Birkaç yazı önce yazdığım "Mektup" başlıklı yazının ikinci safhasıdır bu! Haydi bakalım...
--------------------------------------
Sevgili eski sevgili;
Mektubun elime geçti ve beni oldukça şaşırttı. İlk zamanlar olsa bu yaptığına acayip içerler, bir güzel sinirlenir ve belki de gönderdiğin mektuba cevap olarak seni bulup bir şekilde yaptıklarına seni pişman ederdim. Lâkin bunların hiçbirini yapmayacağım. Pek bir beklenti içinde olmasan da yazdığın mektuba verilmiş bir cevap olduğunu görünce heyecanlanmış olmalısın. Tabii ilk cümlelerimle bunu yaptığına pişman bile etmiş olabilirim seni, tabii pişmalık nedir öğrenebildiysen. Gurur dolu bir cevap olmayacak bu ya da tamamen nefret ürünü bir mektup. Yıllar beni son derece değiştirdi, senin bile tahmin edemeyeceğin kadar yani. Aslına bakarsan seni ilk gördüğüm yerde sıkıca bir kucaklamayı dahi düşünmedim değil. Bunun nedeni, deyim yerindeyse, mutasyonumu tamamlamamı sağlamış olman, beni daha kozmopolit hale getirebilmiş olman. İlk zamanlar körü körüne bir kin beslerken, artık olaylara farklı açılardan bakmayı yaşadıklarım sayesinde öğrendiğim için müteşekkirim sana. Mesela en önemli fark ne mi artık bende? “Aşk” kelimesinin üç harfli kısa bir kelime olmasına inat, büyüttüm kavramı kendi içimde. Aşkın sadece kız ve erkeğin birbirine bağlanması olmadığını anladım mesela. Örneğin bir kuşa, bir futbol takımına, bir filme, bir şarkıya ya da ne bileyim senin yazdığın gibi bir şehire mesela.
Ayrılığın uzun ve zorlu yolunda gölgesine sığınacağım ve rahatça ağlayabileceğim bir ağaç aradım mesela. O ağacın dalına tutunurken sıkı sıkıya, Leonard Cohen’den “Dance Me to the End of Love”dın sen benim için en basitinden. Yani merak etmeyecektin sen, çünkü çoktan unuturdum ben seni de şu şarkılar olmayacaktı işte.
Dallardan biri de “Eternal Sunshine of The Spotless Mind” oluyordu sonra. Ben Jim Carrey oluyordum, sen ise Kate Winslett. Farkına vardım ki Kate Winslet olamazmışsın sen. Bazen de batan güneşi izliyordum ağacın altında ve iki renk görüyordum tepenin arkasında: sarı ve kırmızı. En sıkıştığım, en bunaldığım anlarda Galatasaray’ı örtünüyordum üzerime. İyi de geliyordu. Beni hiçbir zaman terketmeyen ve terketmeyecek de olan tek aşkım olduğunu bir kez daha anlıyordum. Karşılık gözetmiyordu onun aşkı hem de.
İstanbul Boğazı’nı boğaz yapan martılara takılıyordu gözüm ara sıra. Gece gündüz demeden aşkları olan denize ne kadar da sıkı bağlandıklarını gözlüyordum. Martıların aşkına kavuşması için elimdeki simitten bir parça koparıp denize atıyordum. Parçaları almak için denize her dalışlarında ben de mutlu oluyordum onlarla. Sevap işliyordum kendimce, mantıklı bulduğum ibadeti gerçekleştiriyordum. Sonra düşündüm. Gitmiştin sen ve yoktun yanımda. Neye yarardı ki artık hatıralar? Avunacak şeyler gerekiyor insanlara. Daha sonra anlamsız hayatıma anlam katacak kişinin yine kendim olduğunu öğrendim. Umursanmamayı umursamamayı öğrendim.
Sonrası malum, bahsettiğin ve çok güzel bir şekilde isimlendirdiğin Antalyam’ı, yani Sevdaların Başkenti’ni, terketme zamanıydı. Yalnız bundan sonra her şeyi buna bağlayacağım. Aslında beni hayata yeniden bağlayanın ne bir film, ne bir şarkı ne de martılar olduğunu anladım Antalya’dan sonra. Ayrılırken Antalya benim için belki Kepez üstünden dökülen birkaç damla gözyaşıydı. İnsanın böylesine sevdiği bir yerden böylesine acı hatıralarla ayrılması ne kadar kötüydü bilemezsin. “Bu şehirden gitmiyordum”, sadece “gidiyordum bu şehirden”. Çünkü her ne kadar iki cümle arasındaki fark çok küçük de olsa işte o aradaki fark nice zahmeti anlatıyordu, nice gözyaşını belki de, ayrılıkları, ve hatta yaşanamayanları, binlerce lanet edişi o şehre, kaldırımların yalnızlığını anlatıyordu bana. Pozitif baktığımda ise yepyeni bir başlangıcın umudunu ya da en derin acılarla birlikte bırakılan güzellikleri anlatıyordu. Aslında anlayana anlatıyordu. Esas anlaması gereken hiç duymayacak olsa bile belki. Fakat aradan zaman geçtikçe ve hayatımın önümdeki birkaç yılını geçireceğim yeni kentime baktıkça, içimdeki Antalya ve İstanbul’u biraz olsun bize benzettim, bize göre yorumladım. Bu beni zaman zaman yaralıyor ama çoğu zaman mutlu kılıyor.
Antalya… Doğduğum, büyüdüğüm, gençliğimin ilk yıllarını eskittiğim şehrim, memleketim. Hayata serpildikten sonra akşamları Kaleiçi’nde arkadaşlarla parasızlık yüzünden dalgakıranlarda demlendiğim, sonra oradan çıkıp barların ve diskoların duvarlarına kulaklarımı dayadığım, dönen başımıza ve bulanan midemize inat Konyaaltı’na kumsala indiğim ve hatta o güzelim Akdeniz’i gecenin bir yarısı işeyerek kirlettiğim, güneş doğana kadar kimsesiz şezlonglarda yattığım ve annemi merak ettirdiğim, ve nasıl doğmamı, büyümemi izlemişse günü gelince son nefesime de tanıklık edecek olan şehr-i Antalyam. Kaçındıkça içine düşülen ama ne yaparsan yap kopulamayan kentimdir orası benim, bir zamanlar senin için düşündüğüm gibi. İnsana “özlem” kelimesinin ne anlama geldiğini bir anda öğretiveren şehirdir. Turkuazın en güzel halidir bir de, özlemi sıcağından daha fazla yakan.
İlk zamanlar sen olurdun Antalya. Ona olan sevgim gibiydi sana olan sevgim de işte. Üstüne koklanan onca güle rağmen burundaki kokusu hâlâ kendine özgü olan, özlenen, ve hatta beklenendi. Sılada Antalya için ne düşünüyorsam, ayrılık kapıyı çaldığında sen aynısıydın. O güzel günler gelip geçtiğinde, ardından ağlamadım, “kal” demeni de beklemedim değil hani. Her kelimesi avuntu kokan cümlelerim de hazırdı senin için. Uzaktaki yakınların yeriydi Antalya ben başka diyarlardayken, aynı zamanda yakında uzaklardan varacağım şehirdi hep. Sana da uzaklardan varacağımı düşünürdüm. Evet, sadece düşünürdüm.
Beylerbeyi’nde, Boğaz’a karşı oturup karşımdaki koca gri kenti izlerken, hayal ederdim hep o an bir el dokunsa omzuma diye. Ben de dönüp bakmadan kimin geldiğini anlasam. Yüzümde bir gülümseme, gözlerimde bir damla yaş ile ömrüme ömür katsam İstanbul’un önünde. Gelen Antalya olsa, yani sen olsan. Bir gün elbet bana yeniden evlenme teklif etmesini beklediğim eski sevgilim, ilk aşkım gelmiş olsa, o beklenen gün için gelmiş olsa. Bu kez reddetmesem ve omzumdaki elini göğsüme götürüp “evet” diye yanıtlasam. Sıkı sıkı sarılsam. O teklif gelmeyecekti ve ben de beklenmedik şehre ve insanlara bırakacaktım kendimi. İlk başta boş ve anlamsız gelen İstanbul doldurabilecek miydi tüm bunların yerini? Antalya gibi bir bağ kurabilecek miydim onunla senin aranda? Ya da bunu istiyor muydum gerçekten? Zira bunun yanıtını bulmak için çok fazla beklemeyecektim.
İstanbul’a ilk geldiğim gün ellerimde valizlerle kendimi garip hissediyordum. Hep filmlerde görmüştüm bu hale düşenleri. Gerçekmiş meğer. Bu koca şehirle göz göze geldiğimiz ilk an uyuşamayacağımızı anlamıştım. Her şeyin ilacı olan zamanın bu uyuşmazlığı düzeltemeyeceğini kim söyleyebilirdi ki? Düzeltti de zaten.
Küçüklüğümde İstanbul “çınarlı, kubbeli mavi bir liman”dı benim için ve kimse beni o limana çıkaramazdı. Fakat büyük konuşmamak gerekirmiş. Çıktık o limana. Alışma devresinin ardından istesem de istemesem de alışmam gereken bu kente çok da zor alıştığım söylenemezdi. Bir kere, ikinci bir aşıklar kenti bulmuştum kendime. Yalnız bu defa biraz farklıydı. Tek kişilik aşk yaşanırdı İstanbul’la İstanbul’da. Asla bir ikincisi olmazdı yani. Bu dev şehir benim için binlerce koca eskitmiş, yosma ama nasıl oluyorsa her sabah bakire olarak uyanan bir kadındı. Çirkin ve kirliydi. Dokunmak dahi istemezsin ya, aynen öyleydi işte. Yalnız gece olup da güzel bir elbise giyince üzerine ve bir de makyaj yaparsa, içinden geçen şeylere yenik düşersin bir anda. Unutuverirsin diğer düşünceleri. İstanbul’un olursun, her şeyinle. Sabah kalkarsın ve bu kez üzerinde bir pişmanlık duygusu olur. Dün gece yaptığına yanarsın. Kara bir gece kalır sadece geriye. Yalnız akşam şehir seni nasıl tavlayacağını gerçekten iyi bilir. Sen de kanıverirsin bu geçici güzelliğe.
Seni düşünürken bazen dolunaylı bir gece yarısı köprünün altından ilerleyen bir gemi ile Beykoz’a ulaşıyordum. Hoştu mesela bu. İstemesem de istemesen de birlikte oluyorduk. Garip. Bazen de takıyordum seni koluma ve akşam “bütün meyhanelerini dolaşıyorduk İstanbul’un”. Üsküdar’dan Beşiktaş’a gidecek olan vapurda ince belliden bir çay alıyordum; bir sana bir de bana. Senin çayın ya soğuyordu kendi kendine ya da öylesine bıraktığım masada martıların içini ısıtmakla meşgul oluyordu, kalan simit susamları rüzgarla denize savrulurken. Böyle günlerde mesela tek bir martının siyah beyaz bir fotoğrafı oluyordu İstanbul gözümde.
Günler, aylar, yıllar geçip de İstanbul’a alıştığımda ise ağzıma sıçacağını bile bile beraber olduğum tek kadın oluveriyor İstanbul, istesem de terkedemiyorum. Bir bakıma bu dünyadaki görüp görebileceğim en keyifli hapis cezası oluveriyor. Müebbet verseler üzülür müyüm? Böyle bir kadınla beraber olacağımı bilsem de üzülmem herhalde. Kadınlara bakış açımı değiştiren, seni bile sevdiren bu cezaevinden firar edemem sanırım. Gün gelir sen de tanık olursun tüm bunlara. Sonra bu mektubu tekrar eline alırsın. Ağlarsın, ağlarsın, ağlarsın. Kelimeler biter, sözler kifayetsiz kalır, kalemin düşer, bir damla gözyaşı mektubunun pulu olur. Bu hikaye de bu şekilde son bulur.
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
2 gün önce