10 Kasım 2008 Pazartesi

Gülmek...

...çok zor şu günlerde!
Yok mu ağzımın kulaklarıma varmasına vesile olacak biri?

10 Kasım

"Türk milleti, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, diğer her şeyi de Atatürk'e..."

Pazartesi Notları #51

  • Öncelikle şöyle bir haber var; böyle. Bu haber kimler tarafından, nasıl bir zihniyetle yönetildiğimizin en basit resmidir. Hiç başka işimiz gücümüz yok. Herkes gidiyor Mersin’e, biz gidiyoruz tersine. Budur yani!
  • Devlet bizim ahlak bekçiliğimizi yapmaya devam ediyor. İnternet denen şeytan icadından olumsuz yönde etkilenmememiz için çok yakın bir gelecekte “internet mahkemeleri” kurulacakmış. Sanık; Kültür Sepeti... Ahuahuahuahua...
  • Şimdi rüyalarımızın birçoğunu hatırlamayız. Sadece uyanmamıza yakın olanları hafızamızda yer eder. Belki de dejavu dedikleri bizim bu hatırlayamadığımız rüyalarımızdır. Olamaz mı, olabilir!
  • Evet, rüyalarımızın birçoğunu hatırlayamıyoruz. Öyle emredilmiş... Bir de bazı sabahlar kalktığımızda yatağın desenleri olduğu gibi bedenimize, elimize, kolumuza geçmiş olur. Acaba rüyalarımızda yatağımızla kavga falan mı ediyoruz ya da ne yapıyoruz ki?
  • “When you walk through a storm
    hold your head up high
    and don’t be afraid of the dark
    at the end of the storm is a golden sky
    and the sweet silver song of a lark”
  • Evde dinleniyor olabilir miyiz? Telefonumuz arada sırada kendi kendine çalıyor. Kendi çalıp kendi oynuyor. Hayır biri işletiyor desem, benden uzaktaki ailemden başka telefon numaramı bilen yok. Tüm bu saçmalıklar silsilesinin telefon numaramın açıldığı günden bu yana devam ediyor oluşu ise ayrı bir muamma. Şimdi sıkı durun, çünkü daha da garibinden bahsedeceğim... Sinirden bir elim telefonda yaşamaya başladım. Geçtiğimiz gün yine telefon klâsik tek çalışlarından birini gerçekleştirdiği an ahizeyi kaldırdım. Aman Allah’ım! Bir evin içindeyim. İçindeyim derken kulaklarım içinde sadece. Evet, telefonun böyle bir özelliği var. Bilmiyor muydun ki! Her neyse, evin içindeki o 1 dakikalık süre zarfı içinde yapılan tüm konuşmalara isteyerek kulak misafi oldum. İsteyerek ve kulak misafiri olmak. Ben yaparım arkadaş! Tekrar “her neyse”, evin annesi oğluna ve kızına “Kazaklarınızı almayı unutmayın”, eşine de “Bey kapıyı iki defa kilitlemeyi unutma” dedi ve bu çıkışının ardından muhtemelen evlatlarının ellerinden tutup sokak kapısına doğru yöneldi. Ben dinlemeye devam ettim. O sırada evin beyi hanımına “Bilmem nesini ne yaptığımın karısı” dedi... Evet, karı dedi... Cibiliyetsiz! Ardından “Çat” diye bir ses. Tam o anda kapının kapandığını ve evde bir Allah’ın kulunun kalmadığını anlamıştım ki beni çok daha fazla korkutan bir şey oldu; kapının kapanmasıyla telefon bağlantısının kesilmesi aynı ana tekabül etti. O gece korkudan yorgan altına soktunuz lan beni! Aha bak yine çalıyor... Anaaaam!
  • Yakında güzel ülkemde internete bağlanan cep telefonlarına da ihtiyaç kalmayacak. O yüzden telefonunuzun böyle bir özelliği varsa en kısa zamanda kurtulun derim! Dedim!
  • Alt kat komşumuzun adı Garip! Yahu ebeveynler neden evlatlarına böyle isimler seçer? “Garip amca” demeye dilim varmıyor. Varıyor mu, işte o zaman gözlerim doluyor.
  • İtiraf edin... Hemen! Süt Kardeşler’i izlerken sallana sallana gelen Gulyabani’den korkmuyor musunuz? Ben çocukken altıma s.çardım onu görünce. Bir de müziği vardı, Tanrım! Gulyabani’nin kendisinden korkunç!
  • Bu haftaki Pazartesi Notları için Blogger’in otomatik yayınlama özelliğini kullanıyorum. Türkçe meali; “Aslında ben bu yazıyı geçtiğimiz hafta ortasında yazdım ve bugün yayınlanması için Blogger’e emir verdim...” Bunu neden mi yaptım? Sizleri düşündüğüm için. Biliyorsunuz dün Galatasaray Fenerbahçe’ye konuk oldu. Şayet şu an mağlup olan taraf konumundaysak bugün Pazartesi Notları falan olmazdı. Ben içerdim, içerdim, içerdim, içerdim... Sonra da ayılamazdım. Salı günü de Pazartesi Notları olmazdı. İşte sırf sizleri düşündüğümden işi garantiye alıyorum. Uzun lafın kısası, siz bunları okurken ben Boğaz Köprüsü'nün parmaklıklarına tutunmuş hayata son bir bakış fırlatıyor olabilirim. Allah korusun tabii!
  • Yeni cumhurbaşkanımız da Obama oldu... Ay dilim sürçtü, tabii ki Amerika Birleşik Devletleri’nin... Neler diyorum ben! Bir de bu başkan müsveddesinin masallarına inananlar var ki ben kendilerine hiçbir şey söylemiyorum. Sizi gidi Pollyannalar sizi... Olumlu bir şeyler olacaksa Amerikan halkına olacak. Yoksa sana bana olumlu bir yaptırımı olmayacak bu adamın! Bir de “Amerika tarihinin ilk siyah başkanı” olayı var tabii. Martin Luther gökyüzünden sevinsin buna, yıllarca mazlumu oynayan siyahiler sevinsin; benim külahım ise işte burada!
  • “No matter what happens now
    I won’t be afraid
    Because I know today has been the most perfect day I’ve ever seen!”
  • Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara çok sinir oluyorum efendim ben. Bir söz vardır; “Biliyorsan söyle alim sansınlar, bilmiyorsan otur adam sansınlar...” Ne de güzel söylemişler. Bir ders sırası... Tartışma hararetli... Kız arkadaşlardan biri sazı eline alır: “Hocam ben anlamıyoruuaaam, hem başlarını örtüyorlar hem de McDonald’s’a gidiyorlar. Bu nasıl çelişkidir...” Ne işi var sizin gibilerin üniversitede anlamıyorum. Anlamıyorum!
  • Zamanında ne taso biriktirirdim yahu! Ben bir de bilyeler yardımıyla maç yaptırırdım bunlara... Nasıl yani ya!
  • Bugün bir bayan arkadaşa “Yahu sen hiç Türk’e benzemiyorsun. Ne bileyim daha çok İspanyol tipi var sende” dedim. Mutluluktan havalara uçtu garibim. Bu kadar mı aşağılandı Türk olmak! Yoksa İspanyol olmakta mı bir albeni var!
  • Sabahları kalktığımızda boyumuzun 3 cm uzadığını biliyor muydunuz? “Evet, biliyorduk. Yoksa sen...” diye başlamayın hemen, dalarım! Vallahi de billahi de dalarım. Bir ek bilgi vereyim bunun hakkında... Kısa süre içinde yerçekiminin etkisiyle yine kısalıyormuşuz. Buradan anlıyoruz ki biz insanoğlu çok esnek yaratıklarız.
  • Bence Papia, Vakit’ten daha dayanıklı. Hem de üç kat...
  • Babamın lise ve üniversite yıllarında almış olduğu kitaplar hâlâ ilk günkü gibi yepyeni duruyor. Şeffaf kapla kaplanmış, ilk sayfasına da alınış tarihleri bir bir not düşülmüş. Eski kitaplar çok daha güzelmiş, çok daha naifmiş...
  • Şehirlerarası otobüs yolculukları esnasında, verilen her molada yolcular neden daima lokum satın almak zorunda hissederler kendilerini? Lokum denen şey her memlekette gayet de kolay bulunabiliyor. Ben insanımızı anlayamıyorum, hiç anlamıyorum!
  • Israrla dinleyin... Jehan Barbur’dan Mamoş. Dalyan Deltası da olur esasında...
  • "...ama karar ver, tutamıyorum zamanı!"
  • Tüm sevenler için Emel Sayın’dan geliyor efendim; Ayrılmalıyız Artık!

8 Kasım 2008 Cumartesi

Hareket Vakti

Bundan 2,5 sene öncesi... Bir yaz günü, Ekşi Sözlük yardımıyla tanışıyorum Emre Aydın ile... Başlığın adı aynı zamanda şarkının da adı: Belki Bir Gün Özlersin! O vakitler her şarkı demlenme sebebi benim için. Belki Bir Gün Özlersin ile birlikte teker teker yuvarlanan lobutlara benziyorum, hatta onlardan biri oluyorum. Bir şeyler çıkaracağım o şarkıdan ama ne? En sonunda basbayağı kendimi çıkarıyorum.
Kısa bir süre sonra ise Afili Yalnızlık raflardaki yerini alıyor. Öyle bir albüm olmuş ki günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca sıkılmadan dinlenebilecek; "Yahu bir albümde tek bir tane bile kötü şarkı olmaz mı?" sorumun işareti olabilecek durumda... O kadar ağırlaştırıyor ki beni kaldırabilene aşk olsun. Uzatılan eller için cevabım "Önce Emre Aydın'ı susturun" oluyor. Kendimi çok sevdiğim için değil de, Emre Aydın'a hayranlık duyduğum için...
Bundan birkaç ay öncesine kadar belli değildi 2008 MTV Europe Music Awards'da Türkiye'yi kimin temsil edeceği? Adaylar belliydi aslında. Ya Hadise gidecekti ya da Emre Aydın... Başından beri Emre Aydın'ın gitmesinden yanaydı bu gönül. Hadise'nin Eurovision'da sahne alacak olması ise kanımca Emre Aydın'ın önünü açmıştı. Dün akşam da büyük geceydi. MTV'nin yayın yaptığı 26 ülkenin gönderdiği sanatçılar arasından büyük bir başarıya imza atarak sıyrıldı ve Avrupa'da 2008 yılının en sevilen sanatçısı ödülünü aldı.
Zaman Emre Aydın için hareket vaktidir!

NOT: Resimde de Michael Scofield gibi çıkmış vallahi :)

5 Kasım 2008 Çarşamba

The Breaking of the Fellowship

When the cold of winter comes
starless night will cover day
In the veiling of the sun
we will walk in bitter rain

But in dreams
I can hear your name
and in dreams
we will meet again

When the seas and mountains fall
and we come, to end of days
in the dark I hear a call
calling me there,
I will go there
and back again.

4 Kasım 2008 Salı

God of War 3: Chains of Olympus

PlayStation 3 almak farz oldu!

God Of War 3 E3 08 Trailer
Yükleyen dpadmagazine

Yağmur Candır!

Yağmuru çok seviyorum!
Hatta ben istiyorum ki her gün yağmur yağsın.
Her günden kastım, basbayağı her gün!
365 gün!
Güneşi 6 saat görmek yeterli olacaktır.
Sonrası yine yağmur.
Yağmur iyidir.
Her zaman!
Yürürken ardınızda bıraktığınız izleri siler mesela.
Bir zamanlar yeryüzünde olanların, buharlaşmasının ardından yeniden yeryüzüyle kavuşmasıdır yağmur...
Candır!
Tüm kir, çer, çöpten kurtarır bizi.
Kimisi bana küfreder...
Evlerini basan suyu ben mi dışarıya atıyorum ki?
Tatlı bir telaş alır şehri yağmur yağdığında.
Önce ağaçlar emer usul usul...
Sonra dallardan düşer damla damla...
Bense ne zaman yağmur yağsa ellerim cebimde en yakın sahilin yolunu tutarım.
Evet, yağmur candır!

Dinlenmesi Gerekenler (39) - Song to Say Goodbye

You are one of God's mistakes.
You crying, tragic waste of skin.
I'm well aware of how it aches
and you still won't let me in.
Now I'm breaking down your door,
to try and save your swollen face.
Though I don't like you anymore
you lying, trying waste of space.

My oh my.
A song to say goodbye.
A song to say goodbye,
A song to say goodbye,
A song to say,
before our innocence was lost,
you were always one of those,
blessed with lucky seven's,
and the voice that made me cry.

You were mother nature's son,
someone to whom I could relate,
you're needle and your damage done,
remains a sorted twist of fate,
now I'm trying to wake you up,
to pull you from the liquid sky.
Cause if I don't we'll both end up
with just your songs that say good bye.

My oh my.
A song to say goodbye,
A song to say goodbye,
A song to say,
before our innocence was lost
you were always one of those
blessed with lucky seven's,
and a voice that made me cry.

It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye

It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye

It's a song to say goodbye

Placebo

3 Kasım 2008 Pazartesi

Ölümü Ektim Randevu Yerinde Beklemekten Ağaç Olsun

Zembereği boşalmış sözcüklerin
Akreple yelkovan öpüşüyor onikide
Bütün ziller vaktinde vuruyor, tembellik edip gitmeyeceğim
Kusura bakma ölüm
bugün de gecikeceğim.
Sessizlik çökmüş kentin sokaklarına,
martılar uykuya dalmış,
kar bütün izlerini örtmeye hazır.
Randevularımıza sadığımdır,
sektirmem saatini ama bu sefer tembelliğim tuttu,
ölüm daha çok beklersin beni...
Şimdi "Kış ölümün vaktidir" derler ve
tecrübelerimden bilirim kışın ölene söverler.
Kusura bakma ölüm ben ardımdan sövdürmem,
ben randevuya asla gelmem.
Bu şiirin içinden tren de geçebilir,
uçak da,
vapur da,
bütün teknolojik ölüm aletleri de...
ama hiçbirine binmeyeceğim.
Kusura bakma ölüm gelmeyeceğim.

Gelecek öyle uçsuz bucaksız duruyor ki
ve ben ne olacağını merak ederken
hani filmin en güzel sahnesinde sinemadan çıkar gibi
hayattan çıkıp gidemem.
Kusura bakma ölüm,
adın çok soğuk, gelemem.
Bunca mazeretim varken yaşama dair,
ölümü aklımdan bile geçirmem.
Seviyorum seni hayat,
tüm kötü sürprizlerini de...

Erol ZAVAR

Pazartesi Notları #50

  • Ahahah! Ben buna gülüyorum ya; http://www.ntvmsnbc.com/modules/habervideo/video.asp?CatID=3&cbVideo=7960&cbQuality=1... Bu adam mümkünse şiir okumasın. Zira ne zaman okusa başı derde giriyor. Ahahah! Ben buna gülüyorum ya.
  • Bence imkânınız varsa yapın... Bir akşam vakti, güneşin tamamen battıktan sonrasıdır kastım, Boğaz’ı vapurla geçerken True Love Waits’i dinleyin. Ne bileyim, tüyleri dikeliyor insanın! En azından benim öyle...
  • Vedat Türkali’nin Bekle Bizi İstanbul’unu Onur Akın’ın yorumuyla dinlemek de fena oluyor.
  • Az evvel Ali Sami Yen’de efsane parça Daddy Cool’u bütün futbolculara ve sevgili! Rakibimiz Fenerbahçe’ye uyarladık. Bir anda, devre arasında, doğaçlama gerçekleşti her şey. Anam anam diyorum, muhteşem oldu. Özellikle “Harry, Harry Kewell” süperdi! Hâlâ söylüyorum ya...
  • “Emre Aydın yeni albüm çıkarsın” adlı bir kampanya başlatmak istiyorum. Nasıl olur dersiniz?
  • Şimdi, doğalgaza zam geldi. Bunu biliyoruz. Çoluk çocuk tek bir odaya kapanacağız. Açıklaması budur! Mart ayında da indirim geliyormuş. Arabistan’da elektrikli sobaların bedava dağıtılması gibi bir şey bu!
  • Din İşleri Yüksek Kurulu, jinekologlarla beraber “kadının regl hali”ni tartışacakmış. Daha da ilginci söz konusu kurulda tek bir kadının dahi olmayışı...
  • Melih Gökçek denen şahıs televizyonlara çıkmaktan işini yapacak vakit bulabiliyor mu acaba? Bu doğalgaz zammının altından da bunun imzası çıkacak gibi görünüyor. Hayırlısı bakalım!
  • Ortaokulda bir müzik öğretmenimiz vardı. Öğrenciler derste kendi aralarında konuşmaya başlayınca sınıfı terk ederdi. Her derste konuşurduk biz de...
  • Penguen’in geçen haftaki kapağı süperdi. Hani şu “Google Arama Motoru Müdürlüğü” hikâyesi...
  • İnternet sitelerinin bir bir kapanması aslında Türk internet kullanıcılarına hava, yol ve su olarak geri döndü. Yahu bu kapatmalardan önce ne DNS ayarı biliyorduk ne de ztunnel’i... Uzmanlığa az kaldı, devletim nerede?
  • Basın özgürlüğü konusunda 103’üncü sıradaymışız. Başbakanı karikatüristlerle uğraşan bir ülke için yine bile iyi sayılırız!
  • Birkaç hafta önce Arel Üniversitesi’nde yapılan Genç Bakış’ta bir öğrenci “AKP’nin alternatifi mi var? Ekmeğiniz, suyunuz elinizde, daha ne istiyorsunuz anlamıyorum” demişti ve kendisine yöneltilen “Okulun bitince iş bulabilecek misin?” sorusuna laubali bir tavırla “Elbette bulacağım” demişti. Kendisine taptaze bir hatırlatma... Zonguldak’ta maden ocaklarına alınacak 3 bin işçi için 1196 üniversite mezunu iş başvurusunda bulundu. Ekmek suya tamah edene, 1 kilo kömür bonusmuş...
  • Artık; “Sylar Forever”...
  • Bir Münir Özkul vardı, ne oldu ona? Televizyon kanallarının aklına neden şimdi gelmiyor bu adam!
  • Bir anketle bitirelim... Sorum şu; "Sizce Google'ye erişim ne zaman engellenir?"
    a) Her an engellenebilir
    b) Büzük yemez!
    c) Yazı/Tura Google'ye vurduğunda
    d) Belki engellenmiştir bile!
  • Ha bir de... Şaka maka 50'yi bulmuşuz... Bir seneye 2 hafta kaldı...
  • İyi haftalar!

2 Kasım 2008 Pazar

Hayat...

...benim için bazen iki kale direği kadar dar.
Hareket etmek imkânsız, bunalmaya müsait...

120

Koca bir tepenin ardında her sabah gün doğuyor. Güneş alabildiğine parlak, yükseliyor... Kendisine engel olamayarak yükselmeye devam ettikçe, üzerine doğduğu şehirlere bir süreliğine egemen olmuş karanlığı defediyor. Sayısız hanede sayısız insan gözlerini açıyor. Yepyeni bir güne, fakat aynı rutin yaşama bir kereliğine daha sessizce selam çakılıyor. Geride bırakıp sıcaklığımızı verdiğimiz yatağı, yüzümüzü ıslatıyoruz, sırlı camda kendimize bakıyoruz. Söz yok, sual yok... Her gün olduğumuz yerdeyiz çünkü, bir değişiklik yok... Dünyayı biliyoruz, sırlı camın ne olduğunu biliyoruz... Kendimizi ise bildiğimizi sanıyoruz.
Sonraki aşama "Sepeti koluna, herkes kendi yoluna..." Ya para peşine düşüyoruz ya da okul yollarını aşındırıyoruz. Eğitim ve öğretime sol kulağımızı açıyoruz, sağı da kapatmıyoruz. Belki de aslında ikisini birden kapatıyoruz. Kızlara sataşıyoruz, ip üzerinde oynayabilecek en iyi cambaz oluveriyoruz. Kitaplarımızı sabah aldığımız yere bırakıyoruz, 3 ay önce satın almış olmamıza karşın hâlâ ilk günkü kadar yıpranmamış olduğuna şaşırıyoruz nedense. Aç olduğumuzun farkına varıyoruz. Buzdolabı da ne güzel şey! Televizyon da izlemek gerek tabii... Ülkemizde, dünyada olup biteni öğrenmeden olmaz. Off'u On'a getiriyoruz. Sonra başlıyor en büyük hipnoz anı...
Biri akşam yapılabilecek yemekler konusunda ev hanımlarına öneriler sunuyor, bir başkası iki insanın gönlünü yapıp, parmaklarına alyansları kondurma telaşı içerisinde. Hoşumuza gidiyor... İzliyoruz! Maalesef bitiyor... Bir başka kanala atlıyoruz ve ta da! Karşımızda genç bir kız... Rahatı kıçına batanlardan... "Keşke İngilizler'e mağlup olsaydık da inandığımız değerleri özgürce yerine getirebilseydik."
Geç oluyor... İçinde bulunduğumuz günün bir benzerine gözlerimizi açabilmek için önce kapatmamız gerekecek. Duşa giriyoruz, bir yandaki vana yardımıyla sıcaklığını ayarlıyoruz. "Mayışmak da ne hoş şeymiş kardeşim!" Allah'tan ayaklarımızda patiklerimiz var, donmuyor ayaklarımız ne hikmetse. Dişlerimizi de fırçalıyoruz, oh mis! Sabah gözleri yaşlı bıraktığımız yatağımızla yeniden kavuşma vakti işte! Ellerimizi ovuşturuyoruz, bırakıyoruz kendimizi... Lâkin bir gariplik var, yatak buz gibi. Düşünülecek şey mi şimdi bu da? Yorganımız var ya... O da mı yetmedi? Bir de battaniye alırız üstüne. Hâlâ mı üşüyoruz, eh, kaloriferin icadı bu soruna çare olabilmek için değil miydi? Dizler karna çekilip gözler de yumulunca, çok yorulduk gün boyunca, hak ettik biz dinlenmeyi, sonrası tamamen karanlık...
Rüyada karlı bir ovanın tam ortasındayız. İçinde bulunduğumuz zamanın çok öncesi olduğu belli. Fakat yontma taş devri mi, yoksa cilalı taş devri mi olduğunu ayırt edemiyoruz. Neyse ki etrafta koşuşturan birinden aslında 1915 yılında olduğumuzu öğreniyoruz. "Çok da değilmiş be!" Kimse bizi görmüyor ama biz ahalinin konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz. Ülke Balkan Harbi'nden yeni çıkmış, haliyle bir hayli yorgun. Birinci Dünya Harbi ise kapıya dayanmış. Ha, bir de Van'daymışız. Ermeniler'in gözünü diktiği, Ruslar'ın bir kaplan gibi üzerine atlamak için gün saydığı kentte. Oysa ki İstanbul, İzmir ne de güzeldir şimdi... Orada ne işimizin olduğunu soruyoruz kendimize. Kalorifere, battaniyeye, yorgana, patiklere rağmen buz kesmiş durumdayız. Geri dönemiyoruz... Savaş yorgunu ülke cephede Rus birliklerine karşı direnmeye çalışıyor. Öte yandan Millet-i Sadıka'daki bir tutam kopukluk da cabası... Ortam bizi içine çekiyor, merakımız uyanıyor bir anda... Tam o sırada biri avazı çıktığı kadar bağırıyor meydanda. Anlaşılan direnmekte olan bir tümen cephane sıkıntısı yaşıyor. Düştükleri takdirde "sonra" diye bir şey olmayacak. Birilerinin cephane yardımı yapması gerekiyor. Kar, kış, tipi alabildiğine... Koca koca adamlar evlerini savunmakta iken yaşları 12 ile 17 arasında değişen 120 çocuk birer adım öne çıkıyorlar. Hepsi hayatlarının baharında, yaşama yeni yeni tutunması gereken fidanlar... Fakat bir şeyin çok iyi bilincindeler; fedakarlık yapmadıkları takdirde zaten hep o yaşta kalacaklar. Sırtlarındaki yük ağır, önlerindeki yol uzun, hava şartları olabilecek en zor hâldeyken kendilerini bekleyen tümene doğru aşmaları gereken dağlara doğru yol almaya başlıyorlar. Sonrasında olan biteni görüyoruz, ağzımız en aptal haliyle açık sularını dökmekte... O an bir uykudan uyandığımızı fark ediyoruz. Sabah çoktan olmuş. Yatağın içinde titriyoruz ama kalkmamız lâzım. Neyse ki elimizin altında internet denen bir güzellik var. İçimize mi doğdu, yoksa ne oldu... Tarih, yer, ülke, durum... Hepsi rüya ile birebir eşleşiyor. Afallıyoruz, daha yarım saat önce yukarıdan baktığımız karların altında hapsolmuşuz sanki. Rüya sandığımız gerçekmiş meğer, halbuki biz ne kadar duyarsızmışız tarihimize... Aslında kendimize!
2008'in başında Recep İvedik'in o devasa silueti ardında sessizce izleyici karşısına çıkmış ve yine aynı sükunetle huzurlardan çekilmiş bir film 120. Kültür Bakanlığı ve Ziraat Bankası'nın sponsorluğunda, devletten hepitopu 400 bin YTL destek alabilmiş, toplam bütçesi 3 milyon Dolar olan bir yapım ayrıca. Hikâyesi ise birebir tarihimizle ölçüşmekte. Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, karda kışta cephanesiz kalmış bir tümene cephane taşıyan 120 genç yüreğin trajik öyküsü anlatılıyor. Tüm diyalog kopukluklarına, hızlı akışına, zaman zaman dönemin şartlarının yansıtılamamış olmasına karşın "Başarılı" payesini kotarabilmiş. Yönetmenliklerini Murat Saraçoğlu ve Özhan Eren'in yaptığı film maalesef ülkemizde pek fazla ilgi görmedi. İlgisini Recep İvedik gibi yapımlardan yana kullanmayı seçen sinemaseverlerimiz!, muhtemelen bilgi sahibi olmadıkları tarihimiz hakkında, üstelik okumak zorunda kalmayacakları halde, yapılmış bir yapımı salonlarda yalnız bıraktı. 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda yeniden vizyona girdiğinde ise aynı hızla kaldırıldı. Kadrosunun genele yakınını amatör oyuncuların kapladığı filmde Burak Sergen, Özge Özberk ve Cansel Elçin gibi bu topraklarda yetişen üst düzey oyuncuları da görmek mümkün.
Söz konusu milli duygular olduğu zaman bu topraklarda yaşayanların çoğu hazır ola geçer. Tarihi boyunca küçük büyük pek çok savaş verdiği düşünülen bir millet için aslında doğal karşılanabilecek bir durum bu. Bunun ne kadar doğru olduğu tartışılır, fakat tartışılmayacak bir şey var ki o da maalesef tarihimizden bihaber oluşumuzdur. Çok klâsik bir tabirle bu topraklar kolay kazanılmadı. Şimdilerde ne oldum delisi olmak yolunda hızla ilerleyen, marka düşkünü gençliğimiz ne yazık ki ayak bastıkları, rahatça nefes alıp verebildikleri bu toprakların geçmişine karşı son derece kayıtsız. Üstelik bunu bildikleri halde tersine çevirme konusunda en ufak bir adım atmıyorlar. Ya bizden öncekiler öğretemediler ya da biz öğrenmek istemiyoruz. Başka bir açıklaması olan varsa dinlemeye hazırım. Neticede 120 günümüz Türk gençliği için hazırlanmış tatlı bir şamar sanki ve bizim rahatımız için rahatlarından vazgeçen atalarımıza karşı geç kalmış bir saygı duruşu.

30 Ekim 2008 Perşembe

WALL-E

Son zamanlarda iyiden iyiye moda oldu; Darwin haklı mı, Adnan hoca savlarını ne derece savunabiliyor vesaire... Maymundan mı geldik, yoksa bir yerlerden bizi izleyen güç "Ol" dedi ve olduk mu? Herkesin inancı kendisine, ben bu noktada yorum yapmıyorum. Şunu söyleyebilirim ki maymundan gelip gelmediğimiz hususunda en ufak bir tahminim olmamakla birlikte, evrim diye bir şeyin olduğuna yürekten inanıyorum. Hemen çıkıp "Hop, hişt, çelişme kendinle" demeyin. Hele bir oturalım, soluklanalım, gülücükler saçalım. Sobanın üzerinden çizilmiş kestaneleri toplayalım, yanına bir de tavşan kanını konduralım.
Evrimden kastım teknolojiktir benim... Yoksa maymundan gelmişim, "Ol" denmiş olmuşum, açıkçası şu an için pek bir önemi yok. Ancak teknolojik açıdan bunun önemi büyük. İlk insanın yaşama şeklini bilemem, kabartmalar hakkında yazılanları okurum en fazla. Gece çıplak gökyüzüne onlarla birlikte bakmak isterdim, o ayrı. Bir Jetgiller vardı, bilmem hatırlar mısınız... Hatırlamayanı dövüyorlarmış zaten. Günlük yaşantıları jet hızında geçer, yemekleri envai çeşit hap olurdu bunların. Hasetimden çatlardım onları görünce. Bizim hayalimiz olan uzay çağını onlar yakalamışlardı. Çizgi kahraman olmaları bu gerçeği değiştirmiyordu.
Malum teknolojinin hızına yetişemiyoruz. Bugün sevinerek aldığımız bir ürün, ertesi gün itibariyle çöp kutusundaki yerini alıyor. Önüne geçmek ne mümkün! Tüketim toplumu değil miyiz, doymuyoruz. Doymadığımız gibi dünyamızın içine ediyor, başka bir gezegene taşınma ütopyası içinde eriyip gidiyoruz. İmkansızı olura çevirmekle uğraşana kadar kolay yolu seçip içinde bulunduğumuz gezegeni kurtarmaya çalışmıyoruz. Maksat giderken kendi pisliğimizi de götürmek.
Disney ve Pixar birlikte çalışmaya başladığından bu yana kaliteli ürünler veriyorlar. Hani her ikisi de büyüktü ama ikisinin ortak çalışması sonucu ortaya çıkabilecek enerji patlamasını siz bir düşünün. Atlas Deneyi'nde bile bu kadar yoğununu bulamazsınız bence. Cars, The Incredibles ve Ratatouille aklıma ilk gelenler. 2008 yılının ortalarına doğru görücüye çıkan WALL-E ise bambaşka. Animasyon filmlerin genelinde olduğu gibi eğlendirme amacı güdüyor, fakat bununla yetinmiyor. Şöyle diyeyim; bu animasyon mesaj kaygısı bile güdüyor. Bu yönüyle çığır açmayı başarmıştır. Sanırım konuya girersem biraz daha aydınlatıcı olacaktır.
İnsanoğlunun dünyanın nimetlerini tamamen tükettiği günlerdeyiz. Hani tek çarenin pılın pırtın sırta yük edilip, istikametin de çok uzak bir galaksi olarak belleneceği günler... Dünyada yaşamın sürdürülebilmesi için hiçbir şey kalmamıştır. Bir zamanların mavi gezegeninden ayrılırken geriye sadece pislik, çöp bırakılmıştır. Bir de WALL-E tabii ki... Geride kalan, çöpler dışında, tek varlıktır o. Bir robottur... İnsanoğlunun daima kolaya kaçtığının, kirli işlerini hep başkalarına temizletiyor oluşunun bariz kanıtıdır WALL-E. Dünya'yı terk edenler tarafından bırakılmış olmasının bir de sebebi vardır. Dünyayı boydan boya kaplamış olan çöpleri temizlemek. Bir çöp makinesinden farkı olmayan, günlük rutin işlerine devam eden WALL-E için gün gelir, hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Dünyaya gönderilen EVE adlı robot uzun yılların ardından dünyada yeniden yaşam belirtisi aramak için gelmiştir. Bulmuştur da... Giderken WALL-E'yi de peşi sıra sürükler. "Bir robot aşık olur mu" demeyeceksiniz. Bunun bir benzerini Robin Williams'ın başrolünü oynadığı Bicentennial Man'da görmüştük. "Aşk nelere kadir" diye boşuna dememişler. Filmin bundan sonrası ise WALL-E ile EVE arasındaki yoksul erkek-zengin kız hikâyesi çerçevesinde dönüyor. Fakat kesinlikle bir Türk filmi edasında değil. Olay farklı yerlere kayıyor ki mesaj kaygısı güden nokta burada başlıyor.
WALL-E'nin EVE ile birlikte insanların dünyayı terk eyledikten sonraki mekanına gidişi ile insanoğlunun kendi sonunu getirme konusunda ne denli kabiliyetli olduğunu görüyoruz. Teknolojide evrim konusunda son safhaya gelinmiş. Öyle ki insanların dünyasını insan ürünü makineler yönetir hale gelmiş. Hatta trajikomik bir şekilde yakın gelecekte içine düşeceğimiz hâl gözümüze gözümüze çekinmeden sokulmuş. Mesela her birimiz en az 100 kiloyuz. Nedenini tahmin edersiniz aslında, yürümeye bile tenezzülümüz kalmamış. Oturuyoruz bir makineye, oradan buraya, şuradan tekrar oraya... Afedersiniz tuvaleti bile o vaziyette ziyaret ediyoruz. Yiyip, içip, kıç büyütmek diyoruz biz buna arkadaş arasında. Üşengeçlik diz boyu...
Hülasa animasyonda yeni bir sayfa açmayı başarmış bir yapım WALL-E. Kısa süresi tek eksisi. Birçok sinema eleştirmeni tarafından gelmiş geçmiş en başarılı birkaç animasyon filmden biri olarak işaret ediliyor. Gidilip görülmesi gereken çok sayıda filmin olduğu şu günlerde, seçeneklerinizden biri olsun.

Türkçe Konuş!

Kapasitemi sorgulamayacağım. Ancak iyi niyetliyim her konuda olduğu gibi... Maksat Türkçe'yi kullanmak olduğunda taviz diye bir şey kabul edemem ben. Ne kadar doğru kullandığım tartışılır, ama dedim ya, iyi niyetliyim. Okulda, sokakta, aile arasında... Mekan farkı gözetmeksizin Türkçe'yi kullanma konusunda elimden gelenin en iyisini ortaya koymaya çalışırım. Bir ders anında, bir arkadaş muhabbetinde yanlış söylenmiş bir kelime, yapılmış bir imlâ hatası varsa ve ortamdaki herkes bu konuda danışma hakkını benden yana kullanıyorsa, eh kimse kusura bakmasın, bu konuda başarılı da sayılırım. Ancak yine de dediğim gibi, öncelik daima niyetin iyi olmasında. Sonrası zaten öyle ya da böyle gelir. Atatürk'ün sözüdür; "Tarihlerini bilmeyen milletler yok olmaya mahkumdur!" Peki dil bir tarih midir? Hasıdır bence! Ve kendi dilinin yok olmasına göz göre göre izin veren bir millete nasıl millet denebilir ki? Her fırsatta milliyetçiliğimizden, bu topraklara nasıl bağlı olduğumuzdan, Amerikan hegemonyasından dem vuruyoruz ya, aslında bunun farkında olmamıza rağmen toplumumuzun yozlaşması yolunda kolonlara ilk çekici biz vuruyoruz. Bile bile, işin işten geçmesine karşı olan duyarsızlığımızı inada bindirerek...
Ben sanmıyorum ki "Ewet" yerine "Evet"i kullanmak, "Janım"ın J'sini kaldırıp oraya bir C harfi kondurmak gençlerimiz için çok zor olsun! Sigara gibi düşünün... Özenti! Başka da bir şey değil kusuruma bakmayın. Yıllar yılı bir yabancı dilin pençesinde kıvrım kıvrım kıvranan bünyelerin kendi başarısızlıklarının bir sonucu olarak yaşadıkları eziklik halinin dışa vurumudur bu. Türkçe'ne sahip çık, doğru kullan. MSN Messenger'da iletine "Action'a ihtiyacı var" yazma mesela. Kendin ol! Dilimiz üzerindeki bu kirliliği daha fazla köpürtmeyelim!

Can Dündar'ın Türkçe'deki bu bile bile yozlaşma üzerine harika bir yazısı var. Bunu paylaşmanın sırasıdır sanki, belki geç bile kalmışımdır.

Kafadan Koptum Be Sibob

"Geçenlerde GfK Panel şirketi tarafından yapılan bir anket, gençlerin kendi aralarında özel bir dil yarattıklarını ortaya koydu. Araştırma için 11 kentte görüşülen 15 - 24 yaş arası 1000 genç, en çok şu kelimeleri kullanıyorlardı:
"Kanka... sazan... kafayı yemek... kopmak... keklemek... kıl olmak... abidik gubidik... aganigi naganigi..."
Korkarım çoğunuz anlamadınız.
İşte köşemiz, bu dil bariyerinin yaratabileceği nesiller arası kopukluk tehdidine karşı müteessir bir tedbir olarak, bu kelimelerin manalarını yayımlıyor:
Kanka: "Kan kardeş"in kasıltılmışı; yakın arkadaş, dost anlamında.
Sazan: Kolayca aldatılan, saf kimse.
Kafayı yemek: Dengesiz davranışlarda bulunmak.
Kopmak: Kendinden geçmek. ("Kafadan koptum" da denir).
Keklemek: Kandırmak, aldatmak.
Kıl olmak: Hoşlanmamak, gıcık olmak.
Abidik gubidik: Aşna fişne.
Aganigi naganigi: Kuş dilinde, sevişme.

* * *

Daha önceki kuşaklar arasında da dilde kopukluk yaşanmıştı, ama herhalde durum hiç sözlük gerektirecek kadar vahimleşmemişti.
Korkarım internet yaygınlaştıkça uçurum hepten derinleşecek.
Bir "chat" sitesine girip sohbete katılmayı deneyin de başınıza geleni görün:
Bakalım, "Slm" diye yazılan şeyin "selam" olduğunu, "nbr" yazıp "n'aber" diye sorulduğunu, "ii" harfleriyle "iyiyim" dendiğini, "u?"nun "Ya sen?" manasına geldiğini anlayabilecek misiniz? "Asl?" görürseniz, bilin ki, "age, sex, location" soruluyordur, yani "yaş, cinsiyet ve şehir"...
Ve veda faslında "bye" veya "muck"...

* * *

Bu tabloya bakıp hep birlikte "Türkçe elden gidiyor" diye feryat etmemiz mümkün; ama sorunun bunu aşan bir boyutu var.
Ben yukarıdaki çoğu kelimenin karşılığını Hulki Aktunç'un "Argo Sözlüğü"nden (YKY, 1998) aldım. Aktunç, sözlükte, "argo"yu şöyle tanımlıyor:
"Kendi sosyal çevreleriyle sınırlı yaşayan ve toplumun geri kalan kesimlerinden ayrılmak ve/ya korunmak isteyen, yaşama ortam ve biçimleri birbirine yakın kişilerce yaratılıp benimsenmiş sözcük ve deyimler bütünü".
Anlaşılan o ki, günümüzün gençleri argo - pop - sokak - internet - reklam bulamacından yarattıkları bu özel dil aracılığıyla toplumun geri kalanından ayrılmaya ve korunmaya çalışıyorlar. Bu tuhaf dili, birbirlerini tanımalarını sağlayan bir "parola", kaçıp saklanabilecekleri bir "sığınak", başkaları denetlemeden dertleşebilecekleri bir "şifre" olarak kullanıyorlar.
Koca bir isyandan arta kalan yegane "yeraltı örgütü" bu...

* * *

Ayıplamayla, yasaklamayla bu örgütle başa çıkamazsınız.
Yaş ortalaması 24 olan bir ülke 70'liklerce yönetiliyorsa bunun "dile düşme"sini engelleyemezsiniz.
Siz onları anlamamakta direndiniz, sınavlarda süründürdünüz, sevmeyi, sevişmeyi yasakladınız, iş, fırsat eşitliği, konuşma şansı, seçme, seçilme hakkı vermediniz, ülke yönetiminden kovdunuz; işte şimdi onlar da sizi dilden kovuyorlar.
Derinleşen uçurumu doldurmanın yolu, dillerini değil, hallerini "düzeltmek"ten geçiyor.
O zamana kadar, bu dili öğrenerek, uçurumun üstünden karşı kıyıya bir köprü döşemeyi deneyebilirsiniz.
Bu köşeyi okumak iyi bir başlangıçtı.
"Haydi kankalar devam!.. Film kopmadan, düzeltelim façayı... Bye... muck..."

Güzel ve Yakışıklı!

Tüm bu tatsız hengamenin arasında biraz olsun heyecan yaşamak güzel olur sanırım. Yepyeni bir anket sonucu ile huzurlarınızdayım. Herkesin güzellik anlayışı farklıdır. Klâsik zevkler ve renkler meselesi... Benim zevkime uygun adaylar arasından en güzel ve en yakışıklıyı belirlemenizi istemiştim bundan 2 hafta kadar önce. Bu süreye 4 günlük Blogger yasağını da eklersek yaklaşık 10 günlük bir oylama süresi açığa çıkıyor. Bu 10 gün içinde "En yakışıklı hangisi" ve "En güzel hangisi" sorularına yanıt aradık. Cevaplar beni son derece tatmin etti. Öyle sanıyorum ki bu konuda hepimiz hemfikiriz. "Ladies first" diyerek vermiş olduğunuz oylar sonucu belirlenen en güzel hanımefendiyi sizlere sunmaktan büyük kıvanç duyarım. Karşınızda oyların %37'sini toplayarak aynaya sormaya bile gerek bırakmayan, "Benim dünya güzelim" Bülent Ersoy! Resimdeki duruşa, zarafete de bir bakın. Dönüp dönüp tekrar bakın. Sonra da 17 numaralı kutuda ne kaybettiğinizi öğrenmek için buraya tıklayın. Evet, kendisi hepi topu 4 oy vererek burun kıvırdığınız hatun America Ferrera olur.




Şimdi de kameralarımızı rekabetin son ana kadar nefesleri kesen bir şekilde sürdüğü "En yakışıklı hangisi" mahallesine çeviriyoruz. "Muz Kralı Ajdar" mevcut oyların %46'sını tek başına alarak iktidar partisine çok net bir mesaj verdi: Yalnız değilsin! En yakın rakipleri Kaburgasız Marilyn ile Bay Pembe Buscemi sadece %15'erlik dilimlere sahip olabildiler. Haliyle genç kızların sevgilisi Ajdar Anık ile aşık atacak düzeye erişemediler. Çok kıskanıyorum bu adamı çook! Moralim bozuldu lan blog!

29 Ekim 2008 Çarşamba

Mustafa

İlkokul yıllarımı anımsıyorum... Çok sevdiğim ilkokul öğretmenim tarafımdan bana bahşedilmiş ve ayda bir yerine getirmem gereken bir vazifem vardı. Kim ne derse desin benim için daima kutsal, kendimi bir matah sanmama sebebiyet veren bir görevdi. Her ayın belli bir günü kendimden büyük bir VHS kasedi okula getirip götürmem gerekiyordu. Okulun yolları taştan, biz ayakta durmayı yeni öğrenmişiz...
Sarı Zeybek'ti kasedin içinde saklı filmin adı. Mustafa vardı içinde, Mustafa Kemal... O yüzdendi heyecanım, kendimi beğenmişliğim ve hatta matahlığım... Sanki Ata ve silah arkadaşları için cepheye silah taşıyordum. Sanki boşalan raflara sığdırılması gereken devrim kitaplarına önsöz yazıyordum. Nefes nefese sınıfa girdikten sonra bir asker selamı çakıp, emaneti öğretmene teslim ediyordum. Armağanım da her zaman alnıma kondurulmuş büyük bir öpücük oluyordu. Ben şımarıyordum...
Bir sınıfta toplanıyorduk. Bütün okulun tek bir salonda toplanması gibi bir olasılık söz konusu değildi. Ayda bir yaptığım engelli ev-okul maratonunun yegâne sebebiydi bu. Çocuk bünyemize inat bir şeyler kapma telaşı içinde ekrana odaklanıyorduk. Kırmızı Karınca Masalı'nda koyveriyorduk kendimizi. Bir de kadife sesli adam vardı. Adını sonraları öğrenecektim ama kendisiyle tanışmam aslında tam olarak Sarı Zeybek'e tekabül eder. Kendisinin üzerimde bıraktığı izler bugüne kadar silinmemiştir.
Araya epey zaman girmiş... Dönüp arkama baktığımda başlangıç noktasını göremiyorum. Ben sınıfları birer birer ardımda bırakırken, Sarı Zeybek'i bizle tanıştıran Can Dündar da meslek hayatında basamakları arşınlıyordu. Belgeselleri, kitapları arasında kaybolmaktan zevk alan bir bünyeye ilaç gibi gelecekti son projesi Mustafa... Sinema salonlarında atmaya bayılan kalbimi, bu kez salonda bırakmaya hazırlanmam kendisi tarafından dolaylı olarak söylenmişti sanki. Atatürk hakkında yazan, Ulu Önder üzerine belgeseller çeken adamın zirve noktası olacaktı "Mustafa". Bunu yayınlanan ilk tanıtım filminde, Can Dündar'ın "Atatürk'ün insan yönünü anlattık" başlıklı demeçlerinde gördük. Sokak afişleri ise tam göğsümün önüne çizdiğim dart tahtasını en orta yerinden vurdu; koca bir tarlaya sırtını vermiş bir Mustafa Kemal ve arka planda yer alan iki kelime: "Beni hatırlayınız!"
Bugün 29 Ekim... Tarihin önemini unutanlar için gelsin: Cumhuriyet Bayramı! Benim nazarımda bayramların en mühimi. Tam da bu noktada bandı yine çocukluğuma sarmam gerekecek. Çocukluğumda yaşadığım 29 Ekimleri düşünüyorum. Ödülüm her zaman elime dolanmış bir el, boşta kalana verilmiş bir balon ve ayaklara gösterilen stadyum istikâmetiydi. Hoplayanı, zıplayanı... Bana ne! Bugün ise en önemli bayramda hayatımın en anlamlı hediyesini kendi kendime verdim. Önceden alınmış bir bilet ile sinema salonuna kalbimi bırakmaya gittim. Sonraya bırakmadan, yani piç edilmesine imkân tanımadan...
Neden Mustafa Kemal değil, neden Atatürk değil de sadece Mustafa'nın yanıtını aramaktı gayem. Bir kere salona adımımı attığımda Can Dündar'ın beklenenin aksine çok daha farklı bir işe imzasını attığının farkındaydım. Ne tanıtım filmindeki gibi görselliği yüksek bir yapım, ne de lanse edildiği gibi bir "film" bekliyordum. Bu bakımdan bir hayalkırıklığı ile karşılaşmadım. Can Dündar'ın Ulu Önder'i kalıplardan sıyırma, halka indirgeme, Zübeyde Hanım'ın oğlu Mustafa'yı anlatma çabasını takdir etmekle birlikte filmde istediklerimi tam olarak bulduğumu söyleyemem. Bunun nedeni nedir? Zaman zaman Atatürk'ün savaşlardan, koşuşturmacalardan arınmış hâline tanıklık etmek güzeldi. Bunlar kaynaklarla ve daha önce hiç yayınlanmamış fotoğraflarla desteklenince verilmek isteneni ziyadesiyle vermiş. Özellikle Ata'nın kadınlarla olan ilişkisi daha önce bilinmeyen noktalara ışık tutuyor. Buna kuşku yok! Fakat Ata'yı halka indirgemeye çalışırken ve en nihayetinde bizden biri olduğunu göstermeye çalışırken, gerçekte olduğundan çok uzak bir tutum sergilenmiş. Mustafa Kemal'in karanlıktan korktuğu için mum ışığı olmadan uyuyamadığı üstü kapalı bir şekilde gericiliğe bağlanmış. Bunun yanı sıra filmin dörtte birlik bölümünde Mustafa Kemal'in yalnızlığı üzerinde durulmuş. Hatta öyle bir hava büründürülmüş ki sanki Cumhuriyet'in ilânından sonra Atatürk ömrünün geri kalan kısmını kimsesiz, yapayalnız tamamlamış. Bu tema beni çok rahatsız etti. Halbuki bunun böyle olmadığını Atatürk'ün çok yakınlarının demeçlerinden biliyoruz. Herhangi bir devlet kaynağına başvurmadan, sadece el yazmalarından ve aşk mektuplarından çıkarılan anlamlar ile yansıtılan bu yalnızlık teması, Ata'nın günde en az 1 büyük rakıyı devirmesi, dostlarına sırt çevirmiş olması ile desteklenmiş. Ayrı parantezleri dış basın tarafından "hasta" olarak nitelendirilmiş olması ve yurtdışından heykellerini yaptırmak üzere heykeltraşlar getirtmiş olmasına açabiliriz.
Çok eleştirmeyelim... Can Dündar "70 yılda Türkiye Ata'sı için dört başı mamur bir film yapamadı" demişti. Ben bunu yapmış olmasını umuyordum. Yoksa Can Dündar'ın iyi niyetinden en ufak bir şüphe dahi duymuyorum. Müzikler konusunda ise filmin aşmış olduğunu söyleyebilirim. Goran Bregoviç kendi üzerine düşeni tartışmasız bir ustalıkla yerine getirmiş.
Hep Ata'yı yanlış anladığımızdan, dolayısıyla yanlış anlatıyor oluşumuzdan dem vuruyoruz. Hatta içinde bulunduğumuz şu zor günlerde böylesine bir filmin deyim yerindeyse ilaç niteliği taşıyabileceğini umuyorduk. Atatürk "Beni hatırlayınız" demişti afişte yer aldığı gibi... Bunu kastetmiş olduğunu hiç ama hiç sanmıyorum!