George Orwell'in en ünlü eseri 1984'ü herkes bilir. Okumamış olanların bile bir yerlerden kulağına çalınmıştır ismi. En azından herkesin bu eser hakkında ucundan da olsa bilgi sahibi olduğunu biliriz. Her fırsatta da dile getirmekten çekinmem; Aldous Huxley'in Brave New World'ü ve Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'i ile birlikte en beğendiğim kitapların başında gelir. Bu eserlerde totaliter rejimlerin toplum üzerindeki dayatmalarına tanıklık ederiz. Kendi kurallarına uyulduğu takdirde toplumların daha yaşanılabilir kılınacağına dair inançları dile getirilir. Özgür düşünce diye bir şey yoktur. Kısacası baştakiler ne derse odur. Siz de paşa paşa uymak zorunda kalırsınız. 1984 devletin büyük gözünün daima halkın üzerinde olduğuna dair kaleme alınmış bir romandır. Toplum içindeki her birey 7 gün 24 saat devletin gözetimi altındadır. Attıkları her adımın, ciğerlerine çektikleri her havanın sayısı devlet tarafından bilinir. Devletin ideolojisine karşı olduğunuz an ipiniz çekilir. Tarih olursunuz diyeceğim ama tarih de olmazsınız. Bir zamanlar bu yeryüzünde nefes alıp verdiğinize dair tüm deliller yok edilir. Bu roman piyasaya sürüldükten sonra haliyle büyük yankı uyandırdı. Kitabı okuyarak sayfalar arasından burunlara vuran umutsuz kokuya maruz kalan herkes bunun sadece bir kitapta yer alan distopik bir öykü olmasını ümit etti. Ancak öyle değildi tabii. Yıllar geçtikçe eserin yazarı Orwell'in bile bir zamanlar devlet tarafından birinci derecede takip edildiğini öğrendikten sonra en yalnız olduğumuz anlardan bile şüphe eder olduk. Winston Smith ve Julia karakterlerinin nasıl yakalandıklarını hatırlayın!
Orwell'in bu eserinin ardından benzer konseptte birçok kitap kaleme alındı, bir o kadar da sinema filmi çekilip, tiyatro oyunu oynandı. Hatta bunlardan biri de 1984'ün aynı yıl Michael Radford tarafından çekilmiş sinema filmiydi. Her ne kadar okumayı sevmeyen kitlelerin 1984'ü tanımaları açısından etkili bir film sayılsa da bunun dışında başrolde oynayan John Hurt'ün bile kalburüstü bir yapım olmasını engelleyemediği bir filmdir. Aynı olay örgüsüne sahip yapımlardan en sonuncusu ve kanımca en başarılılarından biri olan 2006 yapımı Das Leben der Anderen de devletin "başkalarının hayatları" üzerindeki müdahalesini son derece ustalıkla işliyor. Film bayrağı George Orwell'in kitabında 1984 yılının kasım ayında bıraktığı yerden devralıyor. Yalnız bayrağın devralındığı yer bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet kontrolü altında kurulan ve sosyalist bir rejimle yönetilen Doğu Almanya. 1980'lerin ortasında Doğu Almanya'da hüküm süren durumu bir düşünün. Son demlerini yaşamakta olan komünist rejim, devletin üzerinden yavaş yavaş elini çekmekte olan Sovyetler Birliği, Berlin Duvarı'nın inşası ile birlikte Batı'ya kaçış umutları sona eren halkın oraya ve oradakilere duyduğu özlem... Kayıt altına aldığı 17 milyon vatandaşın dosyası ile aşmış istihbarat kurumu Stasi de işin cabası... Stasi ajanları ülke genelinde "başkalarının hayatları"nı yakın takibe almış, özel yaşam olgusunu yerle bir etmiş, Batı Almanya yanlılarını tespit etmeyi görev bellemiştir. Üniversite yıllarında okulunu en yüksek derece ile bitirerek devlet ilkelerine son derece bağlı bir Stasi ajanı olan Hauptmann Gerd Wiesler'in geçirdiği inanılmaz dönüşüme ve bunun beraberinde getirdiği drama tanıklık ediyoruz film boyunca.
Georg Dreyman son derece başarılı bir tiyatro yazarıdır. Yazdığı oyunlar devlet tiyatrosunda kapalı gişe oynamaktadır. Bunun beraberinde getirdiği ünün de sahibidir aynı zamanda. Ancak bu tip devlet düzenlerinde bilinir ki sanatçılar takip edilecekler listesinin en başında gelir. Kültür Bakanı olan Bruno Hempf ise Dreyman'ın oyuncu sevgilisi Christa-Maria'na vurgundur ve onun özgüven eksikliğini sömürmektedir. Fakat kadının kendisine yüz vermemesinden de yüz bulan bakan tiyatro yazarı Dreyman'ın takip edilme derecesini Batı Almanya'ya olan eğilimlerinden şüphe edilmesi yüzünden en üst seviyeye çıkarır. Bir gün Dreyman ve sevgilisi Christa-Maria evde yokken Stasi çiftin evine sessiz sedasız girer ve evin dinlenmesini sağlayacak olan tüm düzenekler yerleştirilir. Evin dinlenmesi görevi ise Wiesler'indir. Filmin başlarında işkenceye karşı çıkan bir öğrencisi üzerinde eksi yönde kanaat kullanacak kadar Stasi ilkelerine bağlı olan ve görevi kendi isteği ile kabul eden Wiesler ise baskıcı bir rejim içerisinde, devlet görevini yerine getirebilmek yıllarca eğitimini aldığı ideolojiden ödün vermeyen bir karakterdir. Fakat Dreyman'ı takip sürecinde oyun yazarını ve sevgilisini tanımaya başladıkça ve onların gerçekten de Doğu Almanya'nın üzücü durumunu Batı Almanya ile paylaşma isteklerini gördükçe tökezlemeye başlar. Çiftin müzik, edebiyat ve özgür düşünce dolu dünyasının içine dahil oldukça kendi yaşamındaki boşlukları da doldurmaya başlar. Bir gün evde kimse yokken eve girer ve Dreyman'a doğum gününde hediye edilen Bertolt Brecht kitabını alıp, okumaya başlar. Başlangıçta tahmin bile edemediği bir dönüşümün içindedir artık. Yalnız bir sorun vardır. İçindeki insanı keşfetmeye başlayan Wiesler, Dreyman hakkında topladığı bilgileri sakladığı takdirde Stasi'deki kariyeri sona erecek, açıklarsa da Dreyman'ın masum hayatıyla oynamış olacaktır.
BAFTA, Avrupa Film Ödülleri ve Cesar Ödülleri'nin de içinde bulunduğu birçok uluslararası festivalden toplam 54 ödülle dönmüş ve bunlara kaldırdığı en iyi yabancı film Oscar'ını da eklemiş olan Başkalarının Hayatı'nın yönetmenlik koltuğunda Alman yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck'ı görüyoruz. Kendisi son dönemde gözle görülür bir şekilde çıkış yakalayan Alman sinemasının tanınmış yönetmenlerinden. Filmde yönetmenden çok sergiledikleri oyunculuklar ile önplana çıkmayı hak eden isimlere değinmek istiyorum. Bunların başında duruşu ve görünüşü itibarıyla insanda Alman sinemasının Kevin Spacey'i izlenimi yaratan Ulrich Mühe var. Filmde Stasi ajanı Wiesler'i canlandıran Mühe tam da dünya sinemasının kendisini yavaş yavaş tanımaya başladığı dönemlerde, geçtiğimiz yaz, mide kanserine yenik düşerek bizleri büyük bir üzüntüye boğdu. Kendisi bu filmdeki performansıyla pek çok ödülü silip süpürürken herhalde yönetmenin Oscar'a uzanmasındaki en büyük pay sahibi olmuştur. Kendisi aynı zamanda - belirtmeden geçemeyeceğim - filmin son sahnesinde ettiği "No, it's for me" kelamı ile de gözlerimi doldurmuştur. Mühe'nin dışında filmde kesinlikle es geçilmemesi gereken bir isim daha var ki o da hayatı başlı başına bir drama olan tiyatro yazarı Dreyman'ı canlandıran Sebastian Koch. Özellikle mimiklerine olan hakimiyeti ile gönlümde taht kurmuştur kendisi. Her ne kadar Dreyman karakterinin üzerine giydirilen bir elbise olsa da filmin son sahnelerindeki oyunculuğu Wiesler'inki ile birleşince izleyici nirvanaya ulaşıyor.
Başkalarının Hayatı'na aldığı tüm ödüllere rağmen her daim tebriklerle yaklaşılmadı. Doğu Almanya'daki yönetimi abartılı, Batı'yı da kelebeklerin uçuşup kuşların şakıdığı bir yer gibi göstermeye çalıştığı yönünde eleştiriler de geldi. Hatta öyle ki bu eleştiriler zaman zaman son derece şiddetli bir boyut aldı. Eleştirilerin en büyük çıkış noktası ise filmin anti-sol bir tavır takınmasıydı. Bu yazdıklarımın izlemeyenleri etkilemesini istemem. Şayet ben filmde böyle bir şeye de rastlamadım. Bu tip propagandaların gözümüze sokularak yansıtıldığı birçok film sayabilirim. Ancak şunu da söyleyebilirim ki Das Leben der Anderen o filmlerden biri değil. Bu söylediklerimin dışında filmin en çok beğendiğim özelliklerinden biri klasik Hollywoodvari bir mutlu sonla bitmemiş olması. Hani mutlu sonla biten her Hollywood filminde başkahraman mutluluğu para ve erkte bulur ya Başkalarının Hayatı ana karakterine mutluluğu huzur bulmasına yardım ederek vermiş ki benim Avrupa sinemasının en sevdiğim yanını bu oluşturur. Son olarak belirtmek istiyorum ki bu yazı "HGW XX/7'ye ithaf edilmiştir".
Trump! Nasıl yani? (2)
-
Pazartesi günü, *Trump*’ın açık farkla (oy sayımı ilerledikçe açık farkla
olmadığını görüyoruz) kazanmasına yol açan dinamikleri tartışmıştım. Bugün *“Tru...
17 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder