20 Ekim 2007 Cumartesi

Before The Rain

Yağmurun dünya üzerindeki her şeyi temizleyebileceği ve hatta her şeyin üzerine bereket yağdırabileceğini söylenir hep. Peki öyle midir gerçekten? Yağmurun temizleyemeyeceği, üzerine bir çarşaf çekip örtemeyeceği birşey yok mudur? İnsanların birbirine uyguladığı vahşet karşısında ne yapabilir? Bunu durdurabilecek gücü var mıdır bulutlardan düşmekte olan yağmur damlacıklarının? Peki ya insanoğlunun en acımasız ve en gereksiz icadı olan savaş söz konusu olursa... Her kurşundan dökülen kanı temizleyebilir mi yağmur? Belki suyla karışan kırmızı toprak tarafından emilir, fakat kaybedilenlerin yüreklerde bıraktığı anılar ve acılar nasıl unutturulur? Dünyada kaç yılı birbirine namlu doğrultmadan geçirmeyi başarmıştır ademoğlu? Yeryüzünde, kimilerinin harita üzerindeki yerini dahi bilmediği yerlerde, sokağa ekmek almak için çıkan insanların beş dakika sonra evlerinde olabileceklerinin garantisi var mıdır? Bu şartlar altında yaşamın bir yerlerinden tutmaya çalışan insanların neler çektiğinden Londra'da, Paris'te, Viyana'da, Roma'da bir kafeteryada kahvesini yudumlamakta olan insanların haberi var mıdır? Sadece televizyonda gördükleri ve gazetelerde okudukları onlara savaşın tanımını yapabilir mi? Günümüzde barışın istisna olduğu dünyada yaşayan ile yaşamayan için anlamı çok farklıdır savaşın. Sonbaharın gelmesi, yağmur taneciklerinin toprağı ıslatması hiçbir şeyin üzerini örtememektedir maalesef...
Bu kadar soru işareti yeter. 1994 yılında Yağmurdan Önce isminde bir film çekildi. Makedon yönetmen Milcho Manchevski yazıp yönettiği film tek başına bir savaş filmi olmaktan çok öte. Yugoslavya'daki iç savaş yıllarının ele alındığı film Sözler, Yüzler ve Resimler adlı üç farklı hikâyeden oluşuyor. İlk uzun metraj film denemesini yapan yönetmen o zamana kadar sinemada görülmeyen muhteşem bir kurguyla tanıştırır sinemaseverleri ve onları yüreklerinden yakalar. Öyle ki uzun zaman sonra yapılan bir ankette birçok sinemasever tarafından şimdiye dek çekilen en başarılı film olarak gösterilir.
Üç farklı senaryoyu belli bir döngü içerisinde sunar Before The Rain izleyiciye. İlk hikâyede köyünden kaçan bir Arnavut kızın Makedonya'daki bir Hıristiyan manastırına sığındığını görürüz. Hayatı boyunca solumaktan kurtulamadığı savaşın kokusu yüzünden "sessizlik yemini" eden Kiril adlı genç rahip bir gece odasına geldiğinde görür Zamira isimli genç kızı. Kız kendisini ele vermemesi için yalvarır Kiril'e. Ertesi gün manastıra gelen Makedonyalı Hıristiyan eli silahlı bir çete manastırdaki rahiplere genç Arnavut bir kızı sorarlar. Anlattıklarına göre kız arkadaşlarından birinin ölümüne sebep olmuştur.
Yüzler ismini taşıyan ve filmin en kısa bölümü olan ikinci bölümde ise Makedonya'daki savaş ortamından çok çok uzaklarda buluruz kendimizi. Savaş fotoğrafçılığı yapmakta olan ve alandaki başarısı sayesinde Pulitzer Ödülü'nün sahibi olmayı başaran Aleksander Kirkov, Londra'daki fotoğraf editörü olan sevgilisi Anne'e kendisiyle birlikte ülkesi Makedonya'ya dönmesi için teklifte bulunur. Aleksander bıkmıştır... Ödülü almasına vesile olan vahşet içerikli kareleri onu mutlu etmemektedir artık. Çünkü iki eli arasında tuttuğu fotoğraf makinasının bir cinayet aleti olduğunu düşünmektedir ve bu nedenle ülkesi Makedonya'ya geri dönmeyi plânlamaktadır. İşin özü ülkesinde geçmişini bulacağını ummaktadır. Ancak uçağa bindiğinde yanındaki koltuk boş kalır. Yugoslavya'daki iç savaştan çekinen Anne ise vahşeti Londra'nın göbeğinde bulur.
Filmin son bölümünde ise ikinci hikâyeden aşina olduğumuz Kirkov'un öyküsünü bize aktarır Manchevski. Ünlü fotoğrafçı uzun yıllar sonra ülkesine dönmüştür. Ancak hiçbir şey hayallerindeki gibi, bıraktığı günkü gibi değildir. Bir zamanlar birlikte okula gittiği arkadaşları ile birbirlerinin kasabalarına giremedikleri için artık görüşememekte, etnik ayrım yüzünden bir zamanlar aşık olduğu kadını görememektedir. Yıllar önce bırakıp gittiği evinin önüne geldiğinde ise ağzından tek kelime çıkar Kirkov'un: "Savaş!"... Makinasını fırlatıp atan Kirkov her ne kadar artık yeni bir yaşam arasa da savaş insanların hayatından hiç çıkmadığı gibi onun hayatının geçtiği film şeridini de yine bir ucundan yakalamayı başarır.
Makedonya'nın ilk Oscar adayı olan ve Venedik'ten Altın Aslan dahil 5 ödülle dönen bu başyapıt, üçüncü öykünün son bulmasıyla noktalanır. Başlangıçta da dediğim gibi bu üç öykü her ne kadar birbirinden ayrı gibi görülse de bir zaman gelir ki aslında filmde ön plana çıkan dört karakterin hikâyesi de bir yerde çakışır. Anlarız ki karakterlerin yaşamlarının bir kesitini bize sunan bu üç bölüm bir çember oluşturur, bir döngü yaratır. Yağmurun yağmasından hemen önce hikayeler birleşir, senaryolar üst üste gelir. Damlalar gökyüzünden düşmeye başladığında ise hiçbirinin yaşamı eskisi olmayacaktır. Filmde de dendiği gibi aslında "Zaman sonsuzdur, döngü asla tamamlanmaz"...

Hiç yorum yok: