29 Kasım 2007 Perşembe

Le Grand Bleu

"Do you know what you're supposed to do, to meet a mermaid? You go down to the bottom of the sea, where the water isn't even blue anymore, where the sky is only a memory, and you float there, in the silence. And you stay there, and you decide, that you'll die for them. Only then do they start coming out. They come, and they greet you, and they judge the love you have for them. If it's sincere, if it's pure, they'll be with you, and take you away forever."
İnsanlar sever. Mümkün olan her şeye sevgi beslerler. Mesela denizi sevmeyen yoktur. Kimisi sadece sıcak havalarda serin bir yorgan olup onları örttüğü için sever. Bu tip insanların sevgisine saygı duymakla beraber bahsedeceğim denizsever tipi bunlar olmayacak kesinlikle. Kimisi ise başka sever denizi. Onlar için sadece serinlemeye yarayan bir olgu değildir mavi sonsuzluk. Çünkü insan havuzları ve gölleri de bu amaç için kullanabilir. İkinci gruba aldığım denizseverlerin vurgunluğu gökyüzünün mavisini içine çekmesine, saflığına ve insana yaşattığı sonsuzluk duygusunadır. Deniz onlar için çok şey ifade eder. En önemlisi bir dosttur onlar için. En sıkıntılı anlarında çeker giderler bir kumsala ve bağdaş kurup otururlar mavi çarşafın önünde. Sadece kuş sesleri ve masmavi sonsuzluk vardır önlerinde, huzur bulurlar.
1988 yapımı ve Fransız yönetmen Luc Besson imzalı The Big Blue'da birden fazla aşk hikâyesine tanıklık ediyoruz. Ancak aşklar klişe aşklar değil. En azından bir kısmı değil. Sıradışı bir aşk öyküsü Le Grand Bleu. Aşk kavramını yeni baştan tanımlayan bir filmdir ayrıca. Aşkın sadece kadın ile erkeğin birbirlerine karşı hissettikleri duygu yoğunluğu olduğu inancını kökünden yıkan bir yapımdır.
Enzo ve Jacques birbirlerini uzun zamandır tanımaktadırlar. Onların arkadaşlıkları Akdeniz'deki küçük bir kasabada başlamıştır. Ancak o günlerde aralarının pek iyi olduğu söylenemez. Daha da açık olmak gerekirse birbirlerinin iyi arkadaşı değildirler. Fakat her ikisini birbirleri ile alakalı kılan ortak bir noktaları vardır: Dalış. Bir zaman sonra Jacques'ın kendisi gibi bir dalgıç olan babası Akdeniz'de bir dalış sırasında hayatını kaybeder. O günden sonra Enzo ve Jacques arasındaki bağ kopar ve uzun yıllar birbirlerini göremezler. Aradan yıllar geçer. New York'taki bir güvenlik ofisinde yazıcı olarak çalışmakta olan Johana ise işi dolayısıyla Peru'ya gitmek zorunda kalır. Gittiği yerde bir grup bilimadamı ile çalışmakta olan Jacques'ı görür ve son derece şaşırır. Çünkü Jacques bir araştırma için buz gibi suya dalıyor, dakikalarca kaldığı suyun içinde tüpsüz bir şekilde adeta bir yunus gibi kıvrılıyordu. Johana bundan son derece etkilenir ancak Jacques hakkında bir bilgi alamadan ülkesine geri döner. Genç bayan ülkesine dönmüştür ancak aklı fikri Jacques'dadır. Bir gün, İtalya'da gerçekleştirilecek olan Dünya Dalış Şampiyonası hakkında bir haber alır. Oraya gitmeli ve Jacques'ı yeniden görebilmelidir. Heyhat önünde bir engel vardır. Çalıştığı iş yerini ekmek zorundadır ve bunu hikâye uydurarak başarır. Böylece patronu onu İtalya'ya gönderir. Şampiyonanın gerçekleştirileceği Taormina kentinde bir kişi daha vardır: Enzo. Enzo elinde bulundurduğu Dünya Dalış Şampiyonu ünvanını korumak için oradadır ve çok iyi bilmektedir ki kendisini mağlup edebilecek bir kişi varsa o da Jacques'dır. Bu arada Johana ile Jacques birbirlerine artık daha yakındır. Johana kendisini deli gibi sevmesine karşın Jacques'ın baştan aşağı bedeninde barındırdığı gerçek aşkı bambaşka bir şeyedir...
Senaryosu bakımından The Big Blue böyle bir filmdir işte. Böylesine hoş bir senaryo muhteşem bir atmosfer ve harika oyunculuklarla birleşince ortaya izlemesi keyif veren bir yapım çıkmış. Oyuncular demişken oyuncular hakkında da bilgi vermek lâzım tabii. Bir kere film boyunca kötü adam gibi gösterilen ama aslında öyle olmayan Enzo karakteri var. Bu karakter için Jean Reno'dan daha iyisini bulamazlardı sanırım. Aktörün kendisini çok sevdiğimden dolayı birçok filmini izlemişimdir ve kendi filmleri arasında bir Oscar alması gerekse kesinlikle bu filmdeki oyunculuğuna verilmesi gerekirdi ödülün. Sonra tabii bir de Jacques karakteri var. Kendisine karşı beslenen aşka bir türlü hak ettiği değeri veremeyen ve denize olan sevgisine yenik düşen adama Alman oyuncu Jean-Marc Barr hayat vermiş. Bir de gayet hoş bir bayan var ki o da Rosanna Arquette. Kendisi tahmin edebileceğiniz üzere Johana karakterini canlandırmıştır. Kendisi rolün hakkını ziyadesiyle vermiş. Filmi izlerken o role kendisinden başka birinin yakışamayacağını düşünmüştüm. (Evet, gereğinden fazla "kendisi" kullanmışım. Olur öyle.)
Yeryüzünde denizi sevmeyen bir şahıs var mıdır bilemeyeceğim ama eğer varsa bu filmi izlemeli o kişi. Fikrinin değişeceğine, hele hele sinema tarihinin en güzel sonlarından birine vakıf olduktan sonra koşa koşa denize gideceğine adım gibi eminim. Neticede gülüyorsunuz bu filmi izlerken, denizin kendisine aşık oluyorsunuz ve gözleriniz nemleniyor en nihayetinde. Denizin kendisi kadar saf, temiz ve masmavidir bu film. İlk dakikalarıyla sizi içine çeken okyanusun serin sularına dalarsınız ve 168 dakika sonra yüzeye çıktığınızda hiçbir şey eskisi gibi değildir sizin için.

2 yorum:

Mobius dedi ki...

Filmler hakkındaki her yazını okuduğumda tüüü bunu nasıl izlemedim bugüne kadar diye hayıflanıyorum kendime.
Bu filmde de aynı şey oldu.Belki de senin kullandığın dilden dolayı.Yani şöyle,denizle aram onu sadece uzaktan izlemekten.Ama yazının sonunda bir fena oldum,deniz kokusunu özler mi insan evet özlermiş :)

Anıl dedi ki...

:)