filmin, dolayısıyla kitabın da, konusuna kısaca değinerek bir giriş yapayım. Randle Patrick McMurphy uzun zamandır hapishanede yatmakta olan bir suçludur. Yıllardır firar etmeyi düşünse de bu hayalini bir türlü hayata geçiremez. Ancak kendisi demokrasilerde hiçbir zaman çarelerin tükenmediğinden haberdardır elbette ki. Başında yanan ampul kendisi için özgürlüğün kapılarını açmak üzeredir. Plâna göre deli numarası yaparsa oradan bir akıl hastanesine nakil olabilecektir. Güvenliğin daha az olduğu bu yerden kaçmak bir süre sonra daha kolay olacaktır. McMurphy'nin plânının ilk aşaması başarılı olur ve kısa bir süre akıl hastanesine geçişini tamamlamıştır. Ancak artık numara yapmaya devam etmesi gerektiği gibi bir tımarhane dolusu adamla da başetmek zorundadır. Sonunda uzun zamandır üzerinde durduğu emeline kavuşacak mıdır, yoksa yavaş yavaş etrafındaki delilere mi benzeyecektir?
Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda ise mutluluk tomurcukları saçmamak için kendini zor tutuyor insan. Bir kere McMurphy rolünde Hollywood'un en iyilerinden olan ve bu filmdeki rolüyle "En İyi Erkek Oyuncu Oscarı"nı kucaklayan Jack Nicholson var. Belalı hemşire Mildred Ratched rolünde ise yine bu filmdeki rolüyle "En İyi Kadın Oyuncu Oscarı"nı kazanan Louise Fletcher'ı görüyoruz. Bunun haricinde bu Guguk Kuşu'nun dünya sinemasına kazandırdığı çok önemli isimler de var. Bu isimler içinde Martini karakteriyle bizleri film boyunca gülücüklere boğan, Big Fish, Man on the Moon, Space Jam ve Batman Returns gibi filmlerden tanıdığımız Danny DeVito; Back to the Future serisinin Doktor Emmett Brown'ı Christopher Lloyd ve The Lord of the Rings'in Grima Solucandil'i Brad Dourif yer alıyor. Film hakkındaki bir diğer önemli husus ise 1975 yılında yapılan Akademi Ödülleri'nde En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Yönetmen dallarında Oscar'ı kucaklaması. Hâlâ izlemeyeniniz varsa bulun bir yerden izleyin derim. Çok şükür ki ben çarşamba günü sabah saat 09:00'da okuldaki cep sinemasında yeniden izleme fırsatı bulacağım :)

23 Eylül 2007 Pazar

Takva Akademi Yolunda


Daha önceki yazılarımdan birinde de bahsi geçen Takva önümüzdeki yıl düzenlenecek olan 80.Oscar Ödül Töreni'nde en iyi yabancı film dalında yarışması için Türkiye'nin aday adayı olarak belirlendi. Yönetmenliğini Özer Kızıltan'ın yaptığı filmde Erkan Can ve Güven Kıraç gibi isimler rol almıştı. Bildiğimiz üzere Takva, Saraybosna ve Toronto gibi önemli yurtdışı festivallerinden büyük ödülle dönmeyi başarmıştı. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile 12 meslek örgütünün temsilcileri 20 Eylül 2007 Perşembe günü 80.Akademi Ödülleri'nde "en iyi yabancı film" aday adayını belirlemek üzere Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği'nde biraraya gelerek ilk oylama sonucunda 40 film arasından Beynelmilel, Takva, Hokkabaz, Mutluluk ve Kader filmlerini finale layık gördüler. İkinci tur oylama da sona erdiğinde Türkiye'nin adayının Takva olmasına karar verildi. Eee, sanırım bize de Erkan Can'ın resimdeki hâli gibi ellerimizi göğe kaldırıp, dua etmek düşüyor bu saatten sonra.

Mimlenmişiz Bir Kere

Mobius tarafından mimlendiğimi öğrendim az önce. İyi etmiş kendileri. Bu tip bir şeyle ilk defa karşılaşıyor olsam da ilginç geldi doğrusu. Futbol oynamayı da severim ben. Dolayısıyla gol atmak güzeldir, en az kirlenmek kadar. Mobius'un pasında topla buluşan ultrANIL07 bakalım bunu nasıl gole çevirecek?
Olay da şuymuş efendim. Yanımdaki en yakın kitaba uzanmam tembihlenmiş bana. Akabinde söz konusu kitabın 187'nci sayfasındaki ilk cümleyi Kültür Sepetim'e yazmalıymışım. Yalnız önemli de bir not var ki onu da şöyle açıklayayım; kitabın favori kitabım ya da artistlik yapmak için seçeceğim bir kitap olmaması gerekiyormuş. Sol elimi kaldırıyorum ve kitaplığıma uzatıyorum. Bugün satın aldığım Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 isimli kitabını kapıp 187'nci sayfasını açıyorum:

"Demek oluyor ki, yolu geçmek için koşmaya başlamasından sonra yarı yola gelse bile...?"

Budur efendim. Aman yarabbi! Cümle tam bile değil. Benden çıkacak iş bu kadar olur. Bu vesileyle golü şans eseri de olsa yaptım. Santra yapan rakip takımdan topu tekrar kazanıp pası Perili Köşk, Yol Üstü Deniz ve Bilog'a atıyorum. Süper pas attım. Gol yapmadan gelmeyin :)

22 Eylül 2007 Cumartesi

Şimdi Okullu Olduk!


"Şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk, sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz" şarkısını mırıldanarak başladık biz okullu olmaya. Bebeklik çağımız sona ermiş, adam olma yolundaki ilk adımı gideceğimiz okulun bahçesine atmıştık. İlkokula başlayacaktık ya dünyanın en büyük insanı oluvermiştik bir anda. Dünyayı biz yaratmıştık ve etraftakiler biz ne dersek onu yapmak mecburiyetindeydi.
Aslında benim okulla ve öğretmenlerle tanışmam öyle pek hoş başlamadı. Başlangıçta ne kadar hevesli de olsam anaokulunu ocak ayında terk ettim. O sabahı da unutamam. Erkenden kalkmış cicilerimi ve bicilerimi giymiş, hevesle okula başlamak için ebeveynlerimin ellerini tutup yola çıkmıştım. Yalnız çıkış o çıkış. Sokağa ayak basar basmaz yan çizmiş, ağlamaya ve hatta sızlanmaya başlamıştım. Belli bir süre beni anaokuluna götüren annemin benimle birlikte sınıfta kalması için yalvardığımı hatırlarım. Kadıncağız kalamazdı elbette gün boyunca orada. Beni avutmak için koridorun köşesinde beklermiş gibi davranıp, sınıfın kapısı kapanır kapanmaz evin yolunu tutarmış. Arada sırada dedem de uygulamak zorunda kalıyordu aynı plânı. Zaten daha önce de dediğim gibi çok fazla durmuyorum o anaokulunda, duramıyorum. Kaçış yok tabii, ilkokulun yolları bekler beni...
Ertesi sene ilkokula başlama zamanı geldiğinde biraz daha rahattım. En azından 6-7 ay daha fazla büyüktüm. Hem galiba anaokulundayken sorun bende değildi, çocukluklarından kurtulamayanlardaydı(swh). Benim zamanımda şimdiki gibi çocukların alışmasını sağlamak amacıyla okullar bir hafta erken de başlatılmıyordu. Eli mahkum gitmek zorundaydık öyle ya da böyle. Hızlı da başlamıştım okula. Hızlı derken derslerden bahsetmiyorum. Buradaki "hızlı"nın anlamı "fırlamalıkla" muadil. Daha okulun ilk gününde tanımadığım kızların üzerine atladığımı bilirim. Hımm. Sanırım bundan bahsetmesem daha iyi olurdu (Çocuktum ama, masumdum).
Sonra her sabah andımızla başlardık. Bazen benim de okuttuğum olurdu, güzel olurdu. Pazartesi sabahları tatilin etkisinden İstiklâl Marşımız kurtarırdı bizi. Yine cuma öğleden sonraları tatil zilini de o çalardı. O anlarda adeta bir yarışmanın içindeymişçesine olanca sesimizle yüklenirdik mısralara; "KORKMA SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK..."! Sanki sesi en çok çıkana promosyon olarak bir gün fazladan tatil verilecekmiş gibi...
Sabahları yataktan kalkmak güzel gelirdi o zamanlarda. Şimdiki gibi değildi yani. Annemin hazırladığı kahvaltıyı iştahsız bir şekilde yarım yamalak mideye indirdikten sonra, yine annemin hazırladığı beslenme çantam ile okula giderdim. O çantada suluğundan, ne kadar nefret etsem de, haşlanmış yumurtasına kadar olurdu. Bir de Yerli Malı Haftalarımız olurdu ki iple çekerdim. Sınıf ortadan kalkar bir anda piknik yapar halde bulurduk kendimizi. Hoştu tabii!
Derslere gelince... Bir Hayat Bilgisi vardı ki hâlâ onun üzerinde çalışmalara devam ediyoruz. Ömrümüz yettiğince de devam edecek gibi görünüyor. Hayatımı karartan, başımın belası matematikle de tanışıklığımız o yıllara dayanır. Fiyakalı ismi "abaküs" olan sayı boncuklarımız vardı ki sayesinde sayı saymayı öğrendik, sağ olsun o da. Bir hata yaptığımızda genelde elimizde patlayan ince öğretmen sopalarıyla tanışmamıza vesile olmuşluğu da vardır kendisinin. Yine sayabilmemize yardımcı olan plâstik fasulyelerimiz, krakerleri andıran ince ve uzun çubuklarımız da vardı bizim. Defterlere ve kalemlere de sahiptik. Onlarla yazılar yazar, çizer, oynardık. Haftada bir öğretmenimiz, güzel yazıp yazmadığımızı görmek için kontrol ederdi hep. Hâlâ düzeltemedim doktor yazımı.
Müzik dersinde ise tohumları fidanlara, fidanları ağaçlara döndürmekten ve elimizde baltalarla ormana gitmekten başka bir şey yaptımızı hatırlamıyorum.
Sonra fiş defterleri tutardık. Ali'yi ata baktırır, Işık'a ılık süt içirir, Ömer'e de mısır yedirirdik o defterlerde. Tasası da bize düşerdi.
Resim dersim hep "pekiyi"ydi. Daima ağaçlar, sivri uçlu dağlar ve çöpten adamlar çizerdim. Çöp adam dedim de nasıl unuturum. Hayatımızın belki de ilk kahramanıyla tanışmamız da aynı döneme rastlar. İstisnasız herkesin arkadaşlığını tereddüt etmeden kabul etmiştir o. Zaman zaman tatile giden, canı istediğinde atına binen, ödevini yarına bırakmayarak hepimize örnek olan, vücudu gibi tek boyutlu yaşayan Cin Ali'ydi o. Bir de topacı vardı. Efendi olmasına efendiydi de, lâkin efendiliğin birilerine battığı ülkemde "çağa" ayak uyduramadığı gerekçesiyle müfredattan kaldırdılar Cin Alimiz'i.
Velhasıl günümüzde okula başlayan çocukları gördükçe hüzünleniyorum. Kendim için değil elbette. O ufaklıklar için. Ben "ufaklıkken" yaşadığım heyecanın aynısını yaşıyorlar mı? Sanmıyorum! İleride neler anlatabilirler? Bilmiyorum! O çocuklar bilmiyorlar, belki bilseler de anlamsız bulacaklar ama bizim abaküsümüz, Yerli Malı Haftamız, divitlerimiz, masmavi önlüklerimiz ve rengârenk fasulyelerimiz vardı. Bir de Cin Alimiz... Velhasılı kelam çok mutluyduk biz onlarla...

20 Eylül 2007 Perşembe

Bıçak Sırtı


Şener Şen ve Türkan Şoraylı İkinci Bahar'dan bu yana sürekli takip ettiğim bir Türk dizisi yok. Arada bir yaptığım Avrupa Yakası kaçamakları sanırım bu kategoriye dahil edilemez. Bunu yapmamın nedeni "Ben Türk dizisi" izlemem entelliği taslamak değil. Zaten bunu yapanlara da entel demem ben ya neyse. Yine de her gün yeni bir yapımın start aldığı bu Türk dizileri havuzunda yüzemiyorum ben. Hayır, yapın kaliteli olsun amenna. Ancak yıllardır kaliteli yapımlar izlemek isteyen bünyeleri de isyana sürüklemekten başka bir şey değil bu. Demem o ki yirmi tane dizi yapacağınıza bir tane yapın ama tam yapın. Oyuncularıyla, oyunculuklarıyla, yönetmeniyle, senaryosuyla vursun ekranlara damgasını. Yeşilçam'dan bu yana süregelen klişe havayı bir çırpıda yok etsin.
Geçen gün MSN'de bir arkadaşımla muhabbet ederken açıldı Bıçak Sırtı isimli dizinin muhabbeti. Kendisinin söylediğine göre mutlaka izlemeliymişim bu diziyi. Zaten bana bunları söyledikten sonra dizinin ikinci bölümü başladığı için anında çevrimdışı oldu. Merak etmedim değil hani. Önce bir araştırdım neymiş ya da ne değilmiş diye. Dizinin oyuncu kadrosuna bakmam her şeye yetti aslında. Fikret Kuşkan, Erkan Can, Vildan Atasever, Nejat İşler, Mehmet Günsür, Melisa Sözen gibi isimlerin tek bir yapımda toplanmış olması gayet heyecan vericiydi.
İlk bölümü dün akşam izleme fırsatı yakaladım. Gerçekten kaliteli bir diziye benziyordu. Hatta bir ara dizi değil de sanki bir sinema filmi izliyormuş gibi hissettim. Senaryo da ilginçti. İki erkek başrol oyuncusu arasında gidip geliyordu dizi. Acaba nasıl bağlayacaklar aralarındaki hikâyeyi diye düşünürken olanlar oldu. Bölüm bittiğinde belli olmuştu aslında diğer bölümlerde olacaklar. 10 yıl sonra hapisten çıkan adamlardan biri hiç görmediği oğlunun diğer adam tarafından evlatlık alındığını öğrenir. Hayalkırıklığı diz boyu... Umutlarım beyhudeymiş anlaşılan. Yenilik "sıfır"!!!

19 Eylül 2007 Çarşamba

Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)


"... Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: 'Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?' Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur.”
Bu sözlerle başlar Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnası. Her gün sokakta sessiz sedasız yanımızdan geçip giden milyonlarca insan ve o insanlar hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmayan biz... Tüm bunlara rağmen ne kadar kolay önyargılarımız ile o insanlarının kişiliklerini parçalamak. Aynı insanlarla başka bir ortamda, başka bir yerde, başka bir zamanda karşılaşsak haklarındaki fikirlerimiz çok daha farklı olabilecekken kendimizi üstün görme ve insanları “amaçsız” olarak nitelemek niye?
Biz dört bir yanımızdan gelip geçen tanımadığımız, hiçbir muhabbetimizin olmadığı insanlar üzerinde kesin hükümler verir ve oldukça rahat bir şekilde bu insanların yeryüzündeki gereksizliğinden bahsederken maalesef çuvaldızı kendimize batırma zahmetine kalkışmayız. İşte tam bu noktada Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonnası söz alıyor ve insanlar hakkında kesin hükümlü herkese adeta şöyle sesleniyor: “Hey, yeter ama, sus artık. Benim ve diğer tüm insanların yaşamları hakkında bilip bilmeden ahkam kesmeyi bırak”...
Kürk Mantolu Madonna, Raif adlı bir Türk genci ile Maria Puder adlı bir Alman kadın arasındaki aşkı anlatan bir hikayedir. Öykünün anlatıcısı yukarıdaki kişisel iç muhasebesinin ardından kendi hakkında da biraz bilgi sunar. Ankara’da kendi halinde yaşayan ve kendini toplumdan dışlanmış hisseden bir tiptir. Arkadaşının vasıtasıyla girdiği bir işte tanışır hikayenin kahramanı Raif efendi ile. Raif efendi sessiz, gerekmedikçe konuşmayan ve insanlarla pek ilişkisi olmayan otuzlarının ortasında bir adamdır. Anlatıcı adamın böyle oluşunun nedeni içten içe merak eder ve yavaş yavaş Raif efendiye sokulmaya başlar. Raif efendi iş yerinde zamanında Almanya’da bulunduğu ve bu sayede Almancası iyi olduğu için bulunmaktadır ve şirketin tercüme işleri ile ilgilenir. Kimseye zararı olmadığı ve işlerini eksiz yerine getirdiği halde patronu tarafından sık sık azarlansa da bunlara hiç takılmaz, tepki vermez. Raif efendi belli aralıklarla hasta olduğu zaman işe gidemez ve böyle zamanlarda anlatıcı onun en yakını oluverir. Bu sayede ev halkından birisi gibi olmuş, hatta evdeki herkesden, eşi ve kızları dahil, daha yakın olmuştur. Kendisinin kızları ve eşiyle bile olan garip diyaloğu onu şaşırtmaktadır. Bir zaman gelmiştir ki Raif efendinin ayağa kalkması çok uzun sürmüştür. Hatta hastalık ilerlemiş Raif efendi genç yaşında ölüm döşeğine düşmüştür. Bu noktada anlatıcı Raif efendinin not defterine ulaşır ve artık hikayeyi Raif efendinin yazdıklarından öğreniriz.
Raif efendi Havran’da doğup büyümüş biridir. Çevresindeki herkesden uzaktır, çünkü bunun boş bir şey olduğunu düşünür. Yıllar geçip de yirmi dört yaşına geldiğinde babası cebine tren biletini ve bir miktar da para koyar. Almanya’ya gidecek ve orada sabun imalathanelerinde bu işin inceliklerini öğrenip, memleketine dönecek ve babasının sabun imalathanelerinde bu işi layıkıyla yürütecektir.
Berlin’e geldiğinde ilk işi kalacak bir yer ayarlamak olur ve gidip bir pansiyona yerleşir. İlk zamanlar işe başlayamaz. Durmadan Berlin’i gezer. Bir zaman sonra bu yabancı memlekette yeni olmasına rağmen birçok yeri bilir hale gelmiştir. Gündüzleri şehri geziyor, akşamlara da pansiyondaki odasına dönüp sabaha kadar kitap okuyordu. Bir süre sonra bu şekilde devam ettiği takdirde parasının yetmeyeceğini düşünüp bir fabrikada işe girer. Sosyal yaşamdan da kopmaz tabii. Bir hafta sonu kalkıp gittiği bir resim galerisinde gördüğü Kürk Mantolu Madonna adlı tabloya adeta vurulur. Öyle böyle bir vurulma değildir onunkisi. Her gün, her fırsat bulduğu vakit galeriye gelip aşk diye bir kelimenin varlığına ömrü boyunca inanmamış bu adam, deyim yerindeyse, “aşkı”nı izliyordu, saatler boyunca. Sonra öyle bir an gelir ki bir gece sokaktayken tabloda ki Kürk Mantolu Madonna karşısından geliverir. Utangaç ve bu yaşına kadar hiçbir insana sokulmamış olan bu adam Madonnası ile tanışır. Madonnası’nın adı Maria Puder’dir. Kendisi Berlin’in ünlü kabarelerinden biri olan Atlantik’de şarkıcılık yapmakta olan erkeksi bir kadındır ama çekicidir işte. Küçük yaşta babasız kalmış ve annesi ile birlikte yaşamaktadır. Hayatında hiçbir erkeğe güvenmemiş, hiçbiri dost olarak dahi sevememiştir. Yine böyle duygularla başlar Raif ile olan hikayesi ve özellikle dostluğu.

Bir Türkçe Üstadı “Sabahattin Ali”

Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 tarihinde Gümülcine’de doğdu ve 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırını geçmek isterken kılavuzu tarafından öldürüldü. İstanbul İlköğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra Yozgat’a geçip orada bir yıl öğretmenlik yaptı. 1928’de Milli Eğitim Bakanlığı’nca Almanya’ya gönderildi. Değirmen, Sırça Köşk, Kuyucaklı Yusuf ve İçimizdeki Şeytan gibi bilinmiş eserleriyle beraber belki de en arkada kalmış ancak en beğenilen eseri olan Kürk Mantolu Madonna’yı 1943 yılında bitirdi. Aslında o dönemde Hakikat Gazetesi yazarın kapısını çalar ve her gün parçalar halinde gazetede yayınlanmak üzere bir hikaye yazmasını ister. Ancak hikaye hiçbir şekilde siyasal ya da toplumsal içerikli olmayacak tamamen aşk teması altında işlenecekti. O zamanlar ciddi bir para sıkıntısı çeken Sabahattin Ali de bu teklifi kabul eder. Kitabı okurken yazarın Türkçe’yi kullanış şekline bir okurun hayran kalmaması mümkün değil. Özellikle istediğini anlatamayınca İngilizce ve Fransızca gibi dillerden çakma kelimeleri kullanmaması takdire şayandır. Sayfaları birbiri ardına çevirirken tasvirler arasında boğulmuyor, aksine her bir cümleyi olduğu yerden çıkarıp başucunuzdaki duvara yazmak istersiniz. Ama yazamazsınız, çünkü bilirsiniz ki o cümleler hikayenin kendisiyle güzel.

Anlamsız Hayata Katılan Anlam

“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır” Raif efendi için ve kendisi o kumarı kaybetmiştir. İkinci kez oynama gibi hakkı yoktur. Başa gelebilecek her şeyi dıştan kabullenmenin ve içten içe kadere isyan etmenin hikayesidir belki de Raif efendininki. Kendine kurduğu ve içine kimseyi katmadığı küçücük dünyasına hapsolmayı ve oradan çıkmamayı bir özgürlük olarak görmüştür kendince. Hayatını sadece bir not defteri üzerine kurmuş ve o defteri yüreği yapmış bir adamdır Raif efendi. O defter olmayınca nefes alamayacağını düşünür. Öyle ki ölüm döşeğinde öleceğini anladığı an defteri de yok etmek ister. Çünkü ölmesi demek yüreği olan defterin de durması, yok olması demek onun için. Aslında defteri dışında bir kez gerçek anlamda yaşamıştır ve bu yaşama fırsatını kaybedince böyle bir “yaşamak”ın daha kendisine kabil olmayacağını idrak etmiştir. Bu dünyadaki her şeyi, herkesi anlamsız görmüştür Raif efendi, hatta kendini bile. Bir kez aşık olmuştur. İnanmadığı aşkın, sevginin pençesine düşmüştür. Yalnız zamanla anlar ki bu aşk onun için içi iğne dolu bir balondan başka bir şey değildir.

Anlamsız Hayata Anlam Katan

Maria Puder, Kürk Mantolu Madonna tablosunda kendini resmeden ve bu sayede Raif efendinin gönlünde yer eden, aynı zamanda geceleri Atlantik adlı kabarede şarkıcılık yapan, hafif erkeksi ama bir o kadar da çekici bir kadındır. Dünyadaki tüm erkeklerden nefret eder. Bunun nedenini de şöyle açıklar: “Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii hakları imiş gibi insandan birçok şeyler istedikleri için... Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil... Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki... Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini farketmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kâfidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz... Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum."
Tüm bu söylediklerine rağmen gün geçtikçe Raif efendiye ısınıyor, onu birkaç gün görmeyince hastalanır. Hastaneye kaldırıldığında şehirde kendisiyle ilgilenebilecek bir tek Raif efendi vardır. Raif efendi gece hastaneye alınmamasına rağmen sabaha kadar dışarıda soğuktan titrer ama dönüp de gitmez bile. Maria Puder hastaneden çıktıktan sonra bile Raif efendi onun yanında ayrılmaz. Her gün kadının evine gidip ona yardım eder. Bir süre sonra kadın gerçek hislerini açıkladığı sırada Raif efendi Türkiye’den aldığı acı bir haber yüzünden memleketine dönmek zorunda kalır. Raif efendi ayrılmadan onu ne kadar sevdiğini şu sözlerle belirtir kadın: “Şimdi ben gidiyorum, fakat ne zaman çağırırsan gelirim. Nereye çağırırsan gelirim”.
Sabahattin Ali, Maria Puder karakterini yaratırken öyle tasvirler kullanmıştır ki kitabı okuyan bir erkeğin Maria Puder’e aşık olmaması ve kendi Maria Puderi’ni aramaya başlamaması imkan dahilinde değildir.

“Bunun Böyle Olmaması Lazımdı...”

Sabahattin Ali kitabı kaleme alırken 1940’lı yıllarda yaşanan aşka ve sevgiye dair söylenebilecek hemen hemen tüm sözleri söylemiştir. Okuyucuya da bu gerçeklikte sürüklenip gitmek kalıyor. Öyle ki hikayeyi okurken insan hayatı ve kendi yaşamını daha derinden inceleme fırsatı buluyor. Yine sayfaları çevirdikçe insanların aşk ve ölüm karşısında aldıkları aciz hâli görüp, insanların birbirleri ile olan ilişkilerinin aslında ne kadar basit tesadüfler sayesinde gerçekleştiğini seziyoruz. Kitaptaki karakterlerin hepsi de hayatta kendi başlarına, yalnız olarak yol almayı seçmiş bireylerdir. Kitap da bu kendi karakterleri gibi her yalnız yürüyüşün simgesini oluşturur. Eser elinde bulundurduğu olağanüstü gerçekçilikle okuyucuyu tekrar tekrar kendine kilitliyor, okuyucu da sıkılmadan arka arkaya okuyor. Her seferinde de “Bu sefer sonu farklı olsun be” serzenişleri ile kitabın sonuna doğru yolculuğa çıkıyor.

18 Eylül 2007 Salı

Monte Kristo Kontu (Alexandre Dumas)


İnsanın, kendini yalnız hissettiği zaman ya da en çaresiz anında sığınacağı ilk liman neresidir? Annesi mi, babası mı, yoksa kardeşi mi? Belki de hiçbiri. Öyle anlar vardır ki bir dost herkese bedeldir. Babamızla, annemizle ya da kardeşimizle rahat rahat konuşamayacağımız bir konuyu en yakın arkadaşımızla paylaşıp, onu dert ortağımız yapmayı seçeriz kimi zaman. Seçeriz çünkü o dosta güvenimiz sonsuzdur. Bizi asla yanıltmazlar. Yoksa yanıltırlar mı?
Kendi halinde, başarılı bir denizci olan Edmond Dantes için kazın ayağı çok daha farklı. Kendisi Marsilya’nın ünlü zenginlerinden Morrel’in gemisi Firavun’un Akdeniz adalarına çıktığı bir seferde gemi mürettebatında çalışmaktadır. Ancak kaptan olarak çıkmadığı bu seferden, kaptanın başına gelen bir talihsizlik nedeniyle kaptan olarak dönmüştür. Ölümcül bir hastalığa yakalanan kaptan seferi sağ tamamlayamaması durumunda Elbe Adası’naki bir görevi yerine getirmesi için Dantes’i görevlendirir. Elbe Adası ise o sıralar sürgünde olan devrik lider Napolyon’un gücünü yeniden toplamak için saklandığı yerdir. Firavun’un kaptanı ölünce Dantes de kaptanının son isteğini yerine getirir. Elbe’de Napolyon ile bizzat görüşür ve ondan Paris’e götürülmek üzere bir mektup aldıktan sonra geçici olarak geminin kontrolünü ele alır. Artık aklında tek bir şey vardır; Marsilya’ya dönüp, aylardır görmediği babasını ve nişanlısı Mercedes’i kucaklamak. Bu düşünce onu olumlu yönde kamçılar. Henüz 19 yaşında olan Dantes de bu kadar genç bir denizciden beklenmeyen bir performansla gemiyi Marsilya limanına getirir. Geminin sahibi Morrel ise Edmond’un bu üstün başarısı karşısında kayıtsız kalmaz ve onu gemisinin yeni kaptanı ilan eder. Fakat bu durum bir kişiyi rahatsız etmiştir. Danglars adındaki bu gemici Edmond’un çocukluk arkadaşıdır ve ondan daha tecrübeli bir denizcidir. Firavun’un hemen hemen tüm seferlerinde de yer almıştır. Mösyö Morrel’in kendisini değil de Edmond’u kaptan yapmasına çok içerler. İşin belası; Danglars, Edmond’un Elbe Adası’na ne için çıktığını adı gibi bilmektedir.
Edmond ise Marsilya’ya ayak basar basman ilk iş olarak babasının yanına gider. Onunla hasret giderdikten sonra ise sıra, burnunda tüten nişanlısı Mercedes’i görmeye gelmiştir. Fakat Edmond, Mercedes’i görmek için onun evine gittiğinde ise Mercedes’in kuzeni Fernand’ın kızı sıkıştırmakta olduğunu görür. Fernand kuzenine aşıktır ve ona Edmond’dan umudunu kesmesi yönünde baskı yapmaktadır. Genç kız ise kardeş gibi büyüdüklerinden yakınarak, Fernand’ın isteğini reddeder. Tüm bunların üstüne aniden ortaya çıkan Edmond’u gören Fernand’ın gözleri nefretle dolar ve selam bile vermeden çeker, gider.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Dantes daha fazla dayanamaz ve bir sonraki sefere çıkmadan Mercedes ile evlenmek istediğini kendisine söyler. Genç kız bu teklife bir hayli sevinir. Artık Dantes için yıllardır beklediği an gelmiştir. Düğün gecesi herkes için hoş başlamıştır. Bu mutlu tablo bir süre sonra kraliyet savcısı Vilfor’un adamlarının düğün yerini basmasıyla son bulur. Savcının adamları Edmond’un ellerine kelepçeleri takmışlardır. Sebebini bilmediği kalleş bir iftiranın pençesinde olan Dantes, krala karşı olan Napolyoncular ile işbirliği yapmakla suçlanmaktadır. Kendisini savcıya ihbar edenler ise dostu bildiği Danglars ve Fernand’dan başkası değildir.
Savcının huzuruna çıkarıldığında savcı Vilfor ona, imparatorun destekçilerinden Paris’e bir mektup taşıyıp taşımadığını sorar. Bunun üzerine Edmond da savcıya kaptanının başına gelenlerden itibaren her şeyi anlatır. Görevin amacından bihaber olduğunu söyler. Akabinde Vilfor’a sözkonusu mektubu uzatır. Savcı zavallı Edmond’un masumiyetine inanmaktadır. Ancak mektubu açıp okuduğunda gözleri yuvalarından fırlar. Nedenine gelince... Savcı Vilfor, devrik imparator Napolyon’un eski destekçilerinden birinin oğludur. Bu durum kral için çalışan savcıda bir utanç yaratmıştır. Açıp, okuduğu mektupta ise yakında krala karşı ayaklanma başlatacak olan Napolyoncular’ın planlarını içermektedir. Vilfor her ne kadar Dantes’in masum olduğuna inansa da kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi yeğler. Kendi babasının adının geçtiği bu mektubu onun gözleri önünde yok eder. Daha sonra ise Dantes’e kendisini en kısa zamanda kurtaracağına dair söz vererek, onu İf Şatosu’na hapseder.
Dantes şatoda geçirdiği ilk günlerinde oradan kurtulup babasına ve Mercedes’e kavuşacağına inanmaktadır. Ancak günler aylara, aylar da yıllara dönüşünce Edmond’un pek bir ümidi kalmaz. Tam bu esnada, bir gün hücresinde otururken yerin yarıldığını fark eder. Ortaya bir hayli yaşlı bir adam çıkar. Bu kişi Edmond’un yan hücresinde kalan ve hapisten kaçma ümidiyle yıllardır kazan, ancak yolu Edmond’un hücresine çıkan Deli Faria’dır. Faria çok bilge biridir. Zamanla Edmond ile çok yakın arkadaş olurlar. Edmond’un üzerindeki tüm ümitsizliği bir anda çekip, yok eder. Aynı zamanda onun bilgiye aç biri olduğunu keşfeder. Kendisine birçok alanda ders verir. Beraber yeni bir kaçış plânı yaparlar. Kaçışa çok az bir zaman kalan Faria yaşamını yitirir. Ölmeden önce ise Edmond’a Monte Cristo adasında yer alan bir hazineden bahseder. Edmond Dantes, hocasının ölümüyle tam yeniden ümitsizliğe düşecekken, onun kendisine öğrettikleri sayesinde güçlü kalabilmeyi başardı. Ve bir gece İf Şatosu’nda geçirdiği 14 seneyi arkasında bırakarak, firar etti. Artık ilk işi hazineyi bulmak olan Dantes’in ondan sonra tek bir hedefi kalacaktı; intikam aşını soğutarak yemek.
Dantes Monte Cristo Adası’ndaki hazineyi ele geçirdikten sonra, 14 yıl aranın ardından Marsilya’ya tekrar ayak basar. Değişen pek bir şey yoktur. Babasını ve nişanlısını bıraktığı yere döndüğünde, babasının yıllar önce oğlunun acısına dayanamayarak ölmüş olduğunu öğrenir. Mercedes’ten ise hiç haber yoktur. Kısa bir araştırmanın ardından öğrenir ki Mercedes, Edmond’u yıllarca bekledikten sonra ümidini kesip, artık bir milyoner olan kuzeni Fernand ile evlenmiştir. En yakın arkadaşların Danglars’ın da zenginlik bakımından Fernand’dan aşağı kalır yanı yoktur. Her ikisi de Fransa’nın önde gelen ailelerinden olmuşlardır.

"Bekle ve Ümit Et"

Alexandre Dumas, Monte Kristo Kontu’nu kaleme alırken ana karakter olarak Edmond Dantes’i belirlemiştir. Edmond Dantes karakterini basitçe irdelediğimizde onun hayatını, istemeden de olsa, çaresizlik, sabırsızlık ve ümitsizlik üzerine kurduğunu anlamak mümkün. Dantes basit bir denizciyken eline geçen fırsatı iyi değerlendirmiş ve büyük bir fırsat yakalamıştır. Ancak bu fırsat hayatının 14 senesine mâl olmuştur. Etrafına saygısından ötürü herkesin takdirini toplayan bir adamın düşmanı olabilir mi? Bu mümkün mü? Edmond Dantes için bu sorunu cevabı “evet”. Gerçek yaşantıda da bu böyle değil midir? Hayatını belli bir düzene sokmuş, başarılı ve iyi kalpli kimseler yaşamaz mı en büyük felaketleri? Hayatındaki en önemli iki şeyden biri babasıdır. Diğeri ise nişanlısı Mercedes’tir. Yaşamını bu insanları mutlu edebilmek için kurmuştur. Fakat en yakın arkadaşları kıskançlığın pençesine düşüp onu sırtından vurmuşlardır. Dantes hayatının en parlak yıllarını İf Şatosu’nda hapis olarak geçirmiştir. Aradan geçen 14 yılın ardından bir şekilde firar eden Edmond, bulduğu hazineyle birlikte güç ve erk sahibi biri olarak Marsilya’ya geri döner. İntikam çanları acı acı çalmaktadır. Bu noktada ana karakter olan Edmond’un intikamını, elde ettiği hazine sayesinde aldığını ve paranın bu dünyada insanların güç elde edebilmesi için ne kadar önemli olduğunu görürüz. Tüm bunlara karşın Edmond geçen yıllar için ümit etmenin ve beklemenin önemi anlamıştır. Düşmanlarına karşı da fiziksel güç yerine zekasını kullanmıştır. Elini kana bulamadan nasıl intikam alınacağını da okuyucuya kanıtlamıştır.

Zenginlik Her Şey Değildir

Kitabı okuduğumuzda anlarız ki insanın sahip olduğu zenginlik bazen ona her şeyi veremeyebilir. Bu kural gerek Dantes için, gerekse onu arkasından vuranlar için değişmez. Hepsi için sonuç aynıdır. Serveti sayesinde kalan yaşamını rahatça sürdürebilecekken o, bu yolu seçmemiştir. Edmond Marsilya’ya döndüğünde görür ki Danglars, Fernand ve hatta Mercedes hayatlarını kendi çıkarları için kurmuşlardır artık. Ancak hiçbiri yeni ismi Monte Kristo olan Edmond’dan daha iradeli olamamışlardır. Deyim yerindeyse paranın kölesi olmuşlardır. Monte Kristo ise elde ettiği servetle istediği kötülüğü yapabilecek güce sahip olmasına rağmen şiddet içeren bir intikam yolu seçmemiştir. Yıllar onu son derece geliştirmiş, gezdiği yerler ve okuduğu kitaplar sayesinde bilgisine bilgi katmıştır. İntikam zamanı gelip çattığında ise tüm servetini paragöz düşmanlarını kıskandırıp, onların ilgisini kendi üzerine çekmek için kullanmıştır. Fernand, Danglars ve eski aşkı Mercedes avucuna düştüğündeyse kedinin fareyle oynadığı gibi onlarla oynamıştır. Uzun lafın kısası Monte Kristo gücünü klişe Amerikan filmlerindeki gibi çelik kaslar ve silahlardan değil, Edmond’u Monte Kristo’ya çeviren parlak zekası, inceliği, zarafeti, asaleti ve en önemlisi sabrından almıştır. Haliyle sadece yıllarını çalan sözde dostlarını değil, onları tüm aileleriyle birlikte cezalandırmak yolunu seçer. Danglars ve Fernand’ı iflasın eşiğine getirir. Tüm bunları yaparken kendisini kandıran savcı Vilfor’u da unutmaz tabii. Tüm bunları yapar, çünkü İf Şatosu’nda geçirdiği yılları delirmeden tamamlamasını ona tanrının sağladığını düşünür. Ona göre bunun da tek bir nedeni olabilir; tanrı onun intikamını almasını istiyordur.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 7

Fear is the path to the dark side. Fear leads to anger. Anger leads to hate. Hate leads to suffering. I sense much fear in you. (Star Wars: Episode I - The Phantom Menace --> Yoda)

Goriot Baba (Honore de Balzac)

“Zengin olsaydım, servetimi korusaydım, onlara vermeseydim, şimdi burada olurlardı. Dudaklarıyla yanaklarımı yalarlardı. Bir konakta otururdum, güzel odalarım, uşaklarım, ateşim olurdu. Başucumda kocaları ve çocuklarıyla gözyaşı dökerlerdi. Bütün bunlar benim olurdu. Şimdiyse hiç. Para her şeyi verir insana, kızlarını bile. Ah! Param... Param nerede? Bırakacak hazinelerim olsaydı, yaralarımı sarar, bakarlardı bana. Seslerini duyar, yüzlerini görürdüm.”
Bu haykırışlar bir zamanlar Paris’de tek başına ayakta durmayı başarabilmiş, hayatını kızları Delphine ve Anastasie’ye adamış bir babanın son sözleridir. Bir başka deyişle Honore de Balzac’ın en ünlü yapıtlarından Goriot Baba’nın Goriot’unun son sözleridir. İhtiyar Goriot yıllar yılı buğday tüccarlığı yaparak geçimini sağlamış ve bu yolla iki kızına iyi bir hayat vermeye çalışmıştır. Goriot öyle bir babadır ki kızlarına akıl ve mantığın devredışı kaldığı bir sevgi beslemektedir. Yıllar geçer, kızlar büyür, Goriot iyiden iyiye çöker. Tahsillerini tamamlayan kızlar bir anda kendilerini Paris’in jet sosyetesinin içinde buluvermişler. Evlendikleri adamlar parlayan kentin ileri gelenlerindendir. Bu sayede Delphin, Madam de Nucingen; Anastasie de, Madam de Restaud oluvermişlerdir. Para her şeyi bir anda silmeye yetmiştir, geçmişi bile. Onları o noktaya taşıyan adamla, babalarıyla, bir süre göstermelik de olsa ilgilenen kızlar daha sonra ilgilerini çekince, bundan cesaret bulan kocaları da zavallı Goriot’un kıçına basmışlardır tekmeyi. Artık o geçmişten kalan birikimleriyle kalan yaşamını geçirmeye mahkum kalmıştır. Tüm yapılanlara rağmen kızlarına hiç suç atmamış, onlara sırtını dönmemiştir. Zamanında çok zengin olmasa da yoksul da sayılmayan bu adam artık Paris’in göbeğinde kimsesizdir. Kalan günlerini Paris’in kenar mahallerinden biri olan Saint-Marceau’daki Neuve Saint-Geneviéve Sokağı’nda bulunan Maison-Vauquer pansiyonunda geçirecektir.
Hikayenin bir diğer kahramanı da genelde Goriot’dan daha fazla ön planda bulunan Eugéne de Rastignac’dır. Rastignac üniversitede hukuk eğitimi almak için Paris’e gelmiştir. Ancak hayallerindeki Paris çok daha farklıdır. Rastignac Paris’de kalmak için ise Madam Vauquer’in pansiyonu olan Maison-Vauquer’i seçmiştir. Mekanın sıradışılığı, fakirliği ve acınırlığı, onun kente gelirken aklında beliren şatafatlı Paris ile büyük bir kontrast oluşturmaktadır. Her şeye rağmen Paris hakkındaki ve kendi geleceği üzerindeki planları devam etmektedir. Rastignac çok hırslı ve hep daha fazlasını hedefleyen bir gençtir. Ancak Paris gibi bir kozmopolit kentte var olabilmesi bulunduğu şartlar altında son derece güçtür. Çünkü kıt kanaat geçinen ve kazandıklarının yarısından fazlasını onu okutabilmek için ayıran bir ailesi vardır. Tüm bu handikapları göz önünde bulunduracak olursa yükselmesinin tek yolu Paris sosyetesinden zengin bir bayana kendini aşık etmesinden geçmektedir. Bir gece, Paris’de hatrı sayılır bir bayan akrabası tarafından, bir partiye davet edilir ve partide eline hayatının fırsatı geçer. Eugéne, Madam de Restaud ile tanışır. İlk başta herkes tarafında hor gürülse de genç adam kısa sürede bu çevreye ayak uydurmayı başarır. Tanıştığı bu genç ve güzel kadının geçmişine bir yolculuk yapınca onun, kaldığı pansiyonda yaşayan Goriot’un kızı olduğunu öğrenir. Bu durum Eugéne’de Goriot’un hayatına doğru bir merak uyandırır. Zamanla tüm hikayeyi öğrenir ve Goriot Baba’ya sebebini bilmediği bir yakınlık hisseder. Hayattaki tek gayesi kızlarına daha iyi bir yaşam sunabilmek olan bir adam, tüm yaptıklarının karşılığında nasıl böyle bir sonla karşılaşabilirdi ki? Bu gibi soruların muhasebesi ile beraber Rastignac’da, Madam de Restaud’ya ve her ne kadar tanımasa da diğer evlada karşı bir önyargı oluşur. Tüm bunlar olup biterken, elinde hiçbir şeyi kalmayan Goriot ise hâlâ kızları için nelerden fedakârlık yapabileceğini düşünmektedir.
Balzac çoğu eserinde toplumun tüm kesimlerinden gelen insanların hallerini gerçekçi bir dille anlatmaya çalışmıştır. Öyle ki bu tarz eserlerini İnsanlık Komedyası adı altında toplamıştır. Goriot Baba da bu eserlerden biridir. Kitapta birden fazla tema işler yazar, ancak hiç şüphesiz bunlardan en çok önplana çıkanı “baba olmak” temasıdır. Bir tarafta hayatını şuursuzca sevmeye adamış, bu uğurda kendini harcamış ve tüketmiş bir baba; diğer tarafta devamlı fazlasını isteyen, gücünü arttırmak hevesiyle eriyen, en büyük ideali günün birinde zengin ve itibar sahibi biri olmak olan bir genç. Her ikisi de kendi varoluşlarının ölçüsünü ayarlamakta zorlanmaktadır. İnsanların yaşamlarında sonsuz sevgi hırsı ya da buna duyulan açlık mı daha önemlidir, yoksa sınırsız para ve maddiyat sevdası mı? Belki daha derine iner ve yakın bir takipte bulunursak her ikisinin de dönüp dolaşıp bir yerlerde aynı kapıda buluştuğunu görebiliriz. Bu açıdan baktığımızda aslında en önemli meselenin ikisi arasındaki ölçüyü dengelemek ve bunların ikisine de aynı anda sahip olabilmektir. Kitabın son sayfasını çeviren herkes de illa ki kendi iç muhasebesini yapacak ve kendini bir evlat olarak sorgulamaktan geri kalmayacaktır.
Goriot Baba’yı okurken “Balzac benim sabrımı mı denemeye çalışıyor?” diye kendi kendine sorabiliyor insan. Öyle ki kitabı elinize alırsınız ve ilk 100 sayfa itibariyle tasvir bombardımanına uğrarsınız. Yalnız bu bombardımandan sağ kurtulabilirseniz kitabın geriye kalanı muhteşem bir gerçeklik sunar size, elinizden bırakamazsınız. Realizmi bir edebiyat akımı olarak düşünürsek eğer, Goriot Baba da o akımın kutsal kitabı sayılabilir. Bu bakımdan, benim gözümde, Balzac bu eseriyle edebiyatta gerçekçiliğin doruklarına bayrağı dikmeyi başarmıştır.

P.S: Okuduklarınız geçen sene ödevim için hazırladığım bir kitap eleştirisinden alıntıdır.

16 Eylül 2007 Pazar

Disturbia


İki akşam önce toplandık arkadaşlarla ve oturup şöyle en gericisinden bir film izleyelim dedik. Uzunca bir karar verme sürecinin ardından geçtiğimiz yaz aylarında ülkemizde de vizyona giren Disturbia isimli filmde karar kıldık. Aslına bakılırsa filme başlamadan senaryosunu bildiğim için başıma gelecekleri az çok tahmin etmiştim. Ancak arkadaşları da kırmamak için izlemeye başladık. Sonuçta kaybedilecek bir şey yoktu. Yönetmenlik koltuğunda ise Two for the Money ve The Salton Sea gibi filmlerden tanıdığımız D.J.Caruso'nun yer aldığı filmin oyuncuları içinde tanıdık ve sevilen yüzleri görmek filmin hemen başında benim için artı puan oldu. Matrix üçlemesinden tanıdığımız Carrie-Anne Moss fedakâr ve cefakâr anne bayan Julie rolünde, Transformers'da yıldızı parlayan Shia LaBeouf ise onun uslanmaz oğlu Kale rolündeydi. Bu iki ismin yanında hep iyi rollerde oynamasına alıştığımız ancak bu kez bizi ters köşeye yatırarak filmin kötü karakteri bay Turner'ı canlandıran David Morse da kadroda yer edinmiş. Bir de ilk izleme fırsatı bulduğum bir hanım kızımız var filmde. 84 doğumlu olan ve adı Sarah Roemer olan söz konusu hatunu buradan inceleyebilirsiniz. Fakat bence fazla kurcalamayın :)
Filmin konusuna gelince... Trajik bir şekilde babasını kaybeden Kale, kaybının üzerinden 1 yıl geçmesine rağmen hayatını belli bir düzene sokmayı başaramamıştır. Bu süre içerisinde daima annesine sorun yaratmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bir gün ders sırasında damarına basan hocasını yumruklaması ise zincirin son halkasını oluşturmuştur. Mahkemeye çıkan Kale ev hapsi ile cezalandırılmıştır. Artık evinin sınırları dışına çıkamayacak olması hayatını daha sıkıcı hale getirmeye başlamıştır bile. Aslında yaptığı şeyler de Play Station oynamak, i-pod'dan müzik dinlemek ve dürbünü ile etrafı gözlemekle sınırlıdır. Yine bir gün yanlarındaki eve yeni taşınan güzel Ashley'i dürbünle izlemek için pencereye gelmişken, sokağın karşısıdaki evin penceresine yönelir gözleri. Gördükleri karşısında donakalmıştır. Çünkü az önce bir cinayete tanık olmuştur.
Yukarıda da belirttiğim gibi senaryoyu biliyordum ve beklentim olmadan başladım izlemeye. Filmin ilk dakikalarındaki soluk kesici sahne dışında uzunca bir süre pek bir hareketlilik göremiyorsunuz. Olayların akışının çok uzun tutulması ve aksiyonun son 15 dakikaya sığdırılması kanımca filmin handikapı. Aslında demem o ki, 105 dakikalık bu film, 1 saate dahi rahatça sığdırılabilirmiş. Ancak yine de insanı sıkmadan, hoş vakit geçirtebiliyor. İzleseniz olur yani.

Dinlenmesi Gerekenler (1) - İhtimaller Denizi

Sürüklenip gidiyorum
rüzgârının tam önünde.
Bir batıp bir çıkıyorum,
ihtimaller denizinde.
Bırak beni boğulayım
gözlerinin tam içinde!
Dibe vurup dağılayım
ihtimaller denizinde.
Bırak!
Bırak!
Bırak!
Neredeyim bilmiyorum.
Her taraf sisler içinde.
Ateşim yok, yanıyorum
ihtimaller denizinde..
Bırak beni boğulayım
gözlerinin tam içinde!
Dibe vurup dağılayım
ihtimaller denizinde

YÜKSEK SADAKAT

P.S: Ekşi'de biri "Bok var böyle sözler yazıyorsunuz değil mi?" diye bir yorumda bulunmuş. Aynen katılıyorum :)

15 Eylül 2007 Cumartesi

15 Yeni Türk Filmi Geliyor

Yabancı filmleri izlemekten bıktığımız şu günlerde bizi heyecanlandıracak tonla haber geldi. Başlıktan da anlayacağınız gibi Türk sinemasever yıl sonuna dek 15 yeni Türk filmiyle buluşacak. Filmlere şöyle üstünkörü bir göz attıktan sonra birkaç yapım dışında beni oldukça heyecanlandıran filmlerin olduğunu fark ettim. Peki bu filmlerin arasında neler mi var? Kısaca geçelim o halde...

CUMHURBAŞKANI ÖTEKİ TÜRKİYE: Yönetmenliğini Zeki Alasya'nın yaptığı, yapımcılığını ise Cemil Çetin'in üstlendiği filmin oyuncu kadrosunu ise Zeki Alasya, Derya Baykal, Şahap Sayılgan, Yeliz Yeşilmen, Ayla Algan, Sezai Altekin, Bahadır Tokmak ve Ali Uyandıran süslüyor. Bu isimler dışında filmin konuk oyuncuları da var tabii. 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Deniz Arman, Aykut Oray, Cenk ile Erdem ikilisi ve Aziz Üstel filmin konuk oyuncuları arasında yer alıyor.
Film siyasetin yoğun temposundan dolayı bunalan ve bu nedenle bir süreliğine firar edip, halkın arasına karışan cumhurbaşkanının öyküsünü anlatacak. First Lady'nin de bulunduğu bu VIP firar ekibine Ankara çıkışında bir de hayat kadını katılır. Ankara sınırında başlayan bu tuhaf olaylar cumhurbaşkanı ve eşinin zorunlu konaklayacakları bir balıkçı kasabasında devam eder. Cumhurbaşkanı bir anda kendini "öteki Türkiye'de" buluverir. Film 21 Eylül 2007'de izleyici ile buluşacak.

YAŞAMIN KIYISINDA: İzleyici ile buluşacak olan bir diğer film ise bu yıl Cannes'da en iyi senaryo ödülünü kucaklayan, Fatih Akın'ın son filmi Yaşamın Kıyısında. 26 Ekimde Türk sinemaseverle buluşacak olan filmin oyuncu kadrosunda Nurgül Yeşilçay, Baki Davrak, Hanna Schygulla, Patrycia Ziolkowska, Tuncel Kurtiz, Nursel Köse, Yelda Reynauld, Erkan Can, Güven Kıraç, Nejat İşler ve Şevval Sam gibi isimler bulunuyor. Çekimlerinin Hamburg, Bremen, İstanbul, Trabzon ve Karadeniz kıyılarında yapıldığı film, Almanya ve Türkiye’de farklı kültürlerden gelen kişilerin ilişkilerini anlatıyor.

AVRUPALI: 12 Ekimde izleyici ile buluşacak filmlerden biri Avrupalı. Senaryosunu İrfan Tözüm ve Ulaş Ak'ın yazıp yönettiği filmin baş rollerini Cem Davran, Yasemin Kozanoğlu, Sema Öztürk, Aydemir Akbaş, Murat Soydan, İlknur Soydaş, Aykut Oğut, Eva Maya, Esra Banguoğlu, Hakan Gerçek, Ceyhun Yılmaz, Cengiz Tünay, Somer Karvan, Serkan Genç, Osman Tamburacı ve Kuzey Vargın paylaşıyor. Film, Avrupa Birliği sürecinde tartışılanları, yaşananları ve bu birleşme sonrasında yaşanacak çelişkileri anlatan bir komedi.

JANJAN: 12 Ekimde vizyona girecek olan bir diğer film olan Janjan'ı Aydın Sayman yönetmiş. Oyuncu kadrosunda Berk Hakman, Selen Seyven, Çetin Öner, Levent Yılmaz ve Aykut Oray gibi isimlerin bulunduğu film, yoksul ve mütevazi bir Anadolu kasabasında yaşayan genç ve zararsız bir deli olan Janjan'ın hikayesini anlatır. Evinde barındığı Murtaza Efendi, ömrünün son demlerinde başlık parası olarak arazisini vererek köyden genç ve çok güzel bir kızı eş olarak alır. Ancak Murtaza Efendi kızı sokağa çıkarmamaktadır ve onu rahatlıkla görebilen tek kişi Janjan’dır. Janjan’la Güzel’in kader birliğinden doğan arkadaşlığı bir süre sonra aşka dönüşür ve kız hamile kalır.

RIZA: Tayfun Pirselimoğlu imzasını taşıyan Rıza İstanbul-Adana arasında taşımacılık yapan bir kamyon şoförünün hikayesini anlatıyor.
Rıza Akın, Nurcan Eren, Melissa Ahmedi ve Emin Baş’ı oynadığı film, 26 Ekimde vizyona girecek.

BANA ŞANS DİLE: Merakla beklenen filmlerden biri de Babam ve Oğlum'la dikkatleri üzerine çeken Çağan Irmak imzalı Bana Şans Dile. 5 Ekimde vizyona girecek olan filmi Çağan Irmak yazıp yönetmiş. Film, günümüz Türkiyesi'nde geçen son dönem Türk gençliğinin bir portresini ortaya koyuyor. Baş rollerinde Deniz Uğur, Melisa Sözen, Rıza Kocaoğlu, Nilgün Belgün, Volkan Severcan, İsmail Hacıoğlu, Aysun Metiner, Levent Sülün, Nuran Yılma ve Başak Daşman'ın yer aldığı filmin konusu ise şöyle; "İçe kapanık, iletişimsiz, sakar lise öğrencisi Bahadır bir sabah uyandığında dünyayı değiştirmeye karar verir. O sabah okula giderken beline taktığı tabancayla sınıf arkadaşlarını rehin alarak korkulu anlar yaşatacak olan Bahadır, onlardan hayatları boyunca kendilerini en çok yaralayan anılarını anlatmalarını ister."

SIFIR DEDİĞİMDE: Gökhan Yorgancıgil’in gerçek bir olaydan yola çıkarak kaleme aldığı ve yönettiği “Sıfır Dediğimde” filminin baş rollerinde Oktay Kaynarca, Hazım Körmükçü, Semih Sergen yer alıyor.
2 Kasımda vizyona girecek filmin konusu özetle şöyle: "Güzel Sanatlar Fakültesi resim bölümünde okuyan Aslı, bir gün çok sevdiği sanat tarihi hocasından antika değerinde orijinal bir kitap ödünç alır. Ne var ki Aslı, kitabın da içinde olduğu çantasını o gün kaybeder. Aynı zamanda çantasını nerede ve nasıl kaybetmiş olabileceği hakkında en ufak bir şey hatırlamamaktadır. En yakın arkadaşı Nevin, kitabı nasıl kaybettiğini hatırlamaya çalışırken gittikçe bunalıma sürüklenen Aslı’yı bir psikiyatriste götürür. Psikiyatrist Dr. Melih, Aslı’yı görür görmez teşhisini yapar: Dissosiyatif Amnezi. Ve bu tanıya en iyi cevap veren tedaviyi uygulamak ister. Hipnoz."

FİKRET BEY: 2 Kasımda seyirci ile buluşacak olan Fikret Bey'in yönetmen koltuğunda Selma Köksal var. Erol Keskin, Fuat Onan, Gökçe Algan, Metin Arslan, Deniz Sevinç’in oynadığı filmde, yaşamı sona ermekte olan Fikret Bey’in hayatına ilişkin detaylar anlatılıyor.

ANKA KUŞU: Ülkemizin ilk bilimkurgu filmi olan Kavanozdaki Adam'ın yönetmeni Mesut Uçakan imzalı Anka Kuşu ise Robert Zemeckis'in Mesaj ve Wachowski Kardeşler'in Matrix üçlemesinden izler taşıyor. Filmde, Yalçın Dümer, Kenan Bal, Kaan Girgin, Cansu Şahin, Rahmi Dilligil, Ceren Öztürk, Mahmut Hekimoğlu ve Gafur Uzuner rol alıyor.

YUMURTA: Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”nin son filmi “Yumurta”, 9 Kasımda vizyona girecek.
Baş rollerini Nejat İşler ve Saadet Işıl Aksoy’un paylaştığı, üçlemenin son filmi olan “Yumurta”, şair Yusuf’un hikayesini anlatıyor. Filmin konusu şöyle:
“Şair Yusuf annesinin ölüm haberini alır ve yıllardır uğramadığı kasabadaki çocukluk evine döner. Bakımsızlıktan harap düşmüş bir evde onu genç bir kız, Ayla beklemektedir. Yusuf beş yıldır annesi ile yaşayan bu uzak akrabadan habersizdir. Ayla’nın Yusuf’tan bir isteği vardır. Zehra’nın ölmeden önce adadığı adağı oğlu Yusuf yerine getirmelidir. Yusuf, taşra hayatının durağan ritmi, eski sevgili, dostlar ve hayaletlerle dolu mekanlar ve içini kaplayan suçluluk duygusu yüzünden bu isteğe karşı koyamaz. Ve Ayla ile Yusuf, üç-dört saat uzaklıktaki bir yatır türbesinde yapılacak kurban kesimi için yola çıkarlar. Kurbanlığın seçileceği sürünün bulunamaması yüzünden geceyi bir krater gölünün kenarındaki otelde geçirirler ve katılmak zorunda kaldıkları düğünün atmosferi Yusuf ile Ayla’yı birbirlerine yaklaştırır. Yağan ilk kar suçluluğu örterken, koçun kurban edilişi Yusuf’un kaderini değiştirecek midir?”

MUSALLAT: 16 Kasımda vizyona girecek filmin yönetmeni Alper Mestçi. Film, cinler üzerine kurulu.

SAKLI YÜZLER: Yönetmenlik koltuğunda Handan İpekçi'nin oturduğu film, 23 Kasımda vizyona girecek.

ZEYNEP'İN SEKİZ GÜNÜ: Cemal Şan'ın yazıp yönettiği film ise 30 Kasımda seyirci ile buluşacak.

KABADAYI: İnşaat ve Her Şey Çok Güzel Olacak filmlerinin yönetmeni Ömer Vargı’nın yönettiği Kabadayı Aralıkta vizyona girecek.
Senaryosunu Gönül Yarası, Eşkıya, Gölge Oyunu, Muhsin Bey, Fahriye Abla gibi Türk sinemasının unutulmaz eserlerini hayata geçiren Yavuz Turgul’un yazdığı filmin baş rollerinde Şener Şen, Rasim Öztekin, İsmail Hacıoğlu, Aslı Tandoğan ve Kenan İmirzalıoğlu oynuyor. Merakla beklenen filmin konusu ise şöyle; "Meşhur kabadayılardan Ali Osman, eski günlerine veda etmiştir. Beklenmedik bir anda yıllardır görmediği eski aşkının izini bulur ve bir oğlu olduğu haberiyle sarsılır. Oğlu Murat, sevgilisi Karaca ile bir barda çalışmaktadırlar. Karaca’ya yıllardır aşık olan mafya üyesi Devran ise kızı geri alabilmek için her şeyi göze almıştır. Ali Osman’ın bundan böyle tek amacı, oğlu Murat ve sevgilisi Karaca’yı canı pahasına korumaktır ve bu yolda karşısına çıkan her şeyi yok etmeye hazırdır."

SEMUM: Hasan Karacadağ’ın yönettiği ve Ayça İnci, Burak Hakkı, Nazlı Ceren Argon ile Cem Kurtoğlu’nun oynadığı “Semum”, 28 Aralık’ta vizyona girecek. Canan ve Volkan Karaca çiftinin yeni aldıkları büyük bir eve taşınmalarıyla başlayan filmde, müthiş bir görselliğin yer aldığı farklı bir korku türü beyaz perdeye aktarılacak.
Filmin konusu ise şöyle; "Her şey çok iyi giderken bir gün Canan’a garip şeyler olmaya başlar. Canan yavaş yavaş başka bir varlığa, kendisine hükmetmeye başlayan bir yaratığa dönüşmeye başlar. Semum, kendisine hedef olarak neden Canan’ı seçmiştir ve ona ne yapacaktır?"

Her ne kadar insan bu kadar çok Türk filminin vizyona gireceğini duyunca sevinse de büyük olasılıkla geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yapımlardan çoğu beyazperdede hüsrana uğrayacak. Aradan cımbızlamak gerekirse yönetmeniyle, senaryosuyla, oyuncularıyla heyecan katsayımı şimdiden artırmayı başarmış yapımlar da var. Bunların ilk sırasında Yavuz Turgul ve Şener Şen'i yeniden biraraya getiren Kabadayı var. Hemen ardında ise Fatih Akın'ın Yaşamın Kıyısında isimli filmini sayabilirim. Ayrıca Cumhurbaşkanı Öteki Dünya, Bana Şans Dile ve Yumurta da plaselerim.

12 Eylül 2007 Çarşamba

Cem Gürdap'ı Kaybettik


Kayıp haberleri arka arkaya geliyor. Ellerim yazsa da yüreğim elvermiyor. Bir canın daha yitip gittiği dünya hakkında ne yazabilirim ki? Hababam Sınıfı'nın "Tulum Hayri"si de ebediyete göç etti. Dün öğle saatlerinde İstanbul Pendik'teki evinde geçirdiği rahatsızlık sonucu, henüz 50 yaşındayken gözlerini kapadı bu dünyaya. Hatırlanmamaktan şikayetçiydi her zaman. Hep denir ya "Vefa artık sadece bir semt ismi" artık diye, o sözün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha kanıtlayarak gitti maalesef. Yaşamında bir arayıp sorma zahmetine girmeyenler, ilgi göstermeyenler - ki medya bu anlamda en başta gelir - bugün cenaze törenini doldurmuşlar ki kelimeler böyle anlarda kifayetsiz kalıyor. Yarın akşam televizyonda Hababam Sınıfı'nı tekrar yayınlarsınız. Filmin başına da Cem Gürdap'ın resmi eşliğinde "Seni Unutmayacağız" yazısını koydunuz mu, tamam işte primin kralını yaparsınız, kralını!