11 Ocak 2008 Cuma

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 21

- What happened to you? (Dianna Wiest)
- I'm not finished! (Johnny Depp)

(Edward Scissorhands)

Dinlenmesi Gerekenler (15) - Uğurlama

Bu kente yalnızlık çöktüğü zaman
uykusunda bir kuş ölür ecelsiz
Alıp da başını gitmek istersin
karanlık sokaklar kör sağır dilsiz

Ey sevda kuşanıp yollara düşen
bilesin bu yollar dağlar dolanır
Yâre ulaşmadan düşersen eğer
yarına sesinin yankısı kalır

Gecenin ucundan gün aralanır
Yâr sevdası ile yürek bilenir
Sızılı bir ırmak uğurlar seni
Su olup akarsın kır çiçeklenir

Ey sevda kuşanıp yollara düşen
bilesin bu yollar dağlar dolanır
Yâre ulaşmadan düşersen eğer
yarına sesinin yankısı kalır

Grup Yorum

10 Ocak 2008 Perşembe

Yiğidi Öldür...

"Yılmaz Güney’i seversiniz. Çirkin Kral’ın filmleri sizin için başyapıttır. O, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en büyüklerinden biridir size göre. “Ben de özledim” diye Ferdi Tayfur şarkıları söylersiniz belki de. Eğer ki “hardcore” aşkın içine girmişseniz Müslüm Gürses’tir sizin içinizdekileri dışa vuran adam. “Nobel’i almış da ne olmuş. Benim için yaşayan en büyük Türk yazar Yaşar Kemal’dir” diye konuşursunuz rakının dibine vururken. Orhan Kemal ve Muzaffer İzgü de müthiş yazarlardır. Türk pop müziğinin kitabını Erol Büyükburç yazmıştır değil mi? Tarzınız farklıysa en büyük müzisyen kâh Feridun Düzağaç kâh Haluk Levent’tir ya da Murat Göğebakan ve Murat Kekilli’dir tercümanınız. “Eurovision’da Sertab Erener ile gurur duymamızı sağlayan adam Demir Demirkan’dır” diye bilmişlik taslarsınız. Suna Kan ya da Mustafa Sağyaşar’dır belki de kiminize göre sanatçının tanımı…
Bunlar Adanalılardan sadece birkaçı. Kısacası Türkiye’deki çoğu insan yukarıda isimleri geçen kişileri sever ve onlara hayranlık besler. Ama kabul etmek gerekir ki Adana ya da Adanalı kavramlarından pek hoşlanmaz.
Lafı fazla uzatmayacağım. Ben de Adanalı’yım. Sizin o sadece adliyesiyle, üçüncü sayfa haberleriyle bildiğiniz güzelim şehrin çocuğuyum. Baştan belirtmekte fayda var. Bu, taraflı bir yazı. Hasan Şaş’a; Malik-Mediha Şaş çiftinin nüfus kağıdına yazdırdığı haliyle Hasan Gökhan Şaş’a övgü yazısı. 1 Ağustos 1976’da “yiğitlerin mekanı” diye bilinen Adana’nın Karataş ilçesinde doğan, hayatımıza girdiği andan itibaren üvey evlat muamelesi gören, kaba tabirle hep öldürülen bir yiğide, hakkının teslim ediliş yazısı aynı zamanda.“Demek ki benim Türkiye’de işim kalmamış. Sinirli olduğumu biliyorlar, o nedenle hep üstüme geliyorlar. Kariyerimi yurtdışında sürdüreceğim. Takım bulamazsam da gider evimde otururum” şeklindeki sözler, Hasan Şaş’ın 2 Aralık 2007 tarihindeki isyanının dile gelmiş haliydi. “Ben yaptığımı biliyorum” diyordu. Sahada kendini parçaladığını görmeye alışık olduğumuz adam, saha dışında bu kez kameralar önünde “delleniyordu”. Galatasaray’ın İstanbul Büyükşehir Belediyespor ile yaptığı maçta çift sarıdan ve bilindik itiraz gerekçesiyle kırmızı görmüştü. Ona göre bu artık fazlaydı. Neredeyse her maçta saha ortasında hakem döven Milan ve İtalya Milli Takımı’nın orta sahası Ivan Gennaro Gattuso’nun bazen de rakiple yaşadığı agresif temasları hakkında, “Vay be ne delikanlı topçu. Tam Sicilyalı. Severim böyle adamları” yorumlarını yapan ama kendisi için sürekli “Vurun abalıya, pardon Adanalı’ya” diyen futbolun iki yüzlülerinden sıkıldı belki de. Evet, gider mi gitmez mi bilinmez ama yurtdışına gitmek istiyor Hasan. Türkiye’nin en sıcak şehrinin çocuğu, belki de soğuğuyla ünlü Rusya’ya transfer olacak. Belki de oğlu Yusuf Deniz ve eşi Sibel ile evinde oturup televizyon izleyecek. Gerçek olan şu ki Yılmaz Erdoğan’ın Vizotele’sini neredeyse her gün izleyen “Futbolun Deli Emin”i artık bizden uzakta yaşayacak. Belki fiziksel belki de kalben.
Adana Demirspor altyapısı Adana’nın en iyisi olmakla beraber, Türkiye genelinde de sözü geçen bir futbol akademisidir. Yazın okullar tatile girdiğinde aileleri tarafından “bir yere çırak olarak verilen” üç numara tıraşlı çocukların terliklerle idmanlarına gittiği bir okuldur. Az maaşla ve hissedilen 50 derece sıcak altında çalışan teknik adamlar, buraya “seçilen” çocuklardan birer yıldız yaratır. Hatta bazıları “İmparator” olur o ayrı.
Futbol yaşantısına Karataşspor’da amatör olarak başlayan Hasan Şaş da Adana Demirspor’un Sular mevkisindeki binasından içeri giren futbolculardan. Altyapıda yeteneği hemen fark edilen Hasan, Mavi Şimşekler’in Samet Aybaba ile iddialı bir şekilde başladığı ancak neredeyse ligin 20. haftasında matematiksel olarak küme düştüğü 1994-1995 sezonunun sonunda A Takım kadrosuna alınır. Üç maçta forma giyer. Bunlardan birinin sarı kırmızılıların 3-0 kazandığı Galatasaray karşılaşması olmasının ise kaderin ördüğü ağlarla ilgisi var mıdır bilinmez? Neticede Karataş sahilinde öğrendiği çalımları yeşil sahada da uygulayabilen bu “kara çocuk” (ki o zamanlar saçı vardı) bir gözü sürekli Adana’da olan Ankaragücü’nün dikkatini çoktan çekmiştir. Dolayısıyla Hasan’ın profesyonel anlamdaki Adana Demirspor macerası kısa sürer. Çünkü Adana Demirspor’un kasası, Birinci Lig tarihinin en başarısız performanslarından birisinin ortaya konması nedeniyle tamtakırdır. Zaten dolu olsa da Adana’da herkesin şikayet ettiği bir gelenek vardır: Kentin öz çocukları karın tokluğuna oynatılır. Futbolseverlerin cevabını aradığı “Adana takımları, başka yerlerde harikalar yaratan Adanalı futbolcuları neden elinde tutamaz ya da yuvaya döndürmez?” sorusunun alt metni budur aslında.
Hasan Şaş, altyapıdan beraber çıktığı adaşı ve yoldaşı Hasan Gelir ile birlikte “Ver elini Ankara” der. Giyeceği forma artık, ilerleyen zamanlarda kendisinde alerji yaratacak olan sarı-laciverttir. Hasan Gelir’in de o zamanlar en az Hasan Şaş kadar yetenekli bir yıldız adayı olduğunu ancak “herkesin kendi kaderini yaşadığı” gerçeğiyle yüzleştiğini belirtelim.
Hasan Şaş; İbrahim Tatlıses ve hemşerisi Haluk Levent’in kasetlerini de yanına almayı unutmaz. Geceler boyu o şarkıları dinler. Yalnızdır. Ama ileride yalnızlığını sona erdirecek ve hayat arkadaşı olan Sibel Yalçın ile de Ankara’da tanışır. İkili 29 Haziran 2003’te Adana’da dünya evine girer.
Herkes ilk yapan Karl Heinz Feldkamp sansın, Hasan’ın Ali Osman Renklibay tarafından dönem dönem sağ bekte oynatıldığı Ankaragücü günleri üç yıl sürer. 18 yaşına kadar kar görmeyen Karataşlı çocuk, Ankara’da kartopu oynamayı öğrendi mi bilinmez ama ayak topunu çok ilerletmiştir. Artık rota daha da batıdır. Hemşerisi Fatih Terim’in çalıştırdığı Galatasaray.
O, 1998 yılının yaz mevsiminde artık Galatasaraylı Hasan Şaş’tır. 1997-1998 sezonunun diğer iki yıldızı Gaziantepsporlu Ayhan Akman, Beşiktaş’a; Bursasporlu Elvir Baliç ise Fenerbahçe’ye transfer olur. Dönemin Galatasaray’ı Hasan’ın hemşerisi Fatih Terim yönetiminde Türkiye’yi domine ediyordur. Gheorghe Hagi, onun bacanağı ve adaşı Popescu, Hakan Şükür, Arif Erdem, Hakan Ünsal, Ergün Penbe, Ümit Davala gibi futbolcuların arasında bulur kendini. Kadro, dışarıdan gelen başka birini kolayca arasına almayacak kadar birbirini tanıyan ve birbirine bağlı öğrencilerden kurulu bir sınıf gibidir. Ancak Hasan yeteneklidir. Adrian Ilie’nin gidişinin de kendisi için şans olabileceğini düşünür. İstanbul basınının karşısına ilk kez TSYD maçlarıyla çıkar. Kadıköy’de Fenerbahçe’ye karşı alına 4-1’lik galibiyetin mimarı olur. Hatta onun için Türk futbolunun yeni Lefter’i benzetmeleri bile yapılır. Ancak ne var ki 1998 senesi onun için bir kabus olur. Doping kullandığı gerekçesiyle 6 ay sahalardan men cezası alır. Halbuki Sakaryaspor ile oynanan Türkiye Kupası maçı öncesi kullandığı ilaç gribal enfeksiyon tedavisine yarayan A-ferin’dir. Sabırlıdır; sabretmeyi tüm sevdiklerinden uzakta, doğduğu topraklardan eksi 15 derece soğuk kışların yaşandığı gurbet elde öğrenmiştir ne de olsa. Çalışır. Bu çalışkanlık Tanrı’nın ona verdiği lütufla da birleşince tekrar Galatasaray forması giymeye başlar. Sarı-kırmızılı forma altında 4 lig şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası ve 1 Süper Kupa kazanır. 2002 ve 2006’daki şampiyonluklarda saha ortasında ağlayan, yerinde duramayan adam; kısacası şampiyonlukların sembolüdür.
Fatih Terim döneminde başarılı olmasına ve özellikle UEFA Kupası’nın 2000 yılında ellerde kaldırıldığı yolda çok önemli işler yapmasına rağmen Hasan Şaş’ın en verimli sezonu 2001-02’dir. En iyi anlaştığı teknik direktör de Mircea Lucescu’dur. Rumen teknik adam ile arası çok iyidir. Lucescu ona saha içinde serbestlik tanır ve karşılığını da fazlasıyla alır. Ligde şampiyonluğun Fenerbahçe’ye kaçırıldığı ancak Avrupa’da fırtına gibi esilen 2000-01 sezonunda, Ali Sami Yen Stadı’nda 1-0 kazanılan Paris Saint Germain maçından sonra Mircea Lucescu bir itirafta bulunur: “Hiçbir zaman hiçbir futbolcumdan forma istemedim. Ancak bugün Hasan Şaş’tan formasını istedim. Tek kelimeyle muhteşemdi.” İkilinin arasındaki bu ilişkiyi, onu Galatasaray’a getiren Fatih Terim bile kıskanmıştır. Terim; yine 2000-2001’de sarı-kırmızılıların evinde 3-2 galibiyetiyle noktaladığı Glasgow Rangers karşılaşmasındaki bir gol sevincinde Lucescu’ya koşan Hasan’ı gece cep telefonundan aramıştır: “Ne o! Hocanı çok seviyorsun galiba?”
Tekrar 2002’ye dönelim. 2001-02 sezonu devam ederken Özhan Canaydın’ın başkan seçilmesiyle oluşan Galatasaray yönetimi, o sezon gelen şampiyonluğa rağmen Rumen hoca Mircea Lucescu ile yollarını ayırır. Bu kararın tebliğ edilmesinden sonra gözyaşlarını tutamayan ve 2002-2003’te hem şampiyonluğa hem de UEFA Kupası’nda çeyrek finale taşıyacağı Beşiktaş ile anlaşan Mircea Lucescu’nun yerine gelen kişi ise İtalya seferinden dönen Fatih Terim’dir. Bir zamanların “Ankaragücü’nden alınan genç yıldızı” artık büyümüştür. “İkinci Terim Dönemi”nde takım içinde daha tecrübelidir. Kısacası çömezlikten ağabeyliğe terfi etmiştir. Ama olgunlaşacağına ve mantığıyla hareket edeceğine, büyürken daha da duygusallaşan ve çocuklaşan birisidir Hasan Şaş. Bu dönemde Hasan’ın hakemlerle diyalogları artık daha Adanaca’dır. Haksız olduğu durumlarda bile hakemlerin üstüne yürür. Hakemler de ona acımaz. Kartları gösterirler. Hatta bazen yedek kulübesindeyken bile. Zaten Türkiye’ye veda etmesini düşündüren de İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçında hakem Hüseyin Göçek ile yaşadıkları değil midir?
2002’ye dönmüştük galiba. Ama o senenin yaz sonuna değil de başına dönelim. Şenol Güneş yönetimindeki Türk Milli Takımı, Dünya Kupası yolcusuydu. Destinasyon ise Güney Kore ve Japonya’ydı. Geride bırakılan sezonda hem de ligde hem de Şampiyonlar Ligi’nde tüm futbol severlerin dikkatini çeken Hasan Şaş, daha da büyük bir vitrine çıkıyordu. Aslında ay-yıldızlılarda Hasan Şaş’tan ziyade Yıldıray Baştürk, Hakan Şükür belki de Mustafa İzzet gibi isimlerin başrolü kapacağı tahmin ediliyordu. Ama “sahneye çıkan sanatçının” adı Hasan Gökhan Şaş’tı. Önce Brezilya maçında Yıldıray’ın asistini, topa sol ayağıyla gelişine vurarak değerlendirdi. Aslına bakılırsa gol sevinci pek de Aslan burcu bir Adanalı’ya ait değil gibiydi. Zaten o da mücadeleden sonra bu tuhaf durumun nedenini açıklamıştı. İşte asıl o açıklama samimi bir Adana ağzıyla yapılmıştı: “Niye sevinmediğimi soruyorlar. Valla bir şey anlamadım ki. Gol attığıma ben bile inanmadım.”
Dünya Kupası’nın geri kalanında sergilediği ve onun adını dünyada futbol üzerine kafa yoran herkesin bilmesini sağlayan performansa devam etmeden önce bir konuya değinelim. Hasan Şaş’ı, “Gol atamıyor. Böyle bir becerisi yok” diye eleştirenlere verilecek en güzel cevabın, onun Brezilya, Real Madrid ve Milan gibi dünya devlerinin ağlarını sarsmayı başaran tek Türk futbolcu olduğunu vurgulayalım.
Brezilya maçıyla başlayan Japonya ve Kore’deki Hasan Şaş esintisi artık rüzgara dönmüştür. Kosta Rika karşısında “aktif dinlenen” Şaş, Çin karşılaşmasında attığı gol, oynadığı futbol, sıfıra vurulmuş saçı ve meşhur kolyesiyle artık bir “dünya markası” olmuştur. Çoğu gazetelerde bu haliyle karikatürleri bile yer almış Türkiye’nin simgesi haline gelmiştir. Dünya Kupası’nın ardından özellikle İtalya’nın Inter takımından ciddi teklif almıştır. Inter’in neredeyse halı saha turnuvalarında gol kralı çocukları bile isteyen bir “takım” olması kimseyi aldatmasın. Çünkü İngiltere ve Almanya’dan da bazı takımlar Şaş’ı kadrosuna katmak için birbirleriyle yarışmaya başlamıştır. Artık özellikle Avrupa basınında objektifler ona çevrilmiştir. Ama o objektif olmayı bir türlü öğrenemeyen ve ünlü yazar Susana Tamaro’nun dediği gibi yüreğinin götürdüğü yere giden insandır. Herkesin peşinde koştuğu dönemde Galatasaray yönetiminin toplantı yaptığı odaya bir anda girer. Başkan Özhan Canaydın’ın elini öper ve boş mukaveleye imza atar. Transfer dedikoduları da son bulur. Zaten Fatih Terim, 2002’de Ritz Carlton Oteli’ndeki o güzel kravatını taktığı imza töreninde, “Hasan Şaş kalacak mı?” sorusuna, “Zaten o Adanalı. Bir yere gidemez” cevabını vererek, bir anlamda “Ne de olsa hemşerim. Zaten onu Galatasaray’a getiren de benim” demiştir. Şaş böylece Terim’e de veda borcunu ödemiştir.
Dünya Kupası’nın yıldızı, futbolseverlerin bir aylık bayramının ardından ligde beklenildiği gibi değildir. Fatih Terim ile girilen ve ikinci olarak tamamlanan 2002-03 sezonunda Hasan Şaş hakkında en çok akılda kalan iki şey vardır. Birincisi yine hakemlerle ilgilidir. Beşiktaş maçında net penaltılarını vermediğini düşündüğü Kuddusi Müftüoğlu’nun üzerine yürümesi. Ve 6-0 kaybedilen Fenerbahçe derbisinde korner atarken kafasına yediği yumurtaya sinirlenip, ağız dolusu küfürlerle topa vurmasıdır. 2003-04 de aynıdır. Zaten o sezon Galatasaray komple dökülmüş ve ligi altıncı sırada bitirmiştir.
2004-05’e bir önceki sezonun sonunda göreve gelen Gheorghe Hagi ile başlanır. Hagi, Hasan’ın eski takım arkadaşıdır. Bu dönemde Hasan Şaş saçını uzatmış hatta at kuyruğu yapmıştır. Ama o sezon da onun için kayıptır. 2005’te eski sağ bek Erik Gerets’in teknik adamlığa gelişi, sağ ayaklı sol kanat oyuncusunun çıkışını sağlar. O sezon 14 Mayıs 2006’da Fenerbahçe’nin Denizli’de takılmasıyla kazanılan şampiyonluğun sembollerindendir. Yeri gelmişken söyleyelim. Hasan Şaş’ın hayattaki en büyük isteği gerçekleşti o gün. Oğlu Yusuf Deniz, onu futbol oynarken izledi. 14 Mayıs 2006’da da Ali Sami Yen’in çimlerine bastı…
Galatasaray’ın üçüncü tamamladığı 2006-07’de de Hasan Şaş’tan beklenen iyi haberler gelmez. Nitekim bu sezon yaşananlar da herkesin malumu. Sağ bekti, ön liberoydu derken Kalli’nin dama taşı haline gelen Hasan Şaş, kendince “Ben artık piyon olmak istemiyorum” diyerek bizlere el sallamaya hazırlanıyor. Anlayacağınız saha içinde “dellenen” adam saha dışında uysal biri haline geldiği için şunu söyleyemiyor: “Kazanmak için her şeyi yapan, hakemle ve rakiple uğraşan Gattuso’ya, Filippo Inzaghi’ye, Eric Cantona’ya hatta kulübede oturamayıp benim Eser Hocam’ın saçını çeken Fabio Capello’ya hep övgü yağdırdınız. ‘İşte hırs bu’ dediniz. Bana neler dediniz peki? Aynayı yüzünüze tutmamı ister misiniz?”
Oğlunu televizyonda görünce bakamıyordun hem de hiç bakamıyordun Mediha Teyze. Sen de oğlun gibi heyecanlıydın; ne yaparsın işte. Gerçekleşirse bu ayrılık, oğlunu artık sadece uydudan izleyebilirsin zaten. Karataş’ta oğlunun adının verildiği bulvardaki o güzel evinizde uydu var; biliyorum. Ne olur “oğlunu gösterirken” sen açmamaya devam et o televizyonu. Oğlunun içindeki heyecanı el birliğiyle öldürdüler, bari sendekine el uzatmasınlar."


İsmail ANNIKIZIL
(FourFourTwo - Ocak 2008)

Recep İvedik Tatilde (Fragman)

Yol

Bir gün bile uzak olma, gün uzun
gün uzun anlatamayacağım kadar
Trenler bir yerlerde uyuduğunda
insanlar garlarda nasıl beklerse, öyle beklerim seni

Bir saat bile gitme, gidersen uykusuzluk
damla damla birikir o saatte
ve bir evi arayan bütün duman
yitik yüreğimi öldürmeye gelir belki de

Kırılmasın kumun üstünde görüntün
Göz kapakların bensiz uçmasın
Bir dakika bile gitme sevdiğim

Bir an
bile uzaklaşsan
dünyayı dolaşırım yalvarmak için sana
ya dön ya da bırak öleyim diye!

Pablo NERUDA

Apocalypse Now

Birçok insan için savaş filmi deyince akan sular durur. Birkaç gün önceden televizyon kanalları yayınlayacakları filmin tanıtımlarını reklam aralarına sıkıştırırlar. Bunu gören izleyici hemen gaza gelir ve "Lan hemen hazırlanmalıyım bu güne, bizim çocukları da çağırırsam süper olur!" gibisinden bir monolog yaşar. Sonuç bellidir. O akşam evde bira, cips, çerez gibi bilimum ihtiyaçtan oluşan zula hazırdır. Sonra gelsin filmdir. Neyse, abartmayalım. Aksi takdirde çıkamayacağım işin içinden.
Daha önceki yazılarımda da mutlaka değinmişimdir. Hollywood'un değişmez malzemesidir savaş filmleri. Bütün senaryolar tükenir ama savaş filmleri için daima yeteri kadar senaryo mevcuttur. Bunların başını Vietnam ve Dünya Savaşları çeker. En olmadık anlarda uydurmasyon yetişir imdatlarına. Görüldüğü üzere malzeme çoktur. Dert etmeye de gerek yoktur. Böyle yazdığıma da bakmayın. Ben izlemiyor muyum? Kralını izliyorum. Beğenmiyor muyuz? Kaliteli bulduklarımızı elbette beğeniyoruz. Saving Private Ryan, Full Metal Jacket, Braveheart kötü filmler miydi? Bence değildi. Şimdi bahsedeceğim film de kötü bir film değil. Hem de hiç değil!
1979 yapımı Apocalypse Now'da da Vietnam Savaşı işlenmiştir mesela. Ancak öyle savaş filmlerinin genelinde olduğu gibi işlenen savaşı bütünüyle ele almaz bu film. Tek bir cephe desem... I ıh, o da değil. Kıyamet'te 5-6 askerin Vietnam'daki bir görevine tanıklık ediyoruz. Filmin başından sonuna dek etrafta kıyamet koparken biz bu bir grup askerin hikayesine tanıklık ediyoruz. Şöyle açıklayayım daha manidar olur belki... Şimdi efendim Vietnam'ı Milky Way olarak düşünelim. Yani bizim galaksimiz. Hem ben neden İngilizce yazdım ki onu? Samanyolu işte ya! Uğruna şarkılar yazılan hani... Neyse, sapmalayalım. Heh, ne demiştik! Vietnam'ı galaksimiz gibi düşünelim. Galaksinin ortasında kalan bu bir grup askeri de güneş sistemi sayalım. Bak şimdi, neler diyorum ben! İşin içine matematik de katıp bu askerlerden bir tanesini çıkaralım. Bu bizim güneşimiz olsun. Kalanlar da güneşin etrafında dönen gezegenler olsun. Anladınız umarım. Çok güzel anlattım çünkü. Aferin bana!
Yüzbaşı Willard, savaştan son derece yorulmuştur. Tek düşüncesi bir an önce ülkesine dönmektir, diğer askerler gibi. Ancak savaşın sonunu tayin etmek elbette ki kendisinin elinde değildir. Bir sabah kapısı çalınır. İçeriye giren iki astı generallerin kendisi ile görüşmek istediklerini Willard'a bildirirler. Willard söylene söylene generallerin yanına gittiğinde kendisine yeni ve gizli bir görev verileceğini de anlar. Sadece çok zorlu olmamasını ummaktadır. Ancak adamlar kolay bir görev verecek olsalar film olmazdı zaten, çok zekiyim. Görevi doğrultusunda Vietnam'da Amerikan ordusuna başkaldıran ve son derece acımasız yöntemlerle bir orman kabilesini yöneten Albay Walter Kurtz'ü bulup öldürmek zorundadır. Yanına aldığı bir grup askerle uzun ve zorlu bir yolculuğa başlar. Ancak yolculuk sırasında Vietnam'a kendileriyle aynı amaç için gelmiş olan Kurtz'ün bir anda saf değiştirmiş olmasının nedenini merak eder. Kurtz'ün geçmişini öğrenmek adına elde ettiği bilgiler yolculuk boyunca kafasındaki soru işaretlerini de artırır.
Apocalypse Now, The Godfather ile ünlenen Francis Ford Cappola'nın bu filmden sonra en çok ses getiren yapımıdır. Film aynı zamanda yazar Joseph Conrad'ın Heart of Darkness isimli romanın sinema uyarlamasıdır. Film tüm bunların yanında tam anlamıyla bir yıldızlar geçididir. Öyle ki bu yıldızlar saymakla bitecek gibi değildir. Başlangıçta çizdiğim galaksinin yıldızlarıdır bunlar. Peki kimler mi? Mesela bir Marlon Brando, mesela bir Martin Sheen, mesela bir Robert Duvall. Bu isimlerle kalmıyor tabii ki. Çoğumuzun Matrix üçlemesinden Morpheus olarak tanıdığı Lawrence Fishburne de bu filmin oyuncu kadrosunda. 18 yaşında bir Fishburne görmek isteyebilirsiniz belki. Sonra yine sinemanın tanınmış isimlerinden Harrison Ford da bu filmin oyuncu kadrosunu süsleyenlerden. Genç bir Fishburne'ün yanında genç bir Ford da veriyorlar bu filmi izleyene, haberiniz olsun. Bitmedi! Hollywood'un Erol Taş'ı Dennis Hopper da filmde sahne alan ünlü isimlerden.
Savaşın acımasızlığını yansıtan filmler arasında farklı bir tat denemek isterseniz eğer hazır geçtiğimiz günlerde çok şık bir DVD versiyonu da çıkmışken edinin bu filmi. "Daha önce izledim ben" diyorsanız yine de alın. Çünkü muhtemelen daha önce izlediğiniz versiyon 150 dakika sürmüştür. DVD versiyonunda bu süre çıkarılmış sahnelerin de eklenmesiyle 50 dakika daha uzamış durumda. Benden söylemesi.

Zafer Radiohead'in

Bazıları inanmasa da In Rainbows'un piyasaya sürülme şeklini safça bulsa da sonunda Radiohead'in dediği oldu ve albüm İngiltere'de en çok satan albümler listesinde zirveye kuruldu. E ben biliyorum zaten bunun böyle olacağını. Bunun dışında başlangıçta albümün bütünüyle internetten satılacağı tam bir kapalı kutu olsa da Radiohead hayranları sadakatlerini kanıtladılar ve grubun daha önceki albümlerinden elde ettiği satış rakamlarını bile geride bıraktılar.

7 Ocak 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #9

  • Ringo Starr 14 Ocak'ta yeni albümünü çıkarıyormuş. Albümün adı çok ironik; "Liverpool 8"... Anlaşılan Çarşı, Ringo Starr'a da karşı olacak :)
  • Hükümet boş durmuyor. El atmadık yer bırakmadı. Basın özgürlüğünün de içine etmeye hazırlanıyor şu günlerde. Hazırlanan yeni RTÜK taslağına göre başbakan istediği gazateyi, radyoyu, televizyona isteğe göre durdurabilecekmiş. Süpersiniz siz ya! Bundan ilk payı da Kanaltürk alır herhal.
  • Çok mutluyum lan blog. Yılbaşı geçti lan!
  • Tarkan, seni severim, bilirsin. Ancak o nasıl albüm öyle! Yakıştı mı sana? Belki yakışmıştır. Ancak bizim ödediğim vergiler sayesinde TRT'ye çıktın. İnsan hakkını verir en azından, di mi?
  • Halka anasını da alıp gitmesini söyleyen başbakan Eve Dönüş Yasası kapsamında "Biz dağdaki adamı temizlemek istiyoruz. Bu yüzden onlara 'İn dağdan ananın babanın yanına' diyoruz" gibi bir laf etti geçen gün. Sana oy verenler de dinlemiştir umarım. Ancak yok, dinlememiştir onlar. Malum kış iyice dayandı kapıya. 22 Temmuz'dan önce dağıtılan kömürleri çatır çatır yakıp ısınıyordur onlar. Aferin onlara!
  • Ne oluyor bana yahu?
  • Kar yağdı İstanbul'a.
  • Türk insanı dünyanın en çok ekmek tüketen milletiymiş. Eee, o göbekler boşuna mı oluyor?
  • Türk erkeklerinin yarısının hayatları boyunca hiç kitap okumadıkları ortaya çıkmış. Hayret çünkü buna rağmen hâlâ edebiyatta üstlerine yok. Erkekliğin kitabını yazıyorlar ya hani...
  • Az önce TRT3 10'un Vedası'nı yeniden verdi. Gözlerim yaşardı akşam akşam... Özledim lan, çok özledim...
  • 80'lerin başında Türk insanı bir sabah sakallı bebek dehşeti ile uyanmış. Hep merak etmişimdir. Büyüdü mü acaba o şahıs?
  • 10 yıllık bir gecikmenin ardından en nihayetinde dün gece tanışabildim Sanitarium ile. Söylendiği kadar varmış. Başına oturduğumda saat 22:00 iken başında kalktığımda aynı saat 04:30'u gösteriyordu. Bitireceğim inşallah en kısa zamanda...
  • Apartmanın önüne gelip de zile basılınca yukarıdan gelen "Kim o?" sesine, "Benim!" diye cevap veren insanın hastasıyım.
  • Geçtiğimiz günlerde I Am Legend'ı izledim. Filmin bir yerinde Will Smith "There is no God!" diye haykırıyordu. Altyazıyı çeviren elemanın tercümesi aynen şöyleydi "Tanrı yoktur (Haşa de ulan!)"...
  • Bayan ziyaretçilerimden özür diliyorum. Utanarak da olsa bu ilginç habere yer vermek istedim; "İtalya'da vajina yapısı doğuştan bozuk olan kadınlar için 'yapay vajina' geliştirildi. 2 kadın, kendi hücrelerinden yapılan vajinalarına kavuştu." Gerçekmiş bu!
  • Malum deprem olayları yine arttı. Ancak deprem Endonezya'da da olsa neden illa ki Marmara depremi ile bağlantı kurmaya çalışıyoruz ki? Evet, bunu bir yerde okudum ve çok doğru geldi. Yapıyoruz biz bunu.
  • Bitti!

6 Ocak 2008 Pazar

Kimseye Soramıyorum Seni

Kimseye soramıyorum seni!
Kirlenme diye hiç öpmedim ya...
Belki başkasını seversin diye,
hiç söylemedim sana sevdiğimi.
Bilmiyorsun,
boğazımda düğümsün!
Yutkunsam gideceksin,
yutkunmasam ölürüm...!

Ceyhun YILMAZ

Belki Bir Gün Özlersin

Sıfırın Değeri

Creativity (7)

Gülmek serbest!

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 20

"I am not an elephant! I am not an animal! I am a human being! I am a man!" - (The Elephant Man - John Hurt)

Dinlenmesi Gerekenler (14) - Yalnızlık

Sen öğrettin birçok şeyi
En kötüsü kenarda kalmak
Düşünmemek hiçbir şeyi
Sensizken içten içe yanmak

Canım olsa vermez miydim?
Sermez miydim yollarına?
En sevdiğindir bilirim ezip geçmek
Hadi kır kalbimi defalarca
Hadi vur son şansın çarpıyorken kalbim; tek başına.

Yalnızlık dört yanımı sarmış olsa da
Sensizlik yollarımı tutmuş olsa da
Zamansız bir depreme tutuldu kalbim
Tutulsun sensiz ölmek zamanı şimdi

Ah yangın kor ateşler beni sarsa da
Sensizlik yollarıma yağmış olsa da
Zamansız bir ölüme seyirci kaldım
Alkışla sensiz ölmek zamanı şimdi

Bir şeyler ilk aşkımı hatırlatsa da,
Son aşkım sendin asla anlamasan da
Zamansız bu ölüme sebep sen oldun
Kabullen yok olmamı bir tebessümle.

ÖZGÜN

5 Ocak 2008 Cumartesi

I Am Legend

Gündüzleri sorun yoktur...
Ama geceyle birlikte sokaklar karşı konulmaz bir
dürtüyle arzuladıkları o kıymetli sıvı için; kan için,
dünyadaki son insanın kaleyi andıran evine doğru
uluyarak, sürünerek, yalpalayarak yürüyen ölülerin
kemik beyazı bedenleriyle dolmaya başladığında çöker dehşet kentin üzerine...

Richard Matheson'un aynı adlı romanının beyaz perdeye aktarılmış olan üçüncü versiyonu hakkında, I Am Legend hakkında bir şeyler karalayacağım bugün.
Öyle bir gün geldiğini düşünün ki dünyada tek başınasınız. Muhabbet edebileceğiniz, derdinizi dökebileceğiniz ya da minimum iki insanın bir araya geldiğinde yapabileceği bilimum şeyi yapabileceğiniz kimse yoktur dünyada. Dedim ya tek başınasınızdır. Tabii tek başınıza olabildiğiniz kadar. Etrafta nefes alıp veren başka canlılar da vardır. Siz onları gündüz görememektesinizdir. Ancak varlıklarından haberdarsınızdır. Geceleri dışarı çıkmazsınız ve bunun kendinizi koruyacağını zannedersiniz. Yine de yaşam savaşı verir misiniz? Teslimiyet bayrağını göndere mi çekersiniz? O an ki psikolojiye bağlı ama zaten böyle bir şeyin olması romanlarda ve filmlerde makbuldür değil mi? Endişeye mahal yok öyleyse.
Amerika'da vizyona girdiği ilk 3 günde elde ettiği 76,5 milyon Dolar hasılat ile rekor gişe hasılatı yapan, ülkemizde ise 25 Ocak 2008'de vizyona girecek olan Ben Efsaneyim'i dün izleme fırsatı buldum ve son derece beğendim. Yalnız filmin elde ettiği bu rekor The Return of the King'i geride bıraktığı anlamına geliyor ki bu benim hiç hoşuma gitmedi. Neyse! "The last man on Earth is not alone" mottosu ile yola çıkan filmin konusu girişte anlattıklarımla hemen hemen aynı. Biraz daha açmak gerekirse... Bir gün bir televizyon programına katılan bir bilimadamı kansere çara bulduklarından bahsetmektedir. Buna göre geliştirdikleri bir virüsü 10000'e yakın kanserli hasta üzerinden denemişler ve deneklerin tümündeki kanserli hücreleri yok etmeyi başarmışlardır. Bu sahneden sonra geleceğe doğru 3 yıl sararız filmi. Geride bırakılan 3 yıl insanlık için büyük vurgun olmuştur. Üretilen virüs ters tepmiş ve dünya üzerindeki 6 milyar insanın 5,5 milyarı hayatlarını kaybetmiş. Kalan 500'ü ise mutasyona uğrayarak insan denmekten öteye gitmişlerdir. Şehirler harap olmuş, dünya üzerinde düzgün insan kalmamıştır. Bir kişi dışında: Robert Neville. Robert Neville Amerikan ordusunda çalışan bir subaydır. Büyük felaketten sağ ve sağlam kurtulan tek insandır. Yanında bir de kızından yadigâr köpeği Sam vardır. İkisi beraber hayatta kalabilmek için gündüzleri dışarı çıkar, hava kararmadan önce de adeta bir kaleyi andıran evlerine geri dönerler. Çünkü etrafta her türlü ışıktan çekinen ve karanlıkta tek arzuladıkları şey olan kanı edinebilmek için yapmayacakları şey olmayan başka varlıklar da vardır.
2006 yılında çekimlerine başlanan filmin yönetmenlik koltuğunda yer alan isim Constantine'in de yönetmenliğini yapan Francis Lawrence. İyi bir iş çıkarmış. Oyuncu kadrosuna baktığımızda ise bu tarz filmlerde oynamayı kendisine ilke edinmiş olan Will Smith'i Robert Neville rolünde görüyoruz. Bunun dışında önplana çıkan oyuncular arasında bir de başroldeki köpeğimiz Sam var. Kendisinin ilk oyunculuk denemesi olup gerçek adını bilmemekteyim. Ha unutmadan bir önceki filmi The Pursuit of Happyness'de kendi oğlunu oynatan Will Smith bu filmde de az da olsa kızına rol vererek hak geçmemesini sağlamıştır.
Genel kanı gerilim tarzı filmlerin pek tutmadığı yönündedir. Yine bir başka genel kanı insanlığın hayatta kalma ve kenetlenme mücadelesini anlatan filmlerin iyi sattığı üzerinedir. Her ikisi de istisnaların haricinde genelgeçerdir. Bu film de istisnaların başında gelir benim gözümde. Baştan sona heyecan içinde geçen bu filmin tek kötü yanı, kanımca, finalidir. Zaten kitaba sadık kalınarak yapılmamış bir finalmiş. Olsun böyle de kötü bir final olmuş.

Piano Piano Bacaksız

"İnsanın yoksulu, üstelik çocuksa benim gibi, barıştan yanadır yani umuttan yana."
Her insanın belli bir beklentisi vardır hayattan. Amaçlar farklı da olsa çoğumuzun gözünden kaçsa da ortak bir yola çıkar gayelerimiz. Ne kadar fazla şeye ulaşmak için çabalasak da nadiren durumun farkına varıyor da olsak aslında gün doğduğunda ve gece yastığa başımızı koyduğumuzda midemizi rahata erdirebilmektir ortak maksadımız. Her insan ve canlı arasında kurulabilecek en kolay bağdır bu. Ötesi olamaz.
Türk sinemasının en iyilerinden kabul edilen 1990 yapımı ve Tunç Başaran imzasını taşıyan Piano Piano Bacaksız'da da işlenen en önemli olgu budur. Herkesin ayrı bir hikâyesi ama ortak birer gayesi vardır bu filmde de. Tek bir evde yaşayan akrabaların ve komşuların güldüren ama güldürürken de insanı derin düşüncelere sevk eden hikâyesidir Piano Piano Bacaksız. Belli bir ana karakter yoktur ama yine de nereden baksanız 10 yaşında olan Kemal'in gözünden aktarılır ev halkının yaşadıkları. Ev ahalisi son derece yoksuldur. Evde kalanlar içinde hasta ve bakıma muhtaç olanı da vardır, ayakları yere basan ama iş güç aramak için çaba sarfetmeyeni de. Bunun dışında hepsinin hayali başkadır. En son ne zaman ayakkabısı olduğunu hatırlamayan Kemal'in hayâli Kerim dayısının odasında gördüğü İtalya bayrağına doğru orantılı bir çizmeye sahip olmaktır. Yine Kerim dayısının amacı da sahte para basıp hem ev halkını yoksulluktan çıkarmak hem yıllardır hayalini kurduğu Napoli'ye yerleşmektir. Sonra adını hatırlamadığım bir ev sakini daha vardır. Canı gibi koruduğu iki ekmek kapısı, atları, vardır. Bir tanesinin ayağı kırılınca öldürülmek zorunda kalır. Annesine bakmaktır amacı. Tek atla zordur işi. Ayrıca Kemal'in sağlıklı olmasına karşın çalışmayan, her şeyi oğlunda bekleyen ancak kumar oynamayı iyi beceren, ailesine de bu yolla bakmayı hedefleyen bir babası babası vardır. Çok karakter vardır filmde. Yağ bulamadıkları için çorba yapamazlar. Komşunun tavuğunu çalarlar. Komşu kapıya dayandığında "Çalacak duruma düşmüşüz ki çalmışız" diye yanıtlarlar. Kemal simit satan arkadaşının yanına gittiğinde arkadaşı simitlerden birini almasını söyler. O da "Sat daha iyi" diye yanıtladıktan sonra tepsinin dibinde kalan susamları yutmaya başlar. Askerin çarşı da yemek dağıttığı haberi gelir. İki tas alırlar. Yemek sulandırılıp evdeki 10 kişiye yedirilir. Yine de anlattığım kadar acıklı değildir bu film. Eğlendirir izlerken ama yine dediğim gibi düşündürür de. Bir sinirle kızdığımız hırsızlar hakkında bile "İhtiyacı olmasa..." dedirtebilir herkese. Dedim ya evdeki herkes yoksuldur, bir şeylere tutunmaya çalışmaktadırlar ama her şeyden öte umutları vardır ve bununla mutlu olabilmektedirler. Kötü bir şey olduğunda gözlerini kaparlar ve bunun geçtiği düşünürler.
Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda sinemamızın pek çoğumuz tarafından yüzü bilindik ama ismi hatırlanmayan emektarlarını görmek mümkün. Ancak hepsinde öte bir Rutkay Aziz var bu filmde. Kendisi herkesin umudu Kerim dayıyı başarıyla canlandırmaktadır. Kemal karakterini ise dönemin çocuk oyuncularından Emin Sivas canlandırmış. Belirtmekte yarar var bu aktörün 1990 yılında yer aldığı Journey of Hope isimli film en iyi yabancı film dalında Akademi Ödülü'nün sahibi olmuştur. Bu iki ismin dışında filmde az da olsa rolü olan, erken yaşta kaybettiğimiz oyuncu Yaman Okay'ı görmek de sizi mutlu edecektir. Tüm bu isimlerin dışında bir isim daha var ki filmde görünmemesine rağmen sesiyle yetmiştir. En güzel, en kadife sesli Türk tiyatrocu kimdir? Cevabı verdiğinizi biliyorum da yine söyleyeyim. Müşfik Kenter de dış ses olarak filme renk katmış.
Efendim uzun lafın kısası, ölmeden önce izlenmemesi ayıp olan bu filmi izleyin.

4 Ocak 2008 Cuma

Birkaç Film Hakkında

Son Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi kucaklayan Christian Mungiu imzalı "4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün" isimli film yurdumuz sinemalarında da yer almaya hazırlanıyor. Film 11 Ocak 2008 günü ülkemizdeki sinema salonlarında izlenebilecek. Ancak kaç tane sinema bu filmi yayınlama zahmetine girişir onu bilemeyeceğim. Sin en iyisi, izlemek isterseniz, araştırmanızı önceden yapın. Söz konusu film komünizm dönemi Romanyasından izler taşıyor. Bu film haricinde aynı tarihte Boşnak yönetmen Emir Kusturica'nın "Bana Söz Ver" isimli filmi de izleyicisi ile buluşacak. Filmde uzaklarda bir köydeki tepede yaşayan Tsane'in büyükbabasının ölmeden önceki son isteklerini yerine getirirken karşılaştığı olaylar işleniyor. Bu iki yapımın haricinde ismini vermek istemediği iki gereksiz Türk filmi de vizyona girecek. İşin benim için üzücü olan yanı mevzubahis iki film de diğerlerini geride bırakacak. Bunu tahmin etmek için müneccim olmaya da gerek yok.

Fazıl Say'a Onur Ödülü

Sanat Kurumu her yıl verdiği onur ödülü için bu yıl piyanist Fazıl Say'ı layık görmüş. Kurumun yönetim kurulu başkanı yaptığı açıklamada ödülün kurum üyelerinin oy birliği sonucunda verilmesinin kararlaştırıldığını belirtmiş. Mişoğlu miş...

1 Ocak 2008 Salı

Top 10

Blogu yazmaya başladığımdan bu yana toplam 41 film hakkında yazı yazmışım. Toplam atılan postun 200'ü aştığını varsayarsak 41 rakamının son derece düşük olduğunu kabul etmek gerek. Elimden geleni yaptığımı söylerek asıl konuya geleyim. Akşam akşam kafama esti ve şimdiye dek yazdığım 41 film arasından bir Top 10 çıkarayım dedim. Dikkatinizi bir kez daha çekmek istiyorum. Ömrüm boyunca izlediğim filmler içinden bir Top 10 çıkarmıyorum. Bloga yazdığım 41 film arasından bir Top 10 çıkarıyorum. Buyrunuz;
  1. Paris, Texas
  2. The Elephant Man
  3. Le Grand Bleu
  4. Eternal Sunshine of the Spotless Mind
  5. Vozvrashcheniye
  6. Turtles Can Fly
  7. Edward Scissorhands
  8. Before the Rain
  9. Det Sjunde Inseglet
  10. One Flew Over The Cuckoo's Nest