28 Eylül 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #91

  • Diziler yavaştan başladı. Supernatural zaten harikaydı, tam gaz devam ediyor son sezonunda. Geçtiğimiz sezon sonunda Heroes'i izlemeyi bıraktığımı söylüyordum kendi kendime. Sıkılganlık hallerimden sonra yeni sezonun ilk bölümünü izlemeye karar verdim. İyi ki de izlemişim diyorum şimdi. Güzel bölümle açtı dördüncü sezonunu Heroes. Hiç kuşkusuz bundaki en büyük pay Prison Break'ın T-Bag'i Robert Knepper'in transfer edilmesi olmuş. Sanırım bu sayede kendisini izletmeye devam edecek bu dizi.
  • Geçtiğimiz hafta Tekirdağ'da servis minibüsünden 4 TL çalan bir çocuk tutuklanarak hapse atıldı. Bu ülkede milyon liraları hibe edenler kahraman tabii, güç çocuklara yetiyor.
  • Altın Portakal da yaklaşıyor... Yeni Büyükşehir Belediye Başkanı ile festivalin çehresi de olumlu anlamda değişti. Bir kere festival artık halkla iç içe. Bir festivali festival yapan da bu değil midir? Festival boyunca kentin dört bir yanında açık hava gösterim alanları kurulacağı açıklandı. Sinema öğrencilere verilen eğitim de son sürat devam ediyor.
    Festivalin yarışma bölümüne gelirsek; Bornova Bornova, İki Dil Bir Davul, Kara Köpekler Havlarken, Kıskanmak ve Uzak İhtimal'i merakla beklediğimi söyleyebilirim. Ayrıca Michael Moore'nin yeni belgesel filmi Capitalism: A Love Story de ilk kez bu festivalde izleyiciyle buluşacak ki onu da kaçırmayacağız elbette. 46. Altın Portakal Film Festivali için ayrıntılı bilgi illa ki festivalin resmi internet sitesinde.
  • Facebook'daki Farmville çılgınlığı da nedir öyle? Ünlü haber kanalları internet sitelerinde oyunun tüyolarını bile vermeye başladı. Yok artık!
  • Ha, ben oynamıyor muyum? Oynuyorum! Ama bir sorun neden oynuyorum!
  • Güneşi Gördüm'ün adı "Oscar'ı Gördüm" olarak değişir mi sizce?
  • Taksim Gezi Parkı'nda çok güzel bir festival başladı: Beyoğlu Sahaf Festivali. 11 Ekim'e dek sürecek olan festivalde sahaflar buluşacak. Aranan pek çok şeyi bulmak mümkün. Ayaklar boş durmasın. Tabanvaya kuvvet!
  • Barbie ve He-Man beyazperdeye geliyorlar. He-Man neyse de, Barbie'yi kim izleyecek yahu? Durun bi' dakika ya... Hem "He-Man neyse de..." ne demek oluyor?

27 Eylül 2009 Pazar

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 67

Remember those posters that said, "Today is the first day of the rest of your life"? Well, that's true of every day but one - the day you die. (American Beauty - Kevin Spacey)

24 Eylül 2009 Perşembe

Bir Zorunlunun Yaşam Rehberi

Bugün okulların ilk günü...

Çocukluğum çok uzak bugün. Aslında bir o kadar da yakın. İnsan doğuştan yükümlü bu dünyada... Pek çok şeye hem de... Birtakım insanların tarih boyunca aldığı kararlar ve kurdukları düzen sebebiyle bazı zorunluluklara sahip oluyorsunuz. Anne karnındayken bana sorulsaydı, mağara insanı olmayı kendime yakıştırabilirdim sanırım. Hatta paralel evrende mutlaka öyle olmalıyım. Buna inancım sonsuz. Hoş, buna rağmen, madem ki biraz distopik konuşuyoruz, belki de bir tercih hakkım olsa hiç olmamayı dilerdim. Neme lazım! Birinin ölüm günü sizin doğum gününüz oluyor. Bir taraf kederden ağlarken, diğer taraf mutluluktan da ağlasa mutlaka ortak bir paydada buluşuluyor. Dünyanın neden yapıldığı konusunda biyoloji kitapları palavra sıkıyor. Basbayağı hammaddesi gözyaşı bu gezegenin.

Kendimi bilmeye başlamam kaç yaşıma tekabül eder, bilemem. Ancak okul yollarını aşındırmadan önce içimi kıpır kıpır eden bir hevese sahip olduğumu söyleyebilirim. Okula gitmek rüştünü ispat etmek demekti benim çevremde. Adam olmak demekti bir nebze... Okula gitmeyene kız vermezlerdi. Okula gitmeyenin karnı aç olurdu. Okula gitmeyen sokakta yatardı. Okula gitmeyen şöyleydi ve biraz da böyleydi. Abilere ve amcalara pipinizi göstermemekte diretirseniz ayıplanmazdınız belki ama okula gitmeyeceğinizi dile getirdiğinizde bir enik gibi ensenizden kavrardı birileri. Bu gazla başladım anaokuluna. Anaokulu dedikleri şeyin çorbadan olduğunu kavrayışım biraz zaman alacak olsa da, adında bulunan okul kelimesinin bir albenisi vardı sanki. Beslenme çantamdan çıkan örümceği gördükten sonra firar ettim, o ayrı.

Bugün okulların ilk günü...

El mahkumdu ilk zil çaldığında. Sonra da öyleydi... Dedim ya, zorunluluk. "Okumayıp da ne yapacaktın be deli?" diyeni de anlarım. Fakat zaten sorunum okumamak değildi ki benim. Yaşıtları ebeveynlerine oyuncak sipariş verirken, sürekli kitap isteyen de benden başkası değildi sonuçta. Bu sığlığımla dile getirmekten kıvanç duyuyorum ki Erkin Koray'ı karşımda görsem, öpmek için ellerine kapanırım. Okumak ayrı şey ne de olsa! Yine de ilkokul macerama dönersek, bir altın çocuk olmadığımı rahatlıkla itiraf edebilirim. Bir ilkokul öğrencisinin notları ne kadar ortalama olabilirse o kadar ortalamaydı benimkilerde. Bu beş senelik dönemde altın madalyayı boynuma geçirdiğim iki dal vardı. Bunlardan birincisi okuma yarışları, diğeri ise kız arkadaşlarla olan ilişkilerim. İlişki derken... Gayet masumane...

Bugün okulların ilk günü...

Parlak bir öğrenci değildim. Bunu zaten söyledim. Artık ortaokuldayım. Matematiğim yıldızlı 1'di, fakat sorana büyüyünce bilgisayar mühendisi olacağım yalanını söylemeden edemedim. Aslına bakılırsa zevk de alıyordum. Birileri beni alaya alıyordu, karşılığı aynı şekilde verilmeliydi. En iyi notumu beden eğitiminden alıyordum. Bunda da okulun futbol takımında yer alıyor oluşumun etkisi vardı. Yoksa öğretmen basketbol topunu elime attığında tutmasını bilemeyip parmağını sakatlayan bir adamın beden eğitiminden bile kırık not alması abes sayılmazdı. Nedense şefkatliydi bedenciler (Bkz; bedenci), resimciler, müzikciler...

Evet, bugün okulların ilk günü...

Ergenlik sancılarıyla birlikte geldi lise dönemi... Kumaş pantolonlar, bembeyaz ütülü gömlekler, kravat... Herkes istediğini giyip gelse, olmuyormuş... "Zorundasın arkadaşım! Statü farkı yaratamazsın."... Peki ağabey! İyi güzel de bu okul ne zaman bitecek be ağabey?

Öğretmenler ders anlatırken sıra altlarında hatmettiğim kitapların da yardımıyla üniversiteye şutladım kendimi. Kuzenlerimden birinin lafıdır, hiç unutamam. Şöyle demişti: "Bak Anıl, şimdi çalış. Üniversiteye gidince zaten çalışmana bile gerek kalmayacak. Rahat edeceksin." Bok yemiş, afedersiniz. Tavuk muydum ben? Elbette biliyordum öyle olmayacağını ama hafiften umut da etmemiş değildim. Ne de güzel demiş modern ozan Karaca; "Umut garibin ekmeği, umar ha umar umar..." Hayatımda ailemden ilk defa kopmuşum. İstanbul bir masaldı benim için, her gece uykudan önce kendime anlattığım. Masalların da gerçek olabileceğine o vakit inandım. 5 sene vardı önümde. Bitmek bilmeyecek 5 sene... Bir yanından tutarsanız muhteşemdi. Özgürlük, nihayet. O gün pazardı işte... Beni ilk kez güneşe çıkardıkları pazardı hem de...

Bugün okullar açıldı. Bilmem kaç milyon öğrenci daha eğitim görmeye başladı. Helalleri hoş olsun. Fakat hiçbiri koyun olmasın... Hayatımdaki ilk zorunluluktu bir okul bitirmek. Tam 17 sene okudum... Ne için? Bu an için. Büyüklerime sorsanız, "O artık adam" derler hiç kuşkusuz. Okula gitmemenin nasıl bir şey olduğunu merak ederdim hep. Bugün görünce mavi önlüklüleri, beyaz gömleklileri ve tabii ki kravatlıları, gözlerim doldu. Artık okul yoktu. Şimdi düşünüyorum da, gerçekten çok mu kötüydü? Bilemiyorum. Bir başkaldırışın getirisiydi belki. Hayatta hiçbir zaman zorlanmaya gelemeyen bir bünyenin intikam arzusuydu...

Şimdi önümde tek bir zorunluluk kaldı... Bu ülkede erkek olarak dünyaya gelenleri bağlayan bir yükümlülük bu. Ben üniversitenin de sona ermesiyle artık özgürlüğüme kavuştuğumu düşünürken, hayattaki son zorunluluğum çıktı karşıma. Aralık ayında asker oluyorum. Vicdanımın sesini dinleme gibi bir ihtimalim de yok bu ülkede. Yani anlayacağınız, aralık ayından itibaren disiplinin ne olduğu öğretilip, adam edileceğim. Tekrar... Zorla... Dedim ya, hayattaki son yükümlülüğüm artık bu... Ondan sonrası iyilik sağlık...

Bugün zorunlulukların ilk günü...

22 Eylül 2009 Salı

Ömer Hayyam'dan (9)

  • Benden Muhammet Mustafa'ya saygı ve selam:
    Deyin ki, hoş görürse, bir şey soracak Hayyam:
    Neden Yüce Efendimizin buyruklarında
    Ekşi ayran helâl da güzelim şarap haram?
  • Benden Hayyam'a selam söyleyin demiş peygamber;
    Sözlerimi yanlış anlamışsa çiğlik eder:
    Ben şarabı herkese haram etmiş değilim ki
    Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlar içer.
  • Dünya, yıldıramazsın beni ne yapsan;
    Ölümden de korkmam, er geç ölür insan.
    Ölmemek elimizde değil ki bizim:
    İyi yaşamamak beni tek korkutan.
  • Bilge, yüce varlığın seyrine dalar;
    Gafil ise onda dostluk düşmanlık arar.
    Deniz, deniz olduğu için dalgalanır,
    Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar.
  • Şarabın adı kötüye çıkmış, kendi hoş,
    Hele bir güzelle içersen daha bir hoş;
    Harammış şarap, olsun, bana göre hava hoş:
    Hem, bana sorarsan, haram olan her şey hoş.
  • Yeryüzünü gül bahçesine çevirmekten
    Daha güzeldir bir insanı sevindirmen.
    Bin kulu azat edenden daha büyüktür
    Bir hür insanı iyilikle kul edebilen.
  • Ah, Tanrı dünyayı yeniden yarataydı,
    Yaratırken de beni yanında tutaydı;
    Derdim: Ya benim adımı sil defterinden,
    Ya da benim dilediğimce yarat dünyayı.
  • Ben şarap içiyorum, doğrudur;
    Aklı olan da beni haklı bulur:
    İçeceğimi biliyordu Tanrı,
    İçmezsem Tanrı yanılmış olur.
  • Bir yürek ki yanmaz, yürek denir mi ona?
    Sevmek haram, yüreğinde ateş olmayana.
    Bir gününü sevgisiz geçirdinse, yazık:
    En boş geçen günün o gündür, inan bana.
  • Seccadeye tapanlar eşek değil de nedirler?
    Küfelerle riya çamuru yüklenirler gezerler.
    İşin kötüsü, din perdesi arkasında bunlar,
    Müslüman geçinirken gâvurdan beterler.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #90

  • Aylar evvel hazırlık aşamasındaki bir projeden söz etmiştim. Linkte 80 numaralı Pazartesi Notları bulunuyor. İlk maddeye dikkatinizi vererek okuduktan sonra sizi tekrar buraya, ikinci maddeye, bekliyorum.
  • Hah, okudunuz mu? Şimdi efendim şöyle ki; Teknobilet adlı bir dergimiz var artık. Birçok şehirlerarası otobüs firmasında yolboyunca yolculara eşlik edecek bir dergi bu. Bu dergi artık çıktı, evet. İşin bizi ilgilendiren tarafı ise derginin sinema bölümünü benim hazırlıyor olmam. Olur da elinize geçerse 108, 109, 110 ve 111'inci sayfalarda yer alan bir Tim Burton dosyası bulacaksınız. Afiyet olsun.
  • Geç ama güç değil.
  • Kanal 1'de her akşam 20:00'da yayınlanan bir yarışma programı var. Adı da Kelime Oyunu. Kendisini diğer bilgi yarışmalarından farklı kılan bir tarzı var bu yarışmanın. Ali İhsan Varol yarışmanın sunucusu. Özellikle dolaylı yoldan yöneltilen sorular bir harika. Yarışma güzel, sunucusu ondan güzel... İzlemek lazım vakit buldukça.
  • Yunanistan'da geride bıraktığımız pazar günü ulusal bir gazete promosyon olarak Can Dündar'ın Mustafa filmini vermiş okuyucularına. Adamlar aşmış bazı şeyleri. Darısı başımıza.
  • Twitter'de Kaan Sezyum'u takip etmeye başladıktan birkaç saat sonra Sezyum'dan özel bir mesaj aldım. Herhangi bir oynama yapmadan aktarıyorum özelimi: "Çok iyi bir iş yaparak Twitter'a girdiniz bula bula beni buldunuz, tebrikler."
  • Ülkemizde Justin Timberlake'nin son klibi RTÜK tarafından yasaklandı. Vatana millete hayırlı olsun yeni sansürümüz.
  • Bir yarışma programı ile ekrana atlayan Beren Saat bu denli güzel olmasaydı bu kadar kalıcı olabilir miydi? Kadın oyunculuk katili resmen!
  • Haydi bakalım.

9 Eylül 2009 Çarşamba

İstanbullu'nun Tedbirsizliği ve Sonuçları

Resim Forzabeşiktaş.com'dan... Son baktığımızda skor böyleydi, şimdi ise fark biraz daha açıldı maalesef. Yenilen taraf sürekli halk oldukça...
İki gündür yağmur yağıyor İstanbul'a. Bir hayli şiddetli yağıyor yağmur. Ve yağmur haber oluyor Türkiye'de. Neden? Çünkü can alıyor. Çünkü bu ülkede hayatta kalmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.
Yaşanan bu vahim tablo sonrasında gözlerin ilk çevrileceği isim olan Büyükşehir Belediye Başkanı "Yaşananlar İstanbullu'nun tedbirsiziğinin sonucudur" deyip, bizleri yanıltmıyor. 15 senedir aynı zihniyet yönetiyor İstanbul'u. Daha öncekiler neyse, şimdiki de o. Her şeyi kaderciliğe bağlamakta üstümüze yok. Yahu bu ülkede başı kapalı bayanların özne gösterildiği ve 17 Ağustos depremine gönderme yapan "7,4 Yetmedi mi?" gibi manşetler atan gazeteler var. Sıradaki haberin "Ramazan'da oruç tutmadılar, sonları böyle oldu"ya varmayacağını kim iddia edebilir ki?
Ormanlık alanlar tahrip ediliyor bu ülkede. Sırf monopollerin cepleri biraz daha dolsun, sökülmekte olan cepler iyiden iyiye delinsin diye... Gerçekten doğa intikam mı alıyor dersiniz? Alıyorsa golü yiyen her zamanki gibi neden yine çaresiz halk oluyor?
Kaç senedir beklenen büyük İstanbul depremi için bas bas bağırmıyor mu profesörler? Bırakın olası depremdeki hasarı minimuma indirmeyi, yağmura bend olmayı başarabilecek bir çalışma dahi yapılmadı. Hesap soran? Hak getire!
Gelişmiş veya bazı şeyleri aşmış olarak nitelediğimiz ülkelere bakınca ancak kasırgaların televizyon ve radyo kanallarına haber olduğunu görüyoruz. Bu ülkede yaz mavsiminin sona ermemesi için dua eden milyonlarca insan var. Kış felaketten başka bir şey getirmiyor çünkü onlar için. Oy toplayıp başlara taç olan "koca koca" adamlar ağacın meyvesini mideye indirirken, vatandaşa dalı kalıyor selde tutunup boğulmamak için. Üstyapıya yığınla yatırım yapın siz. Ne de olsa buzdağının üstünü görüyor halk, öyle değil mi?
İstanbul'a yağmur yağıyor... İnsanlar yağmur yüzünden can veriyor. Birileri çıkıp halkı hedef gösteriyor. Kente bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken, evleri su basan İstanbullu üçüncü köprüyü ne yapsın ki?

8 Eylül 2009 Salı

Tik Tak

Ne kadar aradıysam
suyunda bulamadım tak'ları
zaman denilen kuyunun
Yüzümde bu yüzden
yalnızca tik'lerini taşırım
çocukluğumun

Yarısını tuttum
çocuk doktoru
olmamı isteyen anneme
hasta yatağında verdiğim sözün
Doktor olamadım ama
çocuk kaldım

İki çocuk
rahatlıkla oturduğumuz
kapının eşiğine
kendi başıma zor sığıyorum bugün
Büyüdükçe insan
yalnız mı kalıyor ne?

7 Eylül 2009 Pazartesi

90'lı Yıllar #13

Özgün bir imajları yoktu ancak iyi müzik yapıyorlardı, orası net. Tipleriyle The Beatles'i andıran Kim Bunlar'ın ortaya çıkış öyküleri de fıkra gibi aslında. Hilmi Topaloğlu lobide kendisiyle görüşmek için bekleyen gençlere doğru "Kim bunlar!" diye bağırınca, grup üyeleri bu hitabetten çok hoşlanırlar ve gruba bu ismi vermek konusunda ortak bir paydada buluşurlar. Müzik tarihimizin belki de bu en sıradışı grubu da böylece doğuverir. Yalnız bir sorunları vardır. Topaloğlu ilk fırsatta gençlerin kendi müziklerini yapmasına izin vermez. Plak şirketinin belirlediği birkaç türkü vardır. Kim Bunlar ilk albümlerinde bu türküleri seslendirecek, beğenilmeleri halinde ikinci albümde diledikleri gibi at koşturabileceklerdir. Başta Topaloğlu olmak üzere Türk müzik camiasını şaşırtmadıklarını kim iddia edebilir ki? Kurtlar sofrasında ayakta kaldıkları kısa dönem içerisinde gayet güzel işler çıkardılar. Sonra grup dağıldı ya da dağılmak zorunda kaldı. Flört ismiyle yeniden sahne alsalar da aynı etkiyi yapamadılar.
Aşağıdaki klipte grubun Ata Barı performansı bulunuyor. Gayet yerinde bir cover. İlk dinlediğim zamanları hatırlıyorum da gereksiz gaza gelmişliğim vardır. Sanki ulusal marş anasını satayım.

Pazartesi Notları #89

  • Laf İngilizce'den açıldığında (Başka bir dil de olabilir pek tabii) "Gramerim çok iyi ama kelime eksiğim var" demek bitsin yahu. Israr ediyorum. "Bilmiyorum" deyin kısaca.
  • Supernatural'ın beşinci, Dexter'in de dördüncü sezonu için geri sayım başladı ya, ben buna seviniyorum.
  • Heroes artık olmasa da olur. Kendisi benim için Yaprak Dökümü ile birdir bundan gayrı.
  • Televizyon kanallarının reçetesiz satılan ilaçların reklamlarını yayınlayabilmeleri gündemde şu sıralar. Şeker mi satıyorsunuz arkadaş? Ne reklamı? "Bir gün bir gün bir çocuk eve de gelmiş kimse yok..." hesabı mı?
  • Michael Jackson'un filmi gelir yakında dememiş miydik? Dedik demesine ancak bu kadar da erken beklemiyordum, ne yalan söyleyeyim. Cumhuriyet Bayramı'nda Türkiye'de de vizyonda...
  • En çok kazanan yazarlar listesinde zirveyi Elif Şafak almış. Of başıma ağrı girdi!
  • Eurovision'da Ciguli'yi düşünebiliyor musunuz? Ahahaha, ne de güzel olur yahu! Bir ayak sabit, diğeri ona paralel sallanıyor... Turkey, 12 points...
  • Arda Kardeş'in geldiği hâli merak edenler... Buraya!
  • Adıyaman Üniversitesi 24 Eylül'de başlatacağı Adıyaman-Nemrut Uluslararası Film Günleri kapsamında sinemasız kentin halkını sinema ile buluşturacakmış. Düşünenlerin yüreğine sağlık! Üniversitelerin daha çok kültürel aktiviteye öncü olması dileğiyle...
  • http://twitter.com/ultranil07

4 Eylül 2009 Cuma

What's Eating Gilbert Grape

Elinizdeki tabaktan üzüm salkımını kaldırdığınızda dikkatli bakarsanız araya birkaç büzülmüş, kurumuş tanenin karıştığını görürsünüz. Bir şeylere inat eder gibi bir halleri vardır onların. Kopmak istemedikleri için o hâle gelmeyi göze almış olabilirler pek tabii, zira siz zaten koparmazsınız o taneleri.
Başındaki hangi dertle uğraşsın zavallı Gilbert Grape? Koltuğundan kalkamayacak kadar kilolu bir anne, baş belası bir kız kardeş, gizli kapaklı görüştüğü kadının kocası, karavanla yaşadığı kasabaya uğrayan güzel Becky ve hepsinden önemlisi 18 yaşına girmeye hazırlanan zihinsel özürlü kardeşi Arnie... 225 kiloluk annesi nasıl tıkılmış kalmışsa koltuğuna, Gilbert de bundan farksız bir şekilde yaşadığı kasaba ve dertleri arasında bir yerlere sıkışmış kalmıştır. Fakat kardeşi Arnie'nin gözünde farklı bir yeri vardır. Ona göre Gilbert bu gezegendeki en muhteşem varlıktır.
Kendisi hakkında isteyecek hiçbir şeyi olmayan bir adamın hikâyesini anlatıyor What's Eating Gilbert Grape. Bunu zaten filmde Gilbert kendisi ifade ediyor. Yeni bir ev istiyor mesela ailesi için, kardeşine yeni bir beyin ve annesi için düzenli bir egzersiz programı... Başkalarının yaşamına istemeden adapte olmak zorunda olan, fakat her daim kendisine yabancı kalmış bir adam o.
Güzel senaryosu, naifliği ve sıcaklığının yanında üstün performansları ile de akıllara kazınan bu filmin yönetmen koltuğunda 3 Oscar adaylığı bulunan İsveçli yönetmen Lasse Hallström bulunuyor. Daha öncesinde, 1985'de, My Life as a Dog ile dikkatleri üzerine çeken yönetmen What's Eating Gilbert Grape ile Hollywood'a sağlam bir adım atarak girdi.
Filmin oyuncuları arasında en çok dikkat çeken isim hiç şüphesiz Johnny Depp. Kendisi tahmin edilebileceği üzere ailenin tüm yükünü omuzlarına alan Gilbert karakterine can veriyor. Bu adamın oyunculuğunu anlatmaya gerek yok. Zaten Hollywood denince benim aklıma gelen iki isimden biri budur. Öyle sanıyorum ki Gilbert Grape rolü için de Depp'den başka bir isim düşünülemezdi. Karakterin yıpranmışlığını yüzüne işlemiş bu adam. Yine de Depp'in oyunculuğu şöyle dursun, bu filmde ortaya koyduğu performans ile Depp'i bile unutturan bir oyuncu var. Kendisi Leonardo DiCaprio olur.
Leonardo DiCaprio denince insanlar biraz temkinli yaklaşıyorlar. Brad Pitt'de veya Angelina Jolie'de olduğu gibi. Bunun sebebi hiç kuşkusuz bu isimlerin yaradılışlarından gelen güzellikleri. Öyle bir kanı oluşmuş ki sanırsınız güzel yüzlü insanlar başarılarını kara kaşlarına kara gözlerine borçlu. Yok böyle bir şey! En azından DiCaprio bu filmde bunu kafalara kazıyor. Zihinsel özürlü bir genci öylesine güzel resmediyor ki kendisi hakkında bugüne dile getirilen tüm eleştirileri boşa çıkarıyor. Öyle ki kendisi pek bilinmeyen biri olsaydı, Arnie Grape karakterini gördükten sonra DiCaprio'nun gerçekten zihinsel özürlü olduğuna kalıbınızı basabilirdiniz. Öyle ki yıllar sonra dahi filmin adını duyduğunuzda kafanızda beliren ilk imge Arnie Grape'ninki oluyor. Akademi bu performans karşısında seyirci kalmamış, DiCaprio'yu henüz 18 yaşındayken en iyi yardımcı erkek oyuncu kategorisinde Oscar'a aday göstermişti.
Doğumundan itibaren bir kafere hapsolmuş kuşu düşünün. Gün gelip de kafesin kapağı açıldığında nasıl uçamayacaksa, Gilbert de tüm dertlerine rağmen terk edemez Endora'yı. İlk defa aşık olmuştur, gelip geçici olduğunu bile bile. Çünkü Becky oraya ait değildir. Karavanın dönme vakti gelmiştir. Gilbert'den beklenen "Gitme" demesidir. Ama o içi içine yese de istediğini vermez Becky'e. Gilbert'i yiyen budur belki de. Çünkü biliyordur dış dünyada daha güzel şeyler bekliyordur onu, Gilbert'in ise ona verebileceği tek bir şey yoktur. Arnie'nin kalan zamanını iyi geçirmesini sağlamak, kız kardeşine tahammül edebilmek, annesinin kilo sorununu dert etmek üçgeni arasında kapanıp kalmıştır o. Çok geç olmadan bir aileye sahip olduğunu da anlayacaktır. Hem de iyi bir aileye...

1 Eylül 2009 Salı

Son 15 Yılın En İyileri...

Ekim 1994'den bu yana piyasada bulunan, Türkiye'nin en uzun soluklu sinema dergisi olan Sinema Dergisi 15'inci yaşını kutluyor. Geride bırakılan 15 senede sayısız film çekildi pek tabii. Sinema Dergisi ise okurlarına soruyor: Son 15 yılın en iyi 15 filmi hangisiydi?
Siz de kendi "en iyi 15"inizi belirtip derginin Ekim sayısında açıklanacak listeye katkıda bulunmak isterseniz ankete buradan ulaşabilirsiniz.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #88

  • Bu sene de 30 Ağustos'u görebildik. Şükürler olsun!
  • Inglorious Basterds'i beklediğimden de iyi buldum. Bence bu film Tarantino'nun zirve noktasıdır. Nazarımda Pulp Fiction'dan bile iyi bir yere oturmuştur. Kurmaca bir İkinci Dünya Savaşı ancak bu kadar güzel yapılabilirdi. Kısa bir süre sonra filmi ele alırız umarım blogda.
  • Christopher Nolan üçüncü Batman filmi için kolları sıvamış, Cat Woman rolü için de Megan Fox'u düşünüyormuş desem... Şimdi ise sıkı durun... Üçüncü filmde The Joker'i oynaması beklenen isim ise Johnny Depp.
  • Peki ya Karabulut cinayetinde maktulün babasının hakkını helal etmek için 3 milyon Euro istemesi...
  • 90+4'de rakibinin - 10 kişi oynamasına rağmen - Fenerbahçe olduğunu unutup 7 oyuncuyla hücuma çıkan Manisaspor'u da ayrıca tebrik ediyorum. Bambaşkaymışsınız.
  • Penguen'in yedinci yaş özel eki gayet güzeldi. Çizerlerin çocukluk resimlerine bakınca en güzelinin Selçuk Erdem, en çirkininin de pek tabii ki Kaan Sezyum olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
  • Geride bıraktığımız bir yıl içinde Türkiye'de tam 35 sinema salonunun kapandığını biliyor muydunuz? İndirin anasını satayım internetten...
  • Gaziantep ekonomisini bir günde canlandıran Yıldırım Demirören'e ne demeli?
  • Brad Pitt de 50'ye merdiven dayadı. Çok belli oluyor ama değil mi?

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #87

  • NTV Tarih'in son sayısında vermiş olduğu mektup ne kadar güzel öyle.
  • Kıvrılmış perdelere tahammül edemiyorum nedense. Nedir bu hastalığın adı? Bilen beri gelsin.
  • Süper Mario'nun melodisi dolanıyor şu sıra aklımda.
  • Evrimle devam edelim... Malum son günlerde Habertürk sayesinde yine hortladı... Adnan Oktar çökertti sanırım bunu. "Hz. Musa asasını yere attığında asanın yılana dönüşmesi yaradılışın ispatıdır." dedi adam yahu! Bu adam hazır akıl hastanesine yatmışken ne diye çıkardılar ki?
  • Nam-ı diğer Harun Yahya bu sözleri Habertürk'deki Sansürsüz programında söyledi. Programın sunucusu Yiğit Bulut o kadar tarafsız bir program yönetiyor ki 3 programın ikisine Adnan Oktar'ı ve ayak takımını çıkarıp, karşıt görüşten kimseye yer vermiyor. İki hafta önce yayınlanan programda ise sadece evrimi savunanlara yer verildi. Artık nasıl bir tartışma platformu kuruluyorsa, anlamak mümkün olmuyor. Gözler bir Celal Şengör'ü aradı ama nafile. Yiğit Bulut bu kadar ağır bir topun altında kalmayı göze alabilir miydi? Asla! Yiğit Bulut "Evrim varsa o halde neden tahtadan kedi olmuyor?" sorusunu yönelttiğinde bendeki kayış yavaştan kopmak üzereydi. O an anladım ki, neden olmasın? Tahtadan Yiğit Bulut olabiliyorsa, neden kedi olmasın?
  • Galatasaray ve Fenerbahçe arasındaki ezeli rekabet malûmunuz... İki tarafın da birbirine attığı taşları izlemesi/dinlemesi çok zevk veriyor insana ama dozu kaçmayacak tabii. Facebook'daki dingilin teki bütün bir Kurtuluş Savaşı'nı Fenerbahçe'ye mâl edip, Galatasaraylılar'ı işgal kuvvetlerine destek vermekle itham edince, fanatizmin bu kadarına da bir dur demek gerektiğini anladım. Biraz daha zorlasalar "Kurtuluş Savaşı'nı biz yaptık" diyecekler. Tabii söz konusu tarih olunca hiç araştırmak yok. Araştırarak tarih mi okunurmuş canım? Sokaktaki adam anlatıyor ya! Rakibine taş atmak için 6-0'ı kullan. Bundan büyük koz mu var elinde? Ya da ne bileyim, yetmiyorsa Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi 10 senedir Şükrü Saraçoğlu'nda yenemiyor oluşundan bahset, tıka lafı ağızlarına. Peki ama vatan için şehit düşenlerin üzerinden edebiyat yapıp, tüm bir savaşı kendine mâl etmek nedir? Bunu yapabilmek için mankafa olmak gerekir, tarih budalası olmak gerekir. Fanatizmin bu kadarına da ayıp doğrusu. "Ulan sizin de başkanınız Atatürk'e suikastten idam edilmiş" diye karşı atağa kalkan Galatasaraylılar da var. Lafım o dingil Fenerbahçeliler'e olduğu kadar bu dingil Galatasaraylılar'a da. Mantık çerçevesinin dışına çıkmayan Fenerbahçeliler'i tenzih ediyorum.
  • mp3 çalarımın kulaklığı neden sürekli kendi kendine düğüm olup beni hasta etmek zorunda ki?
  • 3G'nin en kötü yanı ne biliyor musunuz? Yalan söyleyebilme gibi bir ihtimali ortadan kaldırması. Düşünsenize, arkadaşınız arıyor ve "Evde misin?" diye soruyor. Biliyorsunuz ki olumlu yanıt verdiğiniz takdirde çekip gelecek ve sizin de misafir kabul edecek haliniz yok. Evde olmadığını belirttiğiniz zaman ise "Aç ulan 3G'ni, kontrol edeceğim" gibi bir ünlem gelirse ne olacak? Bu arada, "3G'yi açmak" gibi deyimi literatüre kazandırdığım için kendimle ayrı bir gurur duyuyorum.
  • Türkiye'de internete de bir türban geçirme sevdasıdır gidiyor. Hangi siteye girsem kapalı ulan! Bu kadar demokratsınız, bir de "İnternet Açılımı" yapıverin bari. Açılıp saçılalım yahu, yaz başka türlü geçmiyor.
  • Hem bak internette kızlar teklif ediyormuş!

22 Ağustos 2009 Cumartesi

3'üncü Sene

2 sene önce bugün bu yazıyla hayata geçirmiştim blogu. Geçen sene dalga konusu olan pastadan sonra misafire bulduğunu vermeye azmettim :) Neyse, geçelim...

Ne yapmışım bu iki sene içinde? Neler gelmiş başımıza? Neler yaşamışım? Neler paylaşmışım? Birçoğunu ve hatta hemen hemen hepsini aktarmaya çalıştım bu blog ortamında. Filmlerin nabzını tuttum, elin getirdiğince... Kanımca "büyük" olduğuna inandığım filmlerden de kısa diyaloglar sunarak anımsamaya yardımcı oldum. Köşede bucakta duyup da kulağıma çalınan parçaların blogu okuyanlarca da dinlenmesi gerektiğine inandım. Anketler yardımıyla takipçilerimin meraklarına ortak oldum. 90'lı yılların unutulmazlarına doğru yolculuk yapıp çocukluğuma döndüm. Her pazartesi toplumdan ve kendimden verdim. Öyle de bir anlatım yapıyorum ki şu an neredeyse birazdan ağlayacağım. Nedir yani kendinden vermek? Değil mi ama!

Hep yolunda gitmedi bazı şeyler. Gün geldiği sansür bile yedim. Bu konuda şikayeti bulunan yegâne blog kullanıcısı değilim. Ama yine de işin boyutunu daha ciddi bir noktaya getiren şey de bu değil mi? "İnternet üzerinde her gün bir websitesinin kapatıldığı şu günlerde..." diyelim ve gerisini siz getirin işte...

En çok üzücü olanı ise geçtiğimiz ocak ayında yaşandı belki de. Sol köprücük kemiğimi kırınca bir süre yazılara da ara vermek zorunda kaldım. Bu "yazısızlık" hâli o dönem içinde belki de en çok canımı sıkandı.

Farklı bir şeyler yapmaktı başlangıçtaki amacım. Gün geçtikçe anladım ki herkes kadar sıradandım. Sadece kendi cümlelerimle fark yaratabilirdim, yine de bu bir şeyi değiştirmeyecekti tümevarımlar aynı olduğu müddetçe. Ben zevk alıyorum burada yazmaktan. Daha ne kadar sürdürürüm bilemiyorum. Ara ara açıp aylar önce yazdığım yazıları okumak bile haz veriyor bana. Alınganlık olmasın tabii ama bu blogu daha çok kendime söz geçirmek için hazırladığıma artık daha fazla inanıyorum. İnandığım sürece de devam edeceğim galiba. 2 yıl boyunca yanımda olanlara teşekkürler...

21 Ağustos 2009 Cuma

12 Angry Men

Life is in their hands - Death is on their minds!

"We hate some persons because we do not know them; and we will not know them because we hate them." Böyle diyor İngiliz yazar Charles Caleb Colton önyargılar üzerine. Özetle insanları tanımaya çabalamadığımızdan ve bunun da önyargıya neden olduğundan dem vuruyor. Einstein'e kulak kabarttığımızda, konsept olarak o da farklı bir şey söylemiyor. Ona göre ise önyargıların parçalanması atomun parçalanmasından çok daha zordur.
Bu noktada önyargının ortaya çıktığı yerde adalet kavramının olduğunu iddia edebilir miyiz? Sokakta gördüğümüz bir dilenciyi önyargılarımız yüzünden yargılayabilir miyiz? Aynı pencereden baktığımızda kendimiz önyargı süzgecinden bir bütün olarak, eksiksiz, geçebilir miyiz? Bir hakimin mahkeme salonuna girerken üzerindeki cüppesini giymeden evvel üzerindeki ceketi çıkarması yetmez elbette ki. Ondan beklenen o salona girmeden evvel önyargılarını dışarıda bırakmasıdır. Adalet terazisinin kefeleri işte o vakit birbirlerine söz geçiremez ve dengede durur.
Ne vakit baştan sona tek bir mekanda geçen bir film bulsam kaçırmam, izlerim. Bu tip filmler beni oldukça cezbeder. Ve çok büyük bir istisna olmadığı müddetçe de hayalkırıklığına uğramam. Bir kere yaşanan mekan kıtlığının karşısında sağlam bir senaryo mutlaka bulunur. Futbolda dar alanda kısa paslaşma yapmak ne kadar zorsa, tek bir mekanda oyunculuk yapmak da o denli zor olacağından harika performanslar da bu tip filmlerde bulunur. Senaryo ile bütünlük sağlayan keskin diyaloglar da cabasıdır ayrıca. Bu tarz filmler arasında The Man from Earth, Unknown, Reservoir Dogs, Rear Window ve Phone Booth aklıma ilk gelenler. Fakat hiçbirisinin 1957 yapımı 12 Angry Men kadar çarpıcı olmadığını hiç çekinmeden iddia edebilirim. Bu film bambaşka...
12 Angry Men, babasını öldürmek suçundan yargılanan 18 yaşındaki bir gencin hayatının küçük bir odadan çıkacak karara bağlanışına odaklanır. Bir odada toplanan 12 jüri üyesi, gencin idam cezasına çarptırılıp çarptırılmayacağını belirleyeceklerdir. Odaya giren jüri üyeleri yanlarında yaşanmışlıklarını ve daha da önemlisi buna bağlı olarak önyargılarını getirmişlerdir. Karar elbette ki oybirliği ile alınacaktır. Jüri başkanı oylamayı başlatır. 11 jüri kararını idamdan yana vermişken, 8 numaralı jürinin karşı çıkması ile işler karışır. Bundan sonrası kalan üyelerin 8 numaralı jüriyi ikna etme çabaları ve söz konusu jürinin kararında diretmesi ile uzun bir tartışmaya kayar.
1 numaralı jüri üyesi aynı zamanda jüri başkanı olduğundan herkese eşit mesafede yaklaşmaya meyillidir. Bir lisenin futbol takımında antrenörlük yapmaktadır.
2 numaralı jüri üyesi banka memurudur. Çekingen ve ürkek tavırları ile sürü psikolojisine belki de en fazla ayak uyduracak olandır.
3 numaralı jüri üyesi ise bir kurye servisinin sahibidir. 8 numaralı jüri ile birlikte en hararetli tartışmaları bu üye yapacaktır. Sanığın yaşlarında bir oğlu vardır ve onun kavgalıdır. Uzun zamandır görüşmemektedir.
4 numaralı üye mantığını her şeyin ötesine yerleştiren biridir. Borsacıdır.
5 numaralı üye bir hayli düşüncelidir. Geçmişi ile bitmeyen bir hesaplaşması vardır. Sanık gibi kenar mahallelerde yetişmiş fakat kendini beladan uzak tutmayı başarmıştır.
6 numaralı üye boyacılık yapmaktadır. Adaletsizliğe tahammülü olmayışı şöyle dursun, yaşça büyüklerine karşı da bir hayli saygılıdır.
7 numaralı jüri üyesi ise gruptaki en enteresan üyelerden biridir. Beyzbol fanatiğidir. Sürekli kazananın yanında yer almaktadır. Kararını "infaz" yönünde kullanmasının bunda payı olmadığını iddia edemeyiz. Pazarlamacıdır.
8 numaralı jüri üyesi ise sıradışılığı ile dikkati çekendir. Mimarlık yapmaktadır. Adalet dağıtmanın ciddi bir iş olduğu konusunda kendisini ikna etmiştir.
9 numaralı üye ise grubun en yaşlısı olmakla birlikte aynı zamanda en makulüdür.
10'uncu üye patrondur. Güçsüzü ezmeyi aslında en iyi o bilir. Ana dili İngilizce ile biraz sorunu vardır.
11 numaralı üye Amerikan Rüyası önünde el pençe divan durmuş vaziyettedir.
12 numaralı ve son üye de aklı daima başka yerlerde olan, kararın bir an evvel alınması yönünde ısrar eden biri.
Filmin yönetmeni Sidney Lumet, Akademi'nin Hitchcock ile birlikte belki de en fazla haksızlık ettiği isimlerden birisidir benim gözümde. Lumet ilki 12 Angry Men ile olmak üzere Dog Day Afternoon, Network, Prince of the City ve The Verdict ile olmak üzere toplam 5 defa Oscar'a aday gösterilmiş, fakat biriyle dahi ödüle sahip olamamıştır. 2005 yılındaki törende eline tutuşturulan onur ödülü ise züğürt tesellisi olmaktan öteye geçememiştir. 1957 yılında kamera arkasına geçtiği 12 Angry Men'de oldukça kısıtlı bir bütçe ile harikalar yaratmıştır Lumet. Öyle ki bugün bile bakınca bir başyapıtın nasıl ete kemiğe büründürülmesi gerektiğini görüyoruz. Sanık koltuğundaki çocuğu neredeyse hiç göstermeden, dava hakkındaki tüm bilgileri 12 jürinin tartışması boyunca aktaran bir zekanın önünde hazır ola geçmek gerekir. Adaletin önyargılardan temizlenerek dağıtılması gerektiğini anlatırken yine de izleyiciyi bir tarafı tutmaya yönlendirmemek de önemli bir husus. Zaten baktığımızda verilmek istenilenin sanığın suçsuzluğunun ispatı değil, adil yargılama olduğunu da kapıyoruz. Kilit nokta da budur.
Yönetmenin elindeki sınırlı tekniklerle satır aralarına sıkıştırdıkları da kayda değer. Özellikle sıcak bir yaz gününü bir an önce noktalamak isteyen bünyelerin ruh haline göre zamanla havanın değişmesi oldukça ince bir ayrıntı.
Filmin 12 oyuncusu arasındaki en ağır top Hollywood'un efsane ismi Henry Fonda. ABD'de yapılan bir ankette tüm zamanların en iyi 10 sinema yıldızından biri olarak kayıtlara geçen Fonda, On Golden Pond filmindeki rolüyle de en iyi erkek oyuncu dalında Oscar'ın sahibi olmuştu. John Steinbeck'in aynı adlı eserinden uyarlanan The Grapes of the Wrath'daki performansı ile de dikkat çekmişti. Fonda'yı 12 Angry Men'de muhalif 8 numaralı üye olarak izliyoruz.
Filmdeki performansı ile dikkat çeken isimlerden bir diğeri ise Lee J. Cobb. Özellikle Fonda ile girdiği polemikler filmin en can alıcı diyaloglarını oluşturmakta. 2 defa Oscar'a aday gösterilen Cobb'u Jason Segel'e aşırı derecede benzettiğimi de eklemeden geçemeyeceğim. Öyle ki aralarında bir kan bağı aramadığımı söylesem yalan söylemiş olurum.
Yapımını üzerinden 52 sene geçen filmdeki jüri üyelerine hayat veren aktörlerden gün itibariyle yalnızca biri hayatta. O da 5 numaralı jüriyi canlandıran Jack Klugman.
Siyah beyaz filmlere burun kıvıran çok bu zamanda. Hele bir de çıkıp siyah beyaz bir filmin baştan sona tek bir mekanda geçtiğini ve derin diyaloglarla örülü olduğunu söylesem, Esra Erol izlemeyi buna tercih edebilir günümüz gençliği. Fakat burada bile önyargımız ön plana çıkıyor işte. Ve ilacımız tam da bu film. Doğru veya yanlış, kararın ne olduğundan çok adil yargılama üzerine bir film 12 Angry Men. Amerikan yargı sistemine bir övgü değil, yergi aynı zamanda... Sonu itibariyle tahmin edilebilir bir çizgide seyretse de amacın zaten bu olmadığı kendi belli ediyor. Neticede izleyici 90 dakikanın sonunda kendi kararını kendi veriyor: Çocuk suçlu mu, değil mi? Yoksa önyargılarımızda mı bütün suç?

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 66

Hitler goes to a fortune-teller and asks, "When will I die?" And the fortune-teller replies, "On a Jewish holiday." Hitler then asks, "How do you know that?" And she replies, "Any day you die will be a Jewish holiday." (Jakob the Liar - Robin Williams)

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Şarabın Bol Olsun

"Sen çaldıkça Teodorakis
bir mor yağıyor üstüme…
Dudaklarım öpüşmekten mosmor…
Bir putum sanki ilahilerle
denize fırlatılmış
Ve bir deniz yağıyor üstüme
Bakma sen sevgili Teodorakis
açgözlü güvercinlerin didiştiklerine!
Avluların o en çakırkeyiflisine
mısır daneleri gibi serpilmişler ama
mısır danesi değil ki bu adalar
ne de biz güverciniz…

Sekerek o güneş güzeli çakılların üzerinden
çıplak ayaklarımızın su sesleriyle
birbirimize
ve kendimize
bilakis
sen çaldıkça Teodorakis
bir mor yağıyor üstüme"