"Çocukluğumu özledim!"... Yaş kemale erdiğinden bu cümleyi söylemek son derece kolaydır. Kaybedilmişliklerin, geride bırakılan şeylerin değerini anlamaya başlayalı epey zaman geçmiştir. Ancak çocukluktan çıkıp da gençliğe atılan ilk adımlarla birlikte bu cümleyi sarf etmek o kadar kolay değildir işte. O yaşınıza kadar elinizin altında olan fırsatlar bir anda avuçlarınızdan kayıp, yitip gitmiştir. Ne yaparsanız yapın bir zamanlar üzerinde vaktinizi harcamaktan zevk aldığınız tüm eylemleri bir daha yerine getiremeyecek olmanız gerçeği adeta dank eder kafanıza.
İlk cümleden de anlaşılacağı gibi çocukluktan bahsediyorum elbette. Pek çok çocuğun aksine dolu dolu, mutlu bir çocukluk evrem oldu benim. Bunda annem ve babamın bir dediğimi iki etmemesinin de önemini yadsıyamam. İlkokulu nihayete erdirene dek yaşadığımız ilçede başladı benim çocukluğum. İlkokulda şimdi ne yapıp ne ettiğini çok merak ettiğim öğretmenimin ve sınıf arkadaşlarımın gözdesiydim. Övünmek gibi olmasın ama çok çalışkan bir öğrenci olmamakla birlikte son derece zeki bir çocuktum. Mahallemizde sokağa çıkıp oynayabileceğim pek arkadaşım yoktu. Gündüzlerini okulda harcadığım günlerimin en çok sevdiğim vakitleri öğleden sonraları olurdu. Okuldan eve geldiğimde ya televizyonun karşısına atardım kendimi ya da Amiga'da oyun oynardım. Çocukluğum 80'li yılların sonuna ve 90'lı yılların başına rast geldiği için de ayrı olarak şanslıydım. Nedenlere geçelim...
Bir kere dönemin VHS kaset furyasına fena halde kapılmıştım. Babamın gün aşırı yaptığı Antalya yolculuklarından her seferinde yeni bir çizgi film ile dönmesi çok mutlu ederdi beni. Sayısını bilmediğim kadar çok VHS bandına sahiptim. Her birini tekrar tekrar izlememe rağmen bıkmazdım, usanmazdım. Bu kayıtların dışında televizyonda bizi başından hiçbir kuvvetin kaldıramayacağı çizgi diziler vardı. Bunların başında küçük golcümüz Tsubasa gelirdi. Bizlere dünyanın yuvarlak olduğunu futbol sayesinde öğreten, erkek çocukların değişmez kahramanıydı o. Masters of Universe, nam-ı diğer He-Man vardı sonra. O İskeletor'a karşı gölgelerin gücünden yararlanırken, ben de her bölümün sonunda çıkıp da "Bu bölümde nereye saklandığımı bulabildiniz mi?" diyen ufaklığı arardım delicesine. Jetgiller'i de atlamamak lazım. Yemeklerini küçük kapsüller halinde midelerine indiren o jet insanları çok kıskanırdım ben. Şimdi hatırlıyorum da, en sevdiğim çizgi dizilerden biri de çizgi kahramanların olimpiyat oyunlarını konu alıyordu. Bir tarafta Scooby-Doolar, bir tarafta Yogiler ve diğer tarafta da Gerçek Kötüler vardı sanırım. Unutmadan, bir de GI Joe vardı. Sırf jeneriği için yine izlerdim.
Bunlar sadece beni aptal kutusuna kilitleyen çizgi dizilerden birkaçıydı. Ancak o zamanlar tek eğlencem çizgi filmlerden ibaret değildi elbette ki. Power Rangers vardı mesela. Daha sonradan öyle bir diziyi nasıl izlediğime hayret etmiş olmama karşın şimdi yeniden düşündüm de pişman olacak bir şey de yoktu hani. İzlediğim dizinin çocuklar için yapıldığı belliydi, ne bekliyordum ki? Cuma akşamlarını iple çekerdim, bir de salı akşamlarını. Salı günleri Mahallenin Muhtarları'nı, cumaları da Süper Baba'yı kaçırmazdım. Hatta sonradan Süper Baba'nın jenerik müziğini flütle çalmayı dahi başarmıştım. Bir de Parliament Pazar Gecesi Sineması vardı. Unutmak mümkün değil. Tüm hafta boyunca beklenir, ancak annenin "Doğru yatağa, yarın okul var" emri üzerine yarım bırakılırdı.
Çocukken haz aldığım şeylerden biri de herhangi bir sebeple markete gönderilmekti. Verilen siparişler alındıktan sonra artan parayı kendime ayırmak çok hoşuma giderdi. Sonra dönemin çocuklarında moda olan ışıklı ayakkabılar vardı çocukluk hevesi ile edinilip, sonra bir kenara savrulan... Nedense hava atmak için üstüne yoktu. Çocukluk psikolojisi işte...
İlkokulu öyle ya da böyle bitirdik. Akabinde Antalya'ya taşındık. Küçük bir yerleşim biriminden büyük bir kente yerleşmek imkan genişlemesi demekti. Bulunduğumuz mahallede bir çok arkadaşım olmuştu. Çocukluğumun bu aşaması genellikle sokaklarda geçti. Sabahları kendimi attığım sokakta arkadaşlarımla hava kararana kadar bisiklete binmek, bilhassa top oynamak en büyük zevkimdi. Başka mahallelerin çocuklarıyla düzenlediğimiz, üç kornerin bir penaltı olduğu ve adeta bir derbi müsabakasıymışçasına hazırlandığımız mahalle maçlarını unutamam. Hepimiz bıyıkları terlemiş, çok bilmiş Türk çocuklarıydık. Futbolun ve erkekliğin kurallarını yeniden yazıyorduk sanki. Ancak o kadar da narindik ki "abanmak" olmazdı bizim oyunlarımızda. Bazen toplarımız arabaların altına kaçar, savurduğumuz tekmeler ile çıkmasına yardım ederdik. Havanın kararmasına doğru evin balkonundan annenin yemeğe çağıran haykırışları sonrası küfürler eşliğinde yolunu tutardık evin. Akşam yemeğinden sonra istikamet yine yemekten önceki yer olurdu. Sokak lambalarının aydınlattığı yol çizgili stadyumumuzda bu kez gece maçları yapardık. Çok güzel olurdu çok.
Ben çocukken peçete, pul koleksiyonu yapanlar olurdu. Ben yapmasam da koleksiyonları takip etmek hoş olurdu. Ben çocukken parasına apartman arkalarında oynadığımız tasolarımız, misketlerimiz vardı. Ben çocukken resim dersleri için aldığımız 48'lik Mon Ami pastel boyalarımız vardı. İçinde altın ve gümüş renkte boyalar da olurdu kullanmaya kıyamadığımız. Ben çocukken Hugo vardı, Pisagor vardı, Kafakoparanus vardı oynayabilmek için yaşlanmayan adam Tolga Gariboğlu'na muhtaç olduğumuz. Ben çocukken ölünce çocukların ağladığı sanal bebekler vardı. Ben çocukken borç vermeyen bir Corç da vardı. Ben çocukken Bir Başka Gece, Sulugöz, Knight Rider, Full House vardı... Şimdi eşşek kadar olması gereken küçük bir kız on yüz bin milyon baloncuk yutuyordu; Capri-Sunlar önce hüpletilip, sonra gümletiliyordu; Çim adamların başından aşağı su dökülünce saçları uzuyordu; Troll'lerin saçları okşanınca dilekler gerçek oluyordu ve Doritos'un adı aslında Panço'ydu.
Öyle ya da böyle, eksik ya da fazla geçirdim o günleri. Her insanın çocukluk evresi kendine göre güzeldir ancak benimki ve nesildaşlarım için bu dönem çok farklıydı, orası kesin. Gecenin bir vakti düşündüm de ne yaparsam yapayım o günlere bir daha erişemeyeceğim. O dönem yaptıklarımı yeniden yapma fırsatı bulsam dahi aynı zevke nail olamayacağım. Bu bana çok koyuyor...
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
3 gün önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder