25 Şubat 2008 Pazartesi

Dinlenmesi Gerekenler (21) - Söz Ver

İnanırdım duyduğum her söze
Bir zamanlar saflık vardı
Şimdi yerim yok aldanmaya
Bir hayat sıradanı kalbim

Bana bitmeyen bir tek şey söyle
Söyle, sonsuza inanayım
Bana nasıl seveceğimi anlat
Aşk karlı yokuş, yorulmayayım

Söz ver, durma öyle bana söz ver
Bakışına kanmam artık, söz ver
Çok zor soru değil bu, hadi çöz ver
Birlikte ölecek miyiz?

İnanırdım duyduğum her söze
Bir zamanlar saflık vardı
Şimdi yerim yok aldanmaya
Bir hayat sıradanı kalbim

Haydi beni biraz heyecanlandır
Yüzüm gülmüyor çoktandır
Ben kaybetmekten çok korkarım
Tüm alışkanlıklar çocukluktandır

Geleceksin, belki çok seveceksin
Zamanı gelince gideceksin
Bir keşkeye daha yer yok kalbimde
Birlikte ölecek miyiz?

Söz ver, durma öyle bana söz ver
Bakışına kanmam artık, söz ver
Çok zor soru değil bu, hadi çöz ver
Birlikte ölecek miyiz?

FERİDUN DÜZAĞAÇ

Creativity (11)


Pazartesi Notları #16

  • Javier Bardem fazlasıyla hak ettiği Oscar'ı kazandığı için mutluyum. Oscar'ın uzun zaman sonra kendisini gerçekten hak eden birine gittiğini görmekten dolayı ayrıca mutluyum.
  • Son birkaç gündür bahar havası var ve ben bu durumdan hiç hoşnut değilim.
  • Hintli mühendisler dünyanın en ucuz cep telefonlarını üretmişler. Telefonların fiyatı 20 YTL imiş. Sanırım "Çin malı" ürünlerden sonra artık "Hint malı" ürünler de çok konuşulacak.
  • Kuzey Irak'taki kara harekatının başlaması ile Abdullah Gül'ün anayasa değişikliği paketini onaylaması nedense aynı güne denk geldi.
  • Merhum karikatürist, Avanak Avni'nin babası Oğuz Aral'ın Cihangir Parkı'ndaki heykeli kimliği meçhul şahıslarca parçalanmış. Allah akıl fikir versin.
  • Sana margarinin aklımda en çok yer etmiş sloganı "Değerini anneler bilir" idi. Daha sonraları Sana'ya piyasada bir rakip çıktı. Adı Luna'ydı. Sonraları Gülriz Sururi'yi reklamlarına konuk edecek olan Luna'nın ilk sloganı "Yoksa siz hâlâ annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz"du. Birden aklıma geldi. Güzeldi.
  • Mor ve Ötesi'ne "Olmamış" diyoruz ve kalan müzik yaşantılarında başarılar diliyoruz.
  • Bugün okulda arkadaşımın biri "Lan Recep'e gittin mi?" dedi. "Ulan Recep kim?" diyecek oldum ki o anda jeton düştü. "Ha sen İvedik'ten bahsediyorsun. Hayır, izlemedim" dedim. "Olm çok şey kaçırmışsın. Bütün Kemal Sunal filmlerini üst üste koysan bu kadar güldürmez" dedi. İçimden ağır bir söz söyledim kendisine. Bu filmi de izleyeceğim ama ne olur bir daha ben bir filmi görmeden atıp tutmasın kimse. Sonra sinema salonunda önyargılı davranıyorum, ayıp oluyor.
  • "Bu mesajı şu kadar adamı yollarsan hayatında şu şu olacak" gibi mesajları da o tip mesajları gönderenleri de görmek istemiyorum. Hay sizi şu kadar eşek kovalasın emi!
  • Emine Şenlikoğlu adında bir yobaz var. Gayet keyifle takip ediyorum kendisini. En kısa zamanda "Ya sev ya terk et" kapsamında İran'a gönderilmesi taraftarıyım.
  • Elif Şafak'ın kitaplarının İngilizce çevrimlerinde yazarın adı "Elif Shafak" şeklinde yazar. Benim bildiğim İngilizce'ye göre bu doğru değil. Doğrusu "Elif Shafuck" olmalı. Yanlışsam söyle... Hişt, alooooo!
  • Mustafa Kemal'i Allah'ın Amerikalısı bile bizden daha iyi anlıyormuş. Geçtiğimiz günlerde bunu üzülerek de olsa anladım. Bu dönem aldığın Intercultural Communication dersinde Amerika'nın Nebraska eyaletinden bir üniversite ile görüntülü konferans yöntemi sayesinde karşılıklı ders yapıyoruz. Karşımızdaki Coniler Mustafa Kemal'in sadece Türkiye için dünya için çok büyük bir isim olduğunu ve en kısa zamanda Anıtkabir'i ziyaret etmek istediklerini söylediklerinde bir garip olmadım desem yalan söylemiş olurum.
  • Dün bir arkadaşımın MSN iletisine "Ayva Flower Open" yazdığını gördüm. Gerçekten çok başarılı bir çalışmaydı.

And The Oscar Goes To...

Merakla beklenen 80.Akademi Ödülleri'nin sahipleri bu sabaha karşı yapılan muazzam tören ile belli oldu. Her ne kadar ödüllerin sahipleri az çok tahmin edilmiş olsa da sürpriz isimler de yok değildi. Ancak beklendiği üzere No Country For Old Men en iyi film ve en iyi yönetmen dahil toplam 4 dalda altın heykelciği kucakladı. Film ayrıca en iyi uyarlama senaryo ve en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında da ödülleri hanesine yazdırdı. Geceye damgasını vuran en önemli isimler ise Joel ve Ethan Coen kardeşler oldu. Başarılı yönetmenler en iyi yönetmen ve en iyi uyarlama senaryo ödüllerini teslim almak için iki defa sahneye çıktılar. Bunun dışında İhtiyarlara Yer Yok, İspanyol oyuncu Javier Bardem'e de en iyi yardımcı erkek oyuncu dalındaki ödülü kazandırdı. Daha doğrusu Bardem bu filmdeki aşmış performansı ile bu ödülü kendisi kazandı. Gece boyunca en çok merak ettiğim dal buydu ve ödülü Bardem'in kazanması beni ziyadesiyle mutlu etti.
Bunların yanında gecenin en büyük sürprizini Fransız aktrist Marion Cotillard en iyi kadın oyuncu dalındaki ödülü, bu dalda favori gösterilen Cate Blanchett'ten kaparak gerçekleştirdi. En iyi erkek oyuncu dalındaki ödül ise büyük kesimin favorisi Daniel Day-Lewis'e gitti. Lewis bu ödülle birlikte Oscar heykelciğini ikinci kez evine götürmüş oldu.
Ödüllerin tam listesi şöyle:

En iyi film: No Country for Old Men
En iyi yönetmen: The Coen Brothers - No Country for Old Men
En iyi erkek oyuncu: Daniel Day-Lewis - There Will Be Blood
En iyi kadın oyuncu: Actress: Marion Cotillard - La Vie En Rose
En iyi yardımcı erkek oyuncu: Javier Bardem - No Country for Old Men
En iyi yardımcı kadın oyuncu: Tilda Swinton - Michael Clayton
En iyi özgün senaryo: Diablo Cody - Juno
En iyi uyarlama senaryo: Joel and Ethan Coen - No Country for Old Men
En iyi yabancı film: The Counterfeiters - Avusturya
En iyi animasyon: Ratatouille
En iyi kısa metrajlı animasyon film : Peter and the Wolf
En iyi kısa metrajlı belgesel film: Freeheld
En iyi uzun metrajlı belgesel film: Taxi to the Dark Side
En iyi sanat yönetmeni: Sweeney Todd
En iyi görüntü yönetmeni: Robert Elswit (Kan Dökülecek-There Will Be Blood)
En iyi kostüm: Alexandra Byrne (Elizabeth: Altın Çağ)
En iyi makyaj: Didier Lavergne ve Jan Archibald (La Vie en Rose-Kaldırım Serçesi)
En iyi şarkı: “Falling Slowly” - Once, Glen Hansard ve Marketa Irglova
En iyi görsel efekt: The Golden Compass
En iyi özgün müzik : Dario Marianelli (Atonement)
En iyi kurgu: The Bourne Ultimatum
En iyi kısa metrajlı film : Live Action Short: Le Mozart Des Pickpockets
En iyi ses kurgusu : The Bourne Ultimatum
En iyi ses miksajı: The Bourne Ultimatum

23 Şubat 2008 Cumartesi

Eastern Promises

Biz Türkler mafya hikâyelerine bayılırız. Öyle ki ülkemizde çekilen her yapımda ucundan da olsa mafyayı göstermezsek ayıp etmiş oluruz. Komedi filmlerimizde bile bu olguya rastlarız. Zamanında Deli Yürek isimli televizyon dizisiyle sükse yapan bu yapımlar, Kurtlar Vadisi ile doruk noktasına ulaştı. Bu dizilerin ulaştığı izlenme oranı öyle seviyeye ulaştı ki bir anda aptal kutumuzda hangi kanalı açsak bir organize suç örgütünün anlatıldığı seyirliklerle karşılaştık. Dönüp baktığımızda vizyona giren en iddialı Türk filmlerinde patlayan silahların ve yanlarına bırakılan kırmızı karanfillerin haddi hesabı yok. Kopan kafalar, ekranı koyu bir kırmızıya bulayan kanlar, yapılan işkenceler Türk televizyon izleyicisinin vazgeçilmezidir. Talep var ki arz da var. Türk insanının şiddete bu kadar meyilli olmasından usta yönetmen David Cronenberg'in haberi var mıdır bilinmez, ancak şarkta ortada olan Türk-Rus-Çeçen şeytan üçgeni içinde neler yaşandığını az çok tahmin etmiş olmalı. Bunun izlerini Cronenberg sinemasının en son temsilcisi Eastern Promises'de görüyoruz. Benim nazarımda gerilim, şiddet ve cinsellik unsurlarını en başarılı şekilde biraraya getiren üstad Cronenberg sinema diline ve ayrıntıcılığına zirve yaptırdığı bu filminde Türk, Rus ve Çeçen mafyalarını İngiltere'nin göbeği Londra'da kasvetli bir ortamda aynı kavşakta buluşturuyor.
Şark Vaatleri son derece sade ancak bir o kadar da görkemli bir senaryoya ve atmosfere sahip. Annesi ve amcası ile birlikte yaşayan Anna bir hastanede ebedir. Bir gece 14 yaşında hamile bir Rus kız hastaneye gelir. O gece aynı saatte ölüm ve yaşam birlikte vuku bulur. Anne kaybedilmiş, ancak bebek kurtarılmıştır. Ölmüş babası da bir Rus olan Anna bu olaydan çok etkilenir. Ölen çocuk-annenin elbiseleri üzerinde bir günlük bulur. Kendisi Rusça bilmemektedir ve günlüğün içinde yazanlar konusunda en ufak bir fikir sahibi değildir. Lâkin bu esrarengiz ölümün ayrıntılarının elinde tuttuğu sayfalarda gizli olduğuna adı gibi emindir. Bulduğu kanıt onu Londra'nın önemli mafya ailelerinden birinin hedefi haline getirir. Çünkü günlüğün içinde yazanlar polisin eline geçtiği takdirde söz konusu mafya ailesi için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Yönetmen David Cronenberg'in bir önceki filmi olan A History of Violence, filmlerinde şiddet ve cinsellik unsurlarına aşırı derecede yer veren ve birçok sinema izleyicisini rahatsız eden Cronenberg sinemasının tavan yaptığı filmdi. Şiddetin Tarihçesi'nde maruz kaldığımız şiddet ve cinsellik unsurları Şark Vaatleri'nin sahip olduklarının yanında sönük kalıyor. Filmde her insanın kaldıramayacağı sahneler çok fazla. Son derece cüretkâr sahnelerin yanında hemen hemen her sahnede oluk oluk akan kan zayıf bünyeler için gerçekten çok fazla.
Bu filmin başarılı senaryosu ve Cronenberg sinemasının bir ürünü olması gibi pozitif yönlerine oyuncu seçimlerindeki başarı da eklenince ortaya gerçekten seyir zevki yüksek bir film çıkmış. Filmde en çok önplâna çıkan isim Viggo Mortensen. Mortensen'in kariyeri belli. Aşmış bir aktördür kendisi. Bu söylediklerim Şark Vaatleri'ni izlemeden önce geçerliydi. Bu filmi izledikten sonra ise Viggo Mortensen hakkında ne söylesem az olduğunu düşünüyorum. Bu adam gerçekten oyunculuk için dünyaya gelmiş. Filmde mafya babası Semyon'un şöförlüğünü yapmakta olan ancak film ilerledikçe aslında sürpriz bir karakter olduğu ortaya çıkan Nikolai'yi canlandırmakta. Kendisi mu filmdeki rolüyle "en iyi erkek oyuncu" dalında Oscar'a aday oldu. Alsın artık bu adam şu ödülü. Ayrıca Viggo Mortensen bu film için aylarca Rusya'da kalmış. Bunun amacı da Rusça'yı layıkıyla öğrenebilmek. Ben Rusça bilmem ama bilenler kendisinin Rus aksanına yakın bir şekilde konuştuğunu ve bunun kesinlikle kolay bir şey olmadığını söylüyorlar. Bu da kendisini tebrik etmek için ayrı bir etken. Tüm bunların ötesinde filmde öyle bir hamam sahnesi var ki bence sinema tarihinin unutulmazları arasına girmeye aday. Bu kadar üne sahip olup da öyle bir sahnede rol alacak başka bir aktör tanımıyorum ben. Sahne hakkında ayrıntıya girmek istemiyorum. Yoksa bazıları izlemek istemeyebilir. En iyisi sürpriz olsun.
Filmin bir diğer dikkat çeken ismi ise Vincent Cassel. Fransız aktörün oyunculuğunu hepimiz biliyoruz. Üstüne daha fazla dil dökmeye gerek duymuyorum. Her rolün altından kalkabilen bu adam Semyon'un oğlu Kirill rolünde. İçinde bulunduğu duruma aslında karşı olan bir adamı oynuyor kendisi. Bunu da filmin son sahnesinde çok başarılı bir şekilde yansıtıyor.
Bu iki ismin dışında bence filmin en zayıf halkasını ebe Anna'yı canlandıran Naomi Watts oluşturuyor. Sadece yüzünü, gözünü oynatarak oyuncu olunmuyor tabii.
Filmde bahsetmeden geçmek istemeyeceğim bir isim daha var; Armin Mueller-Stahl. Kendisini son derece babacan görünen ancak bu yumuşaklığın ardında derin bir şiddet barındıran Rus mafya babası Semyon rolünde görüyoruz.
Şark Vaatleri gerek senaryosu bakımından, gerekse sahip olduğu oyuncular ve elbette ki Cronenberg bakımından son derece başarılı bir film. Zaman zaman duyulduğunda insanı tebessüme boğan Türkçe diyaloglar filmin hoş ayrıntılarından biri. Yine yazının başından beri filmin içerdiği şiddet sahnelerinden bahsediyorum. Kesinler boğazlar ve haliyle akan kanlara rağmen filmde tek bir sahnede bile herhangi bir ateşli silaha rastlamamak Cronenberg ayrıntıcılığının bir başarısı. İnce düşünmek ne demek istediğimi açıklayacaktır sanırım. Yine de Türkçe konuşulan sahnelerde biraz daha dikkatli olunsa daha güzel olurdu. Ben hiçbir Türk erkeğinin kızdığı adama "Orospu" diye küfrettiğine şahit olmadım :)

18 Şubat 2008 Pazartesi

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 27

- Niye böyle oldu be abi? Ben çok sevmiştim be abi. O kadar mektup gönderdim, insan bi' cevap yazar. Benim günahım ne be abi? (Erkan Can)
- Bak koçum, belli olmuyor ama benim bir tek kulağımın arkası kaldı. Artık acı çekmekten ve acı çektirmekten zevk almamayı öğrendim. Sevgililer -heh- bizim olanlar ya da olmayanlar hepsi iz bırakır. Bu izler şimdi seninki gibi çok derinini çiziyor. Hepsi kalır. Ama inan yeni izler de olacak. Yaşlıları düşün, sanki her şeyi bilirlermiş gibidirler ama öyle değil. Ne kadar acı çekersen çek şunu hiç unutma çizilecek bi' yer hep vardır ve çizecek bi' yer. Ressam olur insanlar başkalarının kalbini kazıya kazıya ya da resim olurlar senin gibi kazına kazına. (Savaş Dinçel)
- Beni çok derin kazıdılar abi ama altından sarı yeşil çıktı, he he. Sen demiştin ya abi, hani sonbaharda dağlarla çamların arasından görünen yaprakları sararan çınar ağaçlarına bakıp, "İşte bizim takım" demiştin. İşte bizim takım o abi. (Erkan Can)
- Evet, bizim takım, hep yeşil kalan çamlar ve hep sararan çınarlar. Hayatta torba, yeşil kalmak da var, sararmak da. Dağın rengi bunlar, dağın rengi... Neyse, Serkan senin takım arkadaşın, Nurten de artık ya yengen ya da bacın. O artık yok, belki de hiç yoktu. Haydi sil gözlerini, bu kadar diyet yeter. (Savaş Dinçel)
- Evet abi, o artık yenge, ben de kaleci. Kaleci "Torba Suat". (Erkan Can)
- Konuşmanı özlemişim. (Müjde Ar)
- Senin için kelimelerim bitti. Sen bitirdin. (Savaş Dinçel)
- Sen yanlış yaptın hacı, olacak iş değildi bizimki, anlamadın. (Müjde Ar)
- Biliyorum, bazen seninleyken bile böyle düşünürdüm. Anlamadığımı düşünürdüm. Kendi elimle seni kaybettiğimi. O zaman ölmek gelmişti içimden, geberip gitmek. Bu aralar yine oluyor ama kimse yok ki, kimi kaybediyorum? Niye yine böyleyim, bilmiyorum. (Savaş Dinçel)
- Dur. Biraz daha konuşalım. Aslında bunları özlüyorum. (Müjde Ar)
- "Seni" diyemiyorsun değil mi? "Seni özledim" demiyorsun. Her zaman kraliçelik peşindesin. Hep ulaşılmazsın. Halbuki ben o kadar çok şeyi özledim ki unutuyorum bazen, "Artık fark etmez" diyorum. Dünya artık böyle benim için; sen yoksun, yoktun zaten. Bunu niçin yapıyorsun, aklımı karıştırıyorsun? Bu iş bitmedi mi, ha? 5 yılımı senin için harcamadım mı? Ben yapamam, hem seninle hem sensiz olamam. Ne yapalım? Ben böyleyim. Ben gidiyorum. (Savaş Dinçel)

(Dar Alanda Kısa Paslaşmalar)

Pazartesi Notları #15

  • "We all look for a dream and paradise, a world of peace we can realise, with love and hope and being wise, for a 'Merhaba"
  • Dün gece yarısı yatmaya hazırlanıyordum. Açık pencereden dışarıya bakarken göreceklerimi biliyordum. 24 saattir yağan kar her yeri beyaza bürümüştü. Ancak gecenin 04:30'unda biraz daha farklı göründü gözüme. Nedense aklıma bir anda Edward Scissorhands geldi. Uykuya dalmadan önce son bir hoşluk yapmak istedim kendime. Henüz kapatmadığım bilgisayarımdan Danny Elfman'ın Ice Dance parçasını bulup dinlemeye başladım. Parça çalarken ben yere düşen kar taneciklerini izliyor, bir yandan da en yakın tepede bir şato arıyordum. Tüylerim ürperdi birden. Ben deli değilim!
  • Can Dündar'ın Yakamdaki Yüzler kitabı çok hoş olmuş. Tavsiye benden olsun...
  • Lait Noisettes Entieres... Nestle'nin yeni çikolatası. Bütün fındıklısı denenmeli. Fiyatı biraz kabarık ama en azından kaliteli bir çikolata yemiş olursunuz.
  • Doritos Dippas gibi süper bir şeyi hayatımıza sokanların ellerinden öperim.
  • İsmini verdiğim markalardan herhangi bir reklam geliri almamaktayım. Gönül isterdi ki öyle olsun.
  • "Ladies and gentlemen, may I have your attention, please?"
  • Aysel Güreli kaybetmişiz. Ardında bıraktığı bestelerini dinleyerek anacağım onu. Deli dolu hallerini unutmak mümkün olmayacak. Gittiği yerde neşesini kaybetmemesi dileğimle...
  • Hayvanların garip hallerini, alev alan arabaları, cep yakan alışverişleri artık haber bültenlerinde görmek istemeyenler... Birleşin!
  • Sinemada seansınızı beklerken sizden önceki seansta filmi izlemiş insanların salondan çıkarken etrafa attıkları bilmiş tavıra deli oluyorum. Ulan ben de izleyeceğim aynı şeyi zaten. Hasta mısınız?
  • Kar yüzünden üniversitenin tatil olması çok güzel bir şey. Güneydeki üniversitelerde okuyan öğrenciler için ne kadar çok üzülüyorum anlatamam.
  • Karlı havalarda bile halı saha maçlarına şortla çıkma gibi bir alışkanlığım var. Eşofman ile oynayamamak bana nezle olarak geri dönüyor her seferinde.
  • Okulun bahçesine Kardan Shrek yapmış birileri. Evet, kardan adam değil o. Bildiğin Shrek. Helal olsun. Cidden.
  • Reklamları izlemekten gerçek anlamda haz alıyorum. Artık ülkemizde yapılan reklamların %80'inin gereksiz ve mantık hatası ile dolu olduğuna kanaat getirdim. En basitinden bir örnek vereyim. Vodafone reklamı var mesela... Yahu arayan kişi aramayı neden kısa kessin ki? Kontör kendisinden mi eksiliyor sanki? Ahahaha, işte ben buna gülüyorum.
  • Üşüdüm sanki. En iyisi üzerime Google Earth'eyim :)
  • İğrençleşmeye başladım. Ben en iyisi kaçayım.
  • İçimdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdım, Pazartesi Notları'nı bitti mi sandın?

Darkwing Duck

Çok severdim küçükken...

17 Şubat 2008 Pazar

Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street

İstanbul'da bir cumartesi sabahı. Sıcacık yatağımdan kendimi dışarı atıp, perdeyi aralayınca dek geçen her şey sıradan. Bir gün önceden yapmayı planladığım her şeyin önünde bembeyaz bir engel var. Dışarıdaki ağaçları köklerinden sökecek fırtınaya bir de şiddetle ama dayanılamayacak güzellikte yağan kar da dahil olmuş... Şehrin ve ağaçların bembeyaz bir siluete bürünmesine sebebiyet veren mutluluk, ulaşmam gereken sinema salonuna nasıl gideceğimi bana sorgulatan bir çıkmaza bürünüyordu. Her şeye rağmen Tim Burton - Johnny Depp - Helena Bonham Carter üçlüsünün son eserini ertelemeyi kendilerine duyduğum saygıya ihanet olarak görüyordum. Belki de hayatımda ilk kez beyazdan korkarak adımımı attım dışarıya. Sıkı sıkıya giyinmek de fayda etmiyordu Antalyalı'ya... Afrika'dan Sibirya'ya adım atmak gibiydi onunkisi. Durakta beklenen otobüs bir süre sonra geldiğinde adeta yaşayan bir kardan adama bürünen ben o gün belki de ilk kez tebessüm etmiştim.
Zorluklar ve tereddütler içinde çırpındım ve sonunda ödülüme kavuştum. Sinema salonunun sıcak ortamına adımımı atana dek pek de inanmıyordum filmi izleyebileceğime. Başlangıçta salonun tıklım tıklım dolmuş olduğunu görüp sevindim. Sonra filmin yarısında salonu terk etmeye başlayanları gördüm. Ve ben... Hayatımda ilk kez bir filmin ortasında sinema salonunu terk eden insanlara acıdım. Türk sinema izleyicisinin halini görüp, yine acıdım. Bir seri katil hikâyesi izlemek, dolayısıyla gerilmek için gelen insanların yüzlerindeki hayal kırıklığını ve bilmişliği görüp acıdım. "Bu ne biçim film?" ve "Seri katil hikâyesinden müzikal mi olur?" sesleri içinde tamamladım filmi. Peki öyle miydi gerçekten? Bu sözleri söyleyen insanlar haklı mıydı? Her insan kendine göre haklıdır. Ancak bana göre herhangi bir haklılık payları yok? Filme gelmeden önce izleyeceğin film hakkında bilgi edinmiyorsan bu filmi yapanların suçu değil. Yahu bu hikâye 1979'dan bu yana Broadway'de oynanıyor. Nereden baksanız 30 yıl. Bir filmi beğenmemek elbette normal ancak bunu sırf müzikal olduğunu için söylüyorsanız "Orada dur" derler adama. Yine soruyorum, "Gerçekten bu kadar kötü müydü?" Her ne kadar saygısız insanların yakarışları yüzünden filmi beklediğim kadar rahat izleyebilmiş olamasam da film tam bir Tim Burton filmi. Yani kötü olması imkânsız. Dünyanın en önemli film eleştirmenleri de zaten yanılıyor olamaz. Birçoklarının söylemine ben de katılıyorum: "Sweeney Todd, Burton'un şimdiye kadarki en iyi 3 filminden biri"...
Yönetmen Tim Burton animasyon filmler dışında ilk defa bir müzikal denemesinde bulunmuş. Bunda da gerçekten son derece başarılı olmuş. Film finali dışında gerçek hikâyeyle de bire bir örtüşmekte. Özellikle filmin ilk dakikalarından itibaren kendini hissettiren siyah-beyaz gotik atmosfer tam Burtonvari olmuş. Özellikle filmin herkesi korkutan müzikal yanını kendine yakışır bir ustalıkla pozitife çevirmil. Öyle ki film %80 (hatta daha fazla) oranda şarkılardan oluşmakta. Ancak bunlar şarkı olmaktan öte adeta birer diyalog gibi sunulunca gerçekten tadından yenmez bir hâl almış.
Oyunculara değinmeye gerek var mı bilmiyorum. Bir kere oynadığı film ve çalıştığı yönetmen kim olursa olsun sırf oyunculuğunu görmek için insanları sinema salonlarına koşturan bir isim, Johnny Depp, var bu filmde. Depp bu filmde anti-kahramanımız Benjamin Barker'i (Sweeney Todd) canlandırmış. Efsanevi seri katilin herhangi bir resmini görmedim ancak kendisini beyazperdeye aktaran Johnny Depp'in yarısı kadar bile varsa kendisinden çekinilmeye değer. Bunun dışında, Johnny Depp ait olduğu yere, Tim Burton filmlerine, dönmüş ve bizi mutluluktan havalara uçurmuştur. Unutmadan... Filme gitmeden önce en çok Depp'in şarkı söyleyişini merak ediyordum. Bir insan her zorluğun altından bu kadar başarıyla kalkabiliyormuş demek ki. Böyle bir oyunculuğa böyle bir ses. Oyunculuk kariyeri bitse, ki Allah korusun, bu adam albüm yapar yine aç kalmaz.
Filmde Todd'un sevgilis Mrs.Lovett karakterini Burton'un eşi Helena Bonham Carter oynamış. Lovett ise kendi halinde bir börekçidir. Müşterisi pek yoktur. Sweeney ile tanışmasının ardından onun kurbanlarının etlerini böreklerinde kullanmaya başlayınca büyük sükse yapar. Düşününce ilginç tabii...
Bunların dışında Sweeney Todd'un düşmanı yargıç Turpin rolünde ünlü oyuncu Alan Rickman'ı ve Harry Potter serisinin Peter Pettigrew'i Timothy Spall'ı da filmde görüyoruz. Harry Potter dedik de... Serinin filmlerinde rol almış üç ismi de biraraya getirmiş bu film. Bu ilginç bir rastlantı.
Daha önce de söylemiştim... Tim Burton çile çekse izlerim, rastık çekse beklerim, niyet çekse inanırım, halay çekse katılırım. Bu adamın "büyüklere masallar" tarzındaki eserlerinin hayranıyım. Bir Edward Scissorhands ve bir Beetle Juice kadar iyi olmasa da bu iki filmin hemen ardında yer alabilecek bir Burton filmi olmuş Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street. Şahane oyunculuklar, bir o kadar güzel müzikler, ve muhteşem bir görsel şölene tanıklık etmek isterseniz, kim ne derse desin, bu filmi kaçırmayın. Müzikallerden nefret mi ediyorsunuz? Teminatı benim... Bu film fikrinizi değiştirecek.
"I feel you, Johanna"

14 Şubat 2008 Perşembe

!f İstanbul Başlıyor

!f İstanbul 14 Şubat 2008 itibariyle bekleyenlerine "merhaba" diyor. 24 Şubat'a kadar sürecek festival kapsamında birçok film izleyicisi ile buluşmayı bekliyor. Festival boyunca izlenebilecek filmler arasında David Lynch imzalı Inland Empire ve Donnie Darko'nun genç yönetmeni Richard Kelly'nin imzasını taşıyan Southland Tales festivalin en iddialı yapımları. 28 Şubat ve 2 Mart tarihleri arasında başkente de uğrayacak olan festivalin filmlerine Beyoğlu AFM Fitaş, Caddebostan Budak ve İstinye Park'tan ulaşılabilir.

Yazarların Grevi Sona Erdi

Amerika'da 3 aydır devam etmekte olan sinema ve TV yazarları sendikasının grevi geçtiğimiz gün sona erdi. Amerikan Yazarlar Sendikası yazarlar arasında bir oylama yapmaya karar verince, oylamaya katılan 3775 sendika üyesinin %92,5'i grevin sona ermesi yönünde oy kullandı. Hâl böyle olunca 10,500 sinema ve televizyon yazarı işlerine geri döndü. Böylece Oscar ödül töreninin yapılamaması gibi bir risk de ortadan kalkmış oldu.

"Yıldız Savaşları" Geri Dönüyor

Bir dönem kitleleri peşinden koşturan ve dünya çapında milyonlarca hayrana sahip olan George Lucas imzalı Yıldız Savaşları beyaz perdeye animasyon olarak geri dönüyor. Klon Savaşları altbaşlığı ile 15 Ağustos'ta Amerika'da gösterime girecek olan film, yaklaşık 30 bölümlük bir dizi halinde televizyonlarda yayınlanmaya devam edecek. Yeni Star Wars filmi serinin beşinci filmi olan Klonların Saldırısı ile altıncı film Sith'in İntikamı arasında geçecek.

11 Şubat 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #14

  • Yeni dönem başladı. Sömestir tatillerinin uzun tutulmasına karşıyım. İnsan okula dönmek istemiyor. Cidden!
  • Cuma günü Sweeney Todd ülkemizde vizyona giriyor. Perşembe gününden bileti almak lazım.
  • Yanılmıyorsam bir pırlanta reklamı... Kadınlar çıkıp "Şu kadarcık şeyi nasıl unutursun" diyor ya, hah, o işte. Bu kadar saçma, gereksiz ve itici bir reklam daha görmedim ben.
  • Vodafone'nin son reklamları da beş para etmez. Aranan kişi karşıdakini düşünüp neden telefonu kapatsın ki? Di mi ama?
  • Sevgililer gününü bir gün önceden kutlayacağım bu sene. 13 Şubat 2008 gecesi Ali Sami Yen Stadyumu'nda olacağım :)
  • Türkiye İslam Cumhuriyeti gibi bir şey olur mu? Bir zamanların İran'ını hatırlayın. Gençler gönüllerince giyinip, barlara ve diskolara gidebiliyorken; Şah'ı indiren İslam Devrimi sonrasında gelinen nokta herkesin malumu. Ulu önder hakkında bile artık rahatça istediklerini ifade etmeye başladılar. Artık gözleri açma vakti....
  • Lost dördüncü sezonuna fırtına gibi başladı. Hele ikinci bölüm fenaydı. Lakin kesmiyor beni haftada 40 dakika.
  • Taksilere binmek çok hoşuma gider. İşin para ödenen kısmından bahsetmiyorum. Ancak her seferinde farklı bir taksicinin hikâyesini dinlemek güzel oluyor.
  • Uzak mesafelere ulaşım için en mantık yol uçak. Ancak bazen şehirlerarası otobüsleri tercih etmek de hoş oluyor. Özellikle gece yolculuklarında ve bilhassa yağmurlu havalarda başımı pencereye dayayarak karşıdan gelen arabaları sayarken uykuya dalmak paha biçilemez.
  • Kokmayan parfüm üretilmiş. Böylesine muhteşem bir fikri ortaya atan şahsı kutluyor, alnından öpüyorum.
  • Bir Pazartesi Notları daha bitti, içimden sanki bir şeyler kopup gitti.

10 Şubat 2008 Pazar

Dinlenmesi Gerekenler (20) - Sorry Seems To Be The Hardest Word

What I got to do to make you love me?
What I got to do to make you care?
What do I do when lightning strikes me?
And I wake to find that you're not there?

What I got to do to make you want me?
What I got to do to be heard?
What do I say when it's all over?
Sorry seems to be the hardest word.

It's sad, so sad
It's a sad, sad situation.
And it's getting more and more absurd.
It's sad, so sad
Why can't we talk it over?
Oh it seems to me
that sorry seems to be the hardest word.

What do I do to make you want me?
What I got to do to be heard?
What do I say when it's all over?
Sorry seems to be the hardest word.

It's sad, so sad
It's a sad, sad situation.
And it's getting more and more absurd.
It's sad, so sad
Why can't we talk it over?
Oh it seems to me
that sorry seems to be the hardest word.

Yeah, sorry.

What I got to do to make you love me?
What I got to do to be heard?
What do I do when lightning strikes me?
What have I got to do?
What have I got to do
when sorry seems to be the hardest word.

ELTON JOHN & BLUE

Nightmares and Dreamscapes

Ünlü gerilim romanları yazarı Stephen King'in Nightmares and Dreamscapes isimli 22 kısa öyküden oluşan kitabı 2006 senesinde Amerikan TNT kanalı tarafından filme uyarlandı. Kitabın bünyesinde yer alan hikâyelerden 8 tanesi seçildi ve birçok ünlü oyuncu ve yönetmenle bu projede yer almaları için el sıkışıldı. Filmlerin çekimi tamamlandıktan sonra aynı yıl TNT her hafta iki film olmak üzere sekiz filmi bir ay içinde izleyicilerin beğenisine sundu. Alınan tepkiler beklenenin çok üzerinde olumluydu.
Sekiz film için altı farklı yönetmen ter döktü. Serinin ilk ve kanımca en başarılı bölümü olan Battleground'un yönetmenliğini Brian Henson üstlenmiş. Umney's Last Case ve The Fifth Quarter isimli bölümlerin yönetmeni olarak karşımıza çıkan isim Rob Bowman. Kanımca serinin en kötü bölümü olan Crouch End'in yönetmelik koltuğunda ise Mark Haber oturmuş. Yine en başarılı bölümlerden biri olan The Road Virus Heads North isimli bölümde Sergio Mimica-Gezzan, en ilginç bölümlerden biri olan You Know They Got a Hell of a Band isimli bölümde Mike Robe ve The End of the Whole Mess ile Autopsy Room Four isimli bölümlerde Mikael Salomon yönetmen olarak görev almış.
Filmlerde oynayan birçok isim de, Hollywood'da sinema oyuncularının televizyon yapımlarında pek rol almadıkları gerçeğini de hesaba katarsak, kayda değer isimler. William Hurt, William Macy, Claire Forlani, Ron Livingston ve Tom Berenger gibi isimleri bu tezimi desteklemek için örnek gösterebilirim. Tüm bunların haricinde filmlerde rol alan bütük oyuncular da aşmış bir oyunculuk göstermişler. Öyle ki sizi izlemekte olduğunuz hikâyeye çekmeyi çok iyi başarıyorlar.
Geçtiğimiz aylarda bu serinin DVD'si dünya ile aynı anda ülkemizde de satışa sunuldu. 3 diskten oluşan set son derece özenle hazırlanmış. Bilhassa menü ve fonda çalan müzik çok etkileyici. Filmler arasında ise benim favorilerim sırasıyla Battleground, The Road Virus Heads North, The End of the Whole Mess ve Autopsy Room Four. En işe yaramaz bulduğum film ise Crouch End. Bu filmde Claire Forlani'nin rol alması bile filmi kurtaramadı benim gözümde. Geriye kalan üç film de favorilerim arasında saydığım dört film kadar başarılı olmasa da kendilerini merakla izleten filmler.
Bir seri katilin peşine intikam için düşen oyuncak askerler, otopsi odasında bekleyen yarı ölü bir adam, insanlığın geleceği üzerinde büyük umutlarla yapılıp geri tepen bir deney, esrarengiz olayların yaşanmasına sebebiyet veren bir tablo, eski rock yıldızlarının yaşadığı ve harita üzerinde bulunamayan bir köy... Bunlar ve bunlar gibi hikâyeler ilginizi çekiyorsa eğer Stephen King'in Rüyalar ve Karabasanlar'ı sizin için biçilmiş kaftan.

Çocuktum Ufacıktım...

"Çocukluğumu özledim!"... Yaş kemale erdiğinden bu cümleyi söylemek son derece kolaydır. Kaybedilmişliklerin, geride bırakılan şeylerin değerini anlamaya başlayalı epey zaman geçmiştir. Ancak çocukluktan çıkıp da gençliğe atılan ilk adımlarla birlikte bu cümleyi sarf etmek o kadar kolay değildir işte. O yaşınıza kadar elinizin altında olan fırsatlar bir anda avuçlarınızdan kayıp, yitip gitmiştir. Ne yaparsanız yapın bir zamanlar üzerinde vaktinizi harcamaktan zevk aldığınız tüm eylemleri bir daha yerine getiremeyecek olmanız gerçeği adeta dank eder kafanıza.
İlk cümleden de anlaşılacağı gibi çocukluktan bahsediyorum elbette. Pek çok çocuğun aksine dolu dolu, mutlu bir çocukluk evrem oldu benim. Bunda annem ve babamın bir dediğimi iki etmemesinin de önemini yadsıyamam. İlkokulu nihayete erdirene dek yaşadığımız ilçede başladı benim çocukluğum. İlkokulda şimdi ne yapıp ne ettiğini çok merak ettiğim öğretmenimin ve sınıf arkadaşlarımın gözdesiydim. Övünmek gibi olmasın ama çok çalışkan bir öğrenci olmamakla birlikte son derece zeki bir çocuktum. Mahallemizde sokağa çıkıp oynayabileceğim pek arkadaşım yoktu. Gündüzlerini okulda harcadığım günlerimin en çok sevdiğim vakitleri öğleden sonraları olurdu. Okuldan eve geldiğimde ya televizyonun karşısına atardım kendimi ya da Amiga'da oyun oynardım. Çocukluğum 80'li yılların sonuna ve 90'lı yılların başına rast geldiği için de ayrı olarak şanslıydım. Nedenlere geçelim...
Bir kere dönemin VHS kaset furyasına fena halde kapılmıştım. Babamın gün aşırı yaptığı Antalya yolculuklarından her seferinde yeni bir çizgi film ile dönmesi çok mutlu ederdi beni. Sayısını bilmediğim kadar çok VHS bandına sahiptim. Her birini tekrar tekrar izlememe rağmen bıkmazdım, usanmazdım. Bu kayıtların dışında televizyonda bizi başından hiçbir kuvvetin kaldıramayacağı çizgi diziler vardı. Bunların başında küçük golcümüz Tsubasa gelirdi. Bizlere dünyanın yuvarlak olduğunu futbol sayesinde öğreten, erkek çocukların değişmez kahramanıydı o. Masters of Universe, nam-ı diğer He-Man vardı sonra. O İskeletor'a karşı gölgelerin gücünden yararlanırken, ben de her bölümün sonunda çıkıp da "Bu bölümde nereye saklandığımı bulabildiniz mi?" diyen ufaklığı arardım delicesine. Jetgiller'i de atlamamak lazım. Yemeklerini küçük kapsüller halinde midelerine indiren o jet insanları çok kıskanırdım ben. Şimdi hatırlıyorum da, en sevdiğim çizgi dizilerden biri de çizgi kahramanların olimpiyat oyunlarını konu alıyordu. Bir tarafta Scooby-Doolar, bir tarafta Yogiler ve diğer tarafta da Gerçek Kötüler vardı sanırım. Unutmadan, bir de GI Joe vardı. Sırf jeneriği için yine izlerdim.
Bunlar sadece beni aptal kutusuna kilitleyen çizgi dizilerden birkaçıydı. Ancak o zamanlar tek eğlencem çizgi filmlerden ibaret değildi elbette ki. Power Rangers vardı mesela. Daha sonradan öyle bir diziyi nasıl izlediğime hayret etmiş olmama karşın şimdi yeniden düşündüm de pişman olacak bir şey de yoktu hani. İzlediğim dizinin çocuklar için yapıldığı belliydi, ne bekliyordum ki? Cuma akşamlarını iple çekerdim, bir de salı akşamlarını. Salı günleri Mahallenin Muhtarları'nı, cumaları da Süper Baba'yı kaçırmazdım. Hatta sonradan Süper Baba'nın jenerik müziğini flütle çalmayı dahi başarmıştım. Bir de Parliament Pazar Gecesi Sineması vardı. Unutmak mümkün değil. Tüm hafta boyunca beklenir, ancak annenin "Doğru yatağa, yarın okul var" emri üzerine yarım bırakılırdı.
Çocukken haz aldığım şeylerden biri de herhangi bir sebeple markete gönderilmekti. Verilen siparişler alındıktan sonra artan parayı kendime ayırmak çok hoşuma giderdi. Sonra dönemin çocuklarında moda olan ışıklı ayakkabılar vardı çocukluk hevesi ile edinilip, sonra bir kenara savrulan... Nedense hava atmak için üstüne yoktu. Çocukluk psikolojisi işte...
İlkokulu öyle ya da böyle bitirdik. Akabinde Antalya'ya taşındık. Küçük bir yerleşim biriminden büyük bir kente yerleşmek imkan genişlemesi demekti. Bulunduğumuz mahallede bir çok arkadaşım olmuştu. Çocukluğumun bu aşaması genellikle sokaklarda geçti. Sabahları kendimi attığım sokakta arkadaşlarımla hava kararana kadar bisiklete binmek, bilhassa top oynamak en büyük zevkimdi. Başka mahallelerin çocuklarıyla düzenlediğimiz, üç kornerin bir penaltı olduğu ve adeta bir derbi müsabakasıymışçasına hazırlandığımız mahalle maçlarını unutamam. Hepimiz bıyıkları terlemiş, çok bilmiş Türk çocuklarıydık. Futbolun ve erkekliğin kurallarını yeniden yazıyorduk sanki. Ancak o kadar da narindik ki "abanmak" olmazdı bizim oyunlarımızda. Bazen toplarımız arabaların altına kaçar, savurduğumuz tekmeler ile çıkmasına yardım ederdik. Havanın kararmasına doğru evin balkonundan annenin yemeğe çağıran haykırışları sonrası küfürler eşliğinde yolunu tutardık evin. Akşam yemeğinden sonra istikamet yine yemekten önceki yer olurdu. Sokak lambalarının aydınlattığı yol çizgili stadyumumuzda bu kez gece maçları yapardık. Çok güzel olurdu çok.
Ben çocukken peçete, pul koleksiyonu yapanlar olurdu. Ben yapmasam da koleksiyonları takip etmek hoş olurdu. Ben çocukken parasına apartman arkalarında oynadığımız tasolarımız, misketlerimiz vardı. Ben çocukken resim dersleri için aldığımız 48'lik Mon Ami pastel boyalarımız vardı. İçinde altın ve gümüş renkte boyalar da olurdu kullanmaya kıyamadığımız. Ben çocukken Hugo vardı, Pisagor vardı, Kafakoparanus vardı oynayabilmek için yaşlanmayan adam Tolga Gariboğlu'na muhtaç olduğumuz. Ben çocukken ölünce çocukların ağladığı sanal bebekler vardı. Ben çocukken borç vermeyen bir Corç da vardı. Ben çocukken Bir Başka Gece, Sulugöz, Knight Rider, Full House vardı... Şimdi eşşek kadar olması gereken küçük bir kız on yüz bin milyon baloncuk yutuyordu; Capri-Sunlar önce hüpletilip, sonra gümletiliyordu; Çim adamların başından aşağı su dökülünce saçları uzuyordu; Troll'lerin saçları okşanınca dilekler gerçek oluyordu ve Doritos'un adı aslında Panço'ydu.
Öyle ya da böyle, eksik ya da fazla geçirdim o günleri. Her insanın çocukluk evresi kendine göre güzeldir ancak benimki ve nesildaşlarım için bu dönem çok farklıydı, orası kesin. Gecenin bir vakti düşündüm de ne yaparsam yapayım o günlere bir daha erişemeyeceğim. O dönem yaptıklarımı yeniden yapma fırsatı bulsam dahi aynı zevke nail olamayacağım. Bu bana çok koyuyor...

8 Şubat 2008 Cuma

Schindler's List

Savaş filmleri hakkında daha önce de birkaç yazım oldu. Belli bir savaşı anlatan filmler hakkında kötü düşünmem. İzlerim. Tarih sayfalarında gözümden kaçmış birkaç detaya beyaz perdede rastlayabilme ihtimalini severim. Buradan varmanız gereken kanıyı söyleyeyim size. Herhangi bir savaşı konu alan filmlerde söz konusu savaşı bütünüyle, yani baştan sona, ele alan yapımlardan pek haz etmem. Çünkü okuduğumuz tarih kitaplarından o savaş hakkında yeteri kadar bilgimiz vardır. Elbette ki söz konusu savaşın sinemaya uyarlanmış versiyonuna tanıklık etmek o tarihin okurken pek fazla içimize işleyememiş, daha açık olmak gerekirse üstünkörü bir şekilde okuduğumuz için içimizin derinliklerinde saklı kalmış, noktalarını gün yüzüne çıkarmak, dolayısıyla olayı daha rahat kavrayabilmemiz açısından mühimdir. Çünkü her zaman görselliğin bir duyguyu aktarmada çok daha büyük bir rol oynadığını düşünmekteyim. Hele gözün görüp geçirmediği olaylar için, yani tarih için. Kendimle çelişmiş gibi olmamak için biraz daha açıklamam gerekecek sanırım. Benim için belli bir savaşı baştan sonra anlatan tek bir film yeterlidir. Tekrar tekrar yönetmenlik vasıflarını önplana çıkarmak maksadıyla beyaz perdeyi aynı amaç için işgal etmeye lüzum görmüyorum. O yüzden yeni savaş filmi çekilecekse eğer bir bütün halinde değil de, daha çok detaylara, belli kesitlere odaklanılmış yapımlar beklerim ben. Zamanında yaşanmışlıkları ancak bütün yüzünden saklı kalmış olanları izlemek ister benim gözüm. Bu anlamda Schindler's List'i verilebilecek örnekler arasından en iyisi olarak göstermem yanlış olmaz sanırım.
Dünyada holokost olarak bilinen, bizim ise Yahudi Soykırımı ismini verdiğimiz bir insanlık ayıbını işler bu film. İkinci Dünya Savaşı'nın en çirkin yüzünü dönemin ünlü Alman işadamlarından Oskar Schindler'in hayatından bir kesitle aktarır izleyiciye. Bir taraf insanları hunharca katlederken yine aslında aynı taraf içinde yer alan Oskar Schindler'in hayatlar kurtarmak için verdiği mücadelenin sinemaya aktarılmış gerçek öyküsüdür bu film. Schindler zengin bir fabrikatördür. Fabrikasında ordu için emaye kap kacak üretmektedir. Kendisi bunu yaparken birilerine de yardım eli uzatabileceğini düşünür. Fabrikasında çalıştırmak üzere çocuk, kadın, yaşlı ayrımı yapmadan 1100 Yahudi'yi işçi olarak yanına almaya çabalar. Başka bir deyişle 10 dakika sonra hayatta olup olmayacağının muhasebesini yapan 1100 Yahudi'nin hayatını kurtarmaya çalışmaktadır.
İlk defa ilkokula giderken Cine5'te izleme fırsatı bulmuştum. O vakitler film uzun oluşunun da etkisiyle uykumu getirmişti. Zaten izlediğim kadarıyla da pek bir şey anlamamıştım. Çok sonradan anladım 3 Oscarlı usta yönetmen Steven Spielberg'in 1993 yılında ne kadar kaliteli bir iş çıkarmış olduğunu.
Filmin yönetmeni kadar oyuncu kadrosu da son derece parlak. Oskar Schindler karakterini canlandıran oyuncu Liam Neeson. Kendisi verilmesi gereken duyguyu öylesine iyi yansıtmış ki özellikle son sahneyi izlerken nemli gözlerle ayağa kalkıp alkış tutsanız yeridir. Schindler'in yanına muhasebeci olarak aldığı ve kendisinin 1100 kişilik listesinin hazırlanmasına yardımcı olan bir başka Yahudi Itzhak Stern rolünde ise Oscarlı oyuncu Ben Kingsley'i görüyoruz. Kingsey'in yeri benim nazarımda her zaman farklıdır. Kendisi çok beğendiğim bir oyuncu olmakla birlikle bu filmdeki rolüyle de sınıf atlamıştır. "Nazi Kasabı" lakaplı acımasız SS subayı Amon Goeth'i ise Ralph Fiennes oynamış.
İkinci Dünya Savaşı'ndan bir detayı son derece ustalıkla işlemiş üç renkli bir filmdir Schindler'in Listesi; siyah, beyaz ve kırmızı. Film vizyona girdiği dönemden itibaren birçok eleştiriye de maruz kaldı. Pek çok kesim Spielberg'i Yahudi propagandası yapmakla suçladı. Günümüzde İsrail'in Filistin halkına yaptıklarını örnek gösterip kimsenin sanıldığı kadar masum olmadığını kanıtlamaya çalışanlar oldu. Bunları dile getirenlerin haklılık payından bahsetmeyeceğim. Ancak olaya bu şekilde yaklaşılmaması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü filmi izlerken kesinlikle herhangi bir ideolojiyi, Yahudilerin masumiyetini ya da Nazilerin sadistliğini irdelemek yerine insan denen varlığın şartlar yerine getirildiğinde ne gibi hallere düşebileceğini düşünmek gerekiyor. Bir insanın etnik kökeni ya da mensubu olduğu din yüzünden bu denli acımasızca katledilmesini haklı çıkarabilecek hiçbir mantıklı açıklama yoktur, olamaz da. Kırmızı renkteki elbisesiyle filmin tek rengini oluşturan küçük bir kız çocuğunun kaderinin üzerine giydiği elbisenin rengi olması hangi düşünceyi haklı kılabilir ki?
Filmi izleyenler bilir... Schindler'in Listesi sinema tarihinin en vurucu sonlarından birine sahiptir. Schindler 1100 Yahudi'nin hayatını kurtarabilmiştir. Ancak bunu kendine yeterli görmez. Göğsündeki altın iğneyi satıp iki insanın daha hayatını kurtabilecekken bunu yapmadığına pişman olur. Eğer iki insanın değerini altın bir iğneye eşdeğer görüyorsanız daha fazla söyleyecek sözüm yok. Öyleyse İsrail-Filistin örneğinizle destekleyebilirsiniz tezinizi. Zira sizin için milyonlarca insanın öldürülmesinin bir anlamı yoktur. Çünkü insan hayatı altın bir iğne kadar değerli değildir.

5 Şubat 2008 Salı

Animal Farm

"Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir"
George Orwell genellikle meşhur eseri 1984 ile tanınır. Bir anket yapılsa yazarın en bilindik eserinin 1984 çıkması kuvvetle muhtemeldir. Söz konusu kitapta Orwell'in bütün eserlerinde rastlanabilecek bir sistem eleştirisi anlatılır. İnsanlara adeta cehennemi yaşatan bir totaliter rejim vardır. Bu rejim toplumun her ferdinin davranışlarını an be an takip etmektedir. Öyle ki kurallara uymayanlar, ayaklanma hareketlerine katılanların sonu öldürülmekten beterdir.
Şimdi ise Orwell'in 1984'e oranla daha az bilinen ancak belki de 1984'den daha önemli bir kitabından söz edeceğim; Hayvan Çiftliği. Yazar kitabı bir ilkokul öğrencisinin bile kolaylıkla okuyabileceği bir sadelikte yazmıştır. Zaten kitabın alt başlığı da "Bir peri masalı"dır. Lâkin elbette ki bu çocuklar için yazılmış bir peri masalı değildir. Orwell bu eserinde totaliter rejimlerin beraberinde getirdiği tehlikeleri 1984'ün aksine alegori sanatını kullanarak yansıtmıştır. İnsanoğlunun gücü tek başına elde etme arzusunu hicvederek okuyucuya aktarır.
Eserde insanların üretmeden tüketen varlıklar olduklarından bahsedilir ve hikâye bütün işin insanlar tarafından sömürülmelerine karşı karın tokluğuna hizmet eden hayvanların ayaklanmalarıyla başlar. Bunun üzerine çiftlikteki en yaşlı domuz olan ve Marx'ı simgelediği her halinden anlaşılan "Büyük Reis"in çiftlik hayvanlarını etrafına toplamasıyla eşitlik üzerine kurulu bir hayvan devriminin ilk tohumları atılır. Tüm bu ayaklanma hareketinin altında yatan ideoloji yukarıda da sözünü ettiğim gibi kendi çabalarının semeresini insanların yemesiyle ilgilidir. Haliyle kendileri bu ideolojiye animalism adını verirler. Yalnız çiftlik insanlar arındırıldıktan ve devrim başarıya ulaştıktan sonra hayvanlar arasında yavaş yavaş kutuplaşmalar boy gösterir. Aslına bakılırsa diğer hayvanlardan daha akıllı olan domuzlar bu vasıflarını da kullanarak önder bir takım oluşturup devrimi de kendi istekleri doğrultusunda yönlendirmeye başlarlar. Yiyeceklerin paylaşımındaki eşitsizlik ve başlangıçta belirlenen yedi ilkenin layıkıyla yerine getirilmemesi farklılaşmanın başlangıcı olur. Dolayısıyla domuzlar insanlardan daha acımasız ve daha baskıcı bir diktatörlük kurarlar. Başta insanlarda kınadıkları her şeyi domuzlar kendileri yapmaya başlarlar ve kitabın sonunda da değinildiği üzere zamanla insanlardan ayırt edilemeyecek bir görünüme bürünürler.
George Orwell bu eserinde düpedüz sosyalist Rus devrimini, yönetimini kendi çıkarları doğrultusunda kuran Stalin'in diktatörlüğünü hedef almıştır. Kitaptaki her karakter, mekan ve olgu gerçek tarihten kesitler sunar. Mesela yukarıda da değindiğim animalism olgusu komünizmden başka bir şey değildir. Yalnız kanımca kitap kesinlikle bir komünizm eleştirisi değildir. Bundan öte Stalin'e ve onun komünizm anlayışına yöneltilmiş bir yergidir. Stalin ve Marx dışında fedakâr ancak saf proleteryayı, Sovyet Haberalma Teşkilatı'nı, komünist parti manifestosunu, Bolşevik İhtilali'ni, Lenin'i, dini meseleleri, İngiltere ve Almanya'yı resmeden öğeler de açıkça belirtilmiştir.
Kitapta 1984'ten de aşina olduğumuz bir başka olay geçmişin silinmesidir. 1984'te devlet insanlarına tarihi olayları zorla sildirtip yerine yenilerini yazarken, Hayvan Çiftliği'nde iktidarı ele geçiren domuzlar diğer hayvanların saflıklarından yararlanarak geçmişi değiştirirler ve zamanı istedikleri şekilde yönlendirirler.
Uzun lafın kısası George Orwell'in bu başyapıtı 1940'lardaki sosyalist Rus devriminin neyi amaçlarken neye dönüştüğünü masalsı bir arkaplan ile anlatır. Eser Orwell'in diğer yapıtları gibi okuyanı mutlu edecek bir sondan çok okuyucuyu derin düşüncelere sevk edecek fena halde vurucu bir sona sahiptir.

"Sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundaysanız, bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız..."

4 Şubat 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #13

  • Birkaç günlük aranın ardından Pazartesi Notları vesilesiyle yeniden merhaba!
  • Son zamanlar yazmaya üşeniyorum. Belki de üstad Mario Levi'ye kulak vermeliyim. Bakın kendisi ne diyor: "Yazmaya başlamak için elinize kağıt ve kalemi almanız yeterlidir"... Evet, bunu yapmalıyım, yapmalısın, yapmalı, yapmalıyız, yapmalısınız, yapmalılar.
  • ultrAslan'ın içinde bulunmakla bir kez daha gururluyum. Galatasaray'a destek vermek dışında, insanlık için de boş durmuyoruz. Peki neler mi yapıyoruz? Önce kendi aramızda karınca kararınca topladığımız paralar ile Doğu'daki okumaktan başka bir şey istemeyen küçük kalplere ayakkabı, giysi, kitap, defter gibi temel ihtiyaçlarını alıp onlara gönderiyoruz. Sadece bununla da kalmıyoruz. Malum bulunduğumuz coğrafyada orman yangınları yüzünden pek çok yeşil alanımız kül oldu. Haliyle erozyon oranları da artmakta. Bunu önlemek için ise yaptırılan kaşkollar, t-shirtler, takvimlerin satışından elde edilen gelirler ile Metin Oktay Hatıra Ormanı'na 10 binin üzerinde fidan dikildi. Üstelik bunların hiçbirini kendimiz için herhangi bir fayda kaygısı gütmeden yaptık, yapıyoruz, yapacağız.
  • Başbakandan sonra cumhurbaşkanı da karikatüristlere hakaret davası açmış, açıyor, açacak.
  • 2 Şubat'ta Barış Manço'yu andık, anıyoruz, anacağız. Çok ağlamıştım ben ya...
  • Künefeyi soğuk servis yapan lokantalara fitil oldum, oluyorum, olacağım.
  • Salim Dündar'ın Aynalar parçası beni çok hüzünlendiriyor. Geçmişte hüzünlendirmedi, geleceği bilemem.
  • Kanımca en güzel kış içeceği sahleptir. Bana hakim olan bu görüş devam edecektir...
  • "Yavukluyla birbirinize birer küçük balon verin, ama o balonları kendi nefesinizle şişirin. Sevdalı nefeslerinizi birbirinize emanet edin. Bir gün hayat sizi boğduğunda, saldığınızda nefesleri havaya, aşkın nefesi ne dert bırakır ne de tasa..." --- Seyit Ali ARAL
  • Yeni alınan elbise ve kitap kokusu çok hoşuma gider benim.
  • Geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman kiplerini arka arkaya kullanmayacağım bir daha. Çok itici oluyormuş.
  • Bi' Bayhan vardı ne oldu ona?
  • Ortaokuldayken balık besleme sevdası vardı bende. Küçük bir fanusa sahiptim. Her gün yeni bir balık atardım fanusa. Gören de büyük bir akvaryum zannederdi. Bir gün fanustaki suyu değiştirirken cam kase elimden fırlayıp kırılmıştı. Balıklar da mefta olmuştu. Benim yüzümden can sahibi olan küçük varlıkların hayatlarını kaybetmesi çok hüzünlendirmişti beni.
  • Patlıcan Pastası diye bir şey varmış. Yeni duydum bunu. Midem bulandı...
  • Johnny Depp son filmi Sweeney Todd için bir Türk berberden ders almış. Kutla ey Türk halkı, sokaklara çık, bayrakları kap, eğlen, zıpla... Hakkındır!
  • Ata Demirer de film çeken komedyenler kervanına katılmış. Film nasıl olur bilmiyorum ama ismi çok hoşuma gitti: "Osmanlı Cumhuriyeti"
  • Biz büyüdük ve kirlendi dünya...