31 Mayıs 2009 Pazar

Supernatural

Yaklaşık üç haftalık bir maratonda tam dört sezon izledim. Bu süre zarfında ne filmlere vakit ayırabildim ne de kitap okumaya... Her zaman olduğu gibi bir arkadaş tavsiyesi ile ilk bölümü izlediğimde "Ne ulan bu" demişliğim de yok değil. Kabul ediyorum ilk 7-8 bölüm sonunda bırakmayı bile düşünmüştüm Supernatural'ı. Fakat sabreden derviş olmayı yeğledim ve hayal kırıklığı yaşamadım. Peki konu ne Supernatural'da, bilen biliyor da ben yine de kendimce girişeyim bakalım açıklamaya...
Dizinin iki ana karakteri Dean ve Sam Winchester kardeşler. Bu ikilinin John Winchester adında bir de babaları var. Tabii bir de anneleri var; Mary Winchester. (Böyle bir anlatı yok!) Neyse... Dean 5-6 yaşında, Sam ise henüz kundaktayken bir gece olan olur; Mary Winchester oğlu Sam'in odasından sesler duyar. Yatağından kalkıp odaya gittiğinde Sam'in beşiğinin başında gördüğü şeytan tarafından katledilir. John Winchester çocuklarını kurtarır ama eşinin kaybını bir türlü kabullenemez. O günden sonra eşinin intikamını almak için doğaüstü varlıkları avlamayı kendine bir görev edinir. Yıllar geçer çocuklar büyür. Dean babasıyla beraber "avcılık" işine devam etmeyi seçerken, Sam hukuk okumak için üniversiteye gider. Sam'in ağabeyi ve babası ile yolları ayrılır. Birkaç sene sonra Dean çatkapı Sam'in evine gelir. Babaları son avından geriye dönememiştir ve telefonlarına da cevap vermemektedir. İki kardeş babalarının peşinde yola çıkarlar. Önlerinde uzun bir macera vardır.
Bu son derece kötü anlatının ardından belirtmeliyim ki Supernatural'ı takip etmek için sahip olmanız gereken sebep senaryodan çok sürükleyicilik olmalı. Ha buradan senaryonun kötü olduğu anlamını çıkarmayın, değil çünkü. Takip ettiğimiz pek çok dizide canımızı en çok sıkan şey her yeni sezon ile birlikte dizinin kalitesindeki düşüştür. İnanması belki güç ama bu durum Supernatural'da aksi yönde işliyor. Takip eden her sezon bir öncekinden de kaliteli oluyor. Bunda dizinin her bölümünün kendi içinde ayrı bir konuyu ele alması ve dizinin ana temayı yavaş yavaş ele almasının payı son derece büyük. Özellikle üçüncü sezonun son bölümleri ile yayınlanan son sezon olan dördüncü sezonun vermiş olduğu haz bir başka.
Dizideki karakterlere hayat veren isimlerin başında ise Jared Padalecki ve Jenson Ackles geliyor. Padalecki, Sam Winchester karakterine hayat verirken; Ackles da televizyon tarihinin en baba karakterlerinden biri olan Dean Winchester'i canlandırmıştır. Kendisi alaycı, fedakar, kardeşi için her şeyi yapabilen, hiçbir şeye karşı korku beslemeyen, eğlenceli bir karakterin altından başarı ile kalkıyor. Dizideki en büyük zevklerimden birisi bu adamı izliyor olmaktır, belirteyim.
Güzel dizi Supernatural, hatta epey güzel ve sürükleyici. Hayalet hikayelerinden, şehir efsanelerinden, perili köşklerden, Kanlı Mary'den, gecenin bir yarısı canlanan korkuluklardan, hayalet gemilerden dinlemek hoşunuza gidiyorsa, eeee, ne bekliyorsunuz daha?

Dinlenmesi Gerekenler (47) - Nereye Gidiyorsun



Çocuk...
Sil yüzünden tüm yalanlarını bu şehrin.
Topla kalbini cadde cadde, sokak sokak...
Kazı ayak izlerini birer birer gri kaldırımlarından...
Bakma yüzlerine hiç...
Görme onları...
Çocuk bu kez ağlama...
Bu kez git.

Gölgeni, ismini sil yavaş yavaş...
Giderken bu kentten tükür yüzüne yalnızlığının...
Kalbini, kendini sök yavaş yavaş...
Giderken bu kentten sakın ağlama sus...

Unut!
Ne yaptı sana!
Unut!
Ne söyledi!
Unut!
Ne varsa vazgeçtiğin...

Yüzünde korkularla...
İçinde çığlıklarla...
Kalbinde simsiyahlar…
Nereye gidiyorsun?

Hep bu şarkılarla...
Kıymetsiz dualarla...
Utanmaz bir yağmurla…
Nereye gidiyorsun?

Yolları, duvarları geç yavaş yavaş...
Giderken bu kentten bir piç gibi bırak yalnızlığını...
Ve o siyah saçlarını kes yavaş yavaş...
Giderken, terk ederken savur yüzüne yalnızlığının...

Ve unut ne yaptı sana!
Unut neler anlattı!
Unut ne varsa vazgeçtiğin!

Yüzünde korkularla...
İçinde çığlıklarla...
Kalbinde simsiyahlar…
Nereye gidiyorsun?

Hep bu şarkılarla...
Kıymetsiz dualarla...
Utanmaz bir yağmurla…
Nereye gidiyorsun?

Yüzünde korkularla...
İçinde çığlıklarla...
Kalbinde simsiyahlar…
Nereye gidiyorsun?

Bu sahte baharlarla,
Kıymetsiz dualarla...
Utanmaz bir yağmurla…
Yine mi gidiyorsun?

Çocuk...
Her vedanın ardında bir bekleyeni vardır kimsenin bilmediği...
Ve her gözyaşının altında bir dua kimsenin duymadığı...
Çevir gökyüzüne başını...
Bakma arkana!
Daha sert basa basa, daha güçlü
anlat bu kara şehrin yollarına ak adımlarınla!
Gitmek yenilmek değil kazanmak da!
Gitmek gitmektir işte...
Hepsi bu.

Cem ADRIAN

30 Mayıs 2009 Cumartesi

İroni

İki sezon önce ligde hiçbir iddiası bulunmayan Gençlerbirliği deplasmanda Antalyaspor'u 3-1 mağlup ederek Antalyaspor'un küme düşmesine sebep olmuştu. İki sezon sonra bugün küme düşmemek için çırpınan Gençlerbirliği kendi evinde Kayserispor'a 4-0 mağlup olmasına karşın Antalyaspor'un Ankaragücü'nü 1-0 mağlup etmesiyle ligde kaldı. Futbol garip oyun vesselam.

NOT: Yandaki resim ile birlikte blogda seviye de iyice düştü. Bu gecenin hatrına diyelim artık... Şerefe!

28 Mayıs 2009 Perşembe

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #76

  • İstanbul Kadıköy Bahariye’de bulunan ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi olarak hizmet veren tarihi bina bundan böyle Nazım Hikmet Akademisi olarak faaliyet gösterecekmiş. Müzik, edebiyat, sinema ve sosyal bilimler alanında eğitim verecek isimler arasında Erkan Oğur, Tahsin Yücel ve Yeşim Ustaoğlu gibi isimler yer alacakmış. Alâ alâ…
  • Bir Cannes Film Festivali daha sona erdi. Ken Loach’ın “Looking for Eric” ve Lars von Trier’in “Antichrist”i şiddetle tavsiye edilir. Bu cümledeki şiddet kelimesi elbette ki mecazdı.
  • Penguen’in geçen haftaki kapağı harikulade değil miydi?
  • Eskişehir Milli Eğitim Müdürü İbrahim Ceylan çocukların okul çantalarında Spider Man, Batman, Superman, Spongebob ve daha birçok süper kahramanın yer almasına fena halde içerlemiş ve şu tarihi açıklamayı yapmış: “Okul çantalarında, kalem kutularında, formalarda yabancı karakterler yerine milli kahramanlarımız kullanılmalı.” Ben Tayyip Erdoğan’ı görmek istiyorum okul çantalarımızda. Milli kahramansa milli kahraman, Davos Fatihi’yse Davos Fatihi… Var mı daha ötesi!
  • En öfkeli halk İngilizlermiş. Biliyordum bende İngiliz kanı olduğunu.
  • Forhot Güzel sizce de Türkiye’nin uzun zamandır beklediği yeni Ajdar olamaz mı?
  • Pişen çorbanın içine bir tutam tuz atıp da “Çorbada tuzum olsun” demek bitmesin mi yani?
  • Hayatta en nefret ettiğim bir şey varsa o da güzel kulübüm Galatasaray’ın adının “Gağassaray” olarak telaffuz edilmesidir. Bu kadar mı zor bunu söylemek! Hele hele Mehmet Ali Birand… Yatacak yeri yok.
  • İstiridye Çocuğun Hüzünlü Ölümü ve Diğer Öyküler… Tim Burton yakında filme de çeker bunu.
  • Seyit Ali Aral’ın ne kadar iğrenç bir ağız tadı var öyle.

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Strippoker

Emel Keleşoğlu'nun yönetmenliğini üstlendiği bir kısa film Strippoker. Filmin adına kanıp da bol erotizm bekleyenler yanılmasın, baştan söyleyeyim. Oradaki duyguya, verilmek istenen mesaja doğru buyur edelim sizleri. Günümüz Türkiye'si çok güzel ifade ediliyor çünkü.

22 Mayıs 2009 Cuma

90'lı Yıllar #8

1995 yılında baba parasının neler yapabileceğinin bir kanıtı olarak belirdi piyasada Emre, tam adıyla Emre Matraş. Soyismi kendisine bir acayip gelmiş olmalı ki sadece adıyla beliriyordu ekranlarımızda. Türkiye'ye reggae müziği getirdiğini iddia eden, fakat 90'lı yıllar Türk müziğine ve kliplerine herhangi bir yenilik getirememiş olduğu her halinden belli olan bu adam az sonra dinleyeceğiniz ve tabii ki izleyeceğiniz Haydi Çal ile ünlenmiş - her ne kadar parça bir halta benzemse de - Feryadım Göklere ile Türk pop müziği tarihinde küçük de olsa bir iz bırakmayı başarmıştı. Kendisi silinip gitti tabii pek çokları gibi. Serdar Ortaç ve Mustafa Sandal ile beraber piyasaya adımını atmış, arkasına baba parası gibi büyük bir gücü almış fakat yine de tutunamamıştı. Gönül isterdi ki Serdar ve Mustafa'yı da peşi sıra sürükleseydi.
Çakma Johnny Depp ağabeyimiz Emre Matraş şimdilerde bir hayli kilolu olmakla birlikte Matraş Deri Mağazalar Zinciri'nin de sahibi. Bu gereksiz bilgiden sonra anlıyoruz ki yazının bitme vakti gelmiş.

19 Mayıs 2009 Salı

Jensen Ackles

Supernatural'ı hiçbir şey için değilse bile bu adam için izleyin. Uzun zamandır blogu boşlamamın yegane nedenidir Supernatural. Yakında hakkında döktüreceğim zaten. Şimdi sözü Jensen Ackles'e bırakıyorum :) Süper lan bu adam!

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #75

  • Bulunduğumuz coğrafyanın Eurovision için ne kadar yetersiz olduğunu cumartesi gecesi çok daha iyi anladım. Batımıza baksak deniz, güneyimize baksak deniz, kuzeyimize baksak deniz... Doğumuza hiç girmesek daha iyi! Bu yarışmada biz kaybetmeyeceğiz de kim kaybedecek Allah aşkına?
  • Prison Break final bölümünü yayınladı ve ekranlara veda etti. 4 senedir büyük bir heyecanla takip ediyordum. İlk üç sezonu izlerken yerimde duramıyordum. Evet, son sezonda biraz ivme kaybetmişti fakat bu izlemeyi bırakmak için bir bahane değildi. Son 10 dakikası ise hüznün dibine vurmuş adamlar. Belki sonra daha ayrıntılı konuşuruz. Aslında konuştum da: Tam da bu linkte!
  • Bir de Lost vardı tabii. Beşinci sezonun son 6 bölümünü izlememiştim. Bunu da finalin heyecanını üçe katlamak için bilinçli bir şekilde yapmıştım. Perşembe akşamı yaptım bunu. 4 saat Lost izledim. Ocak'a kadar nasıl beklerim be blog!
  • Artık üniversiteye girmek için ÖSS kabusuyla uğraşmak zorunluluğu kalktı. Pendik Anadolu İmam Hatip Lisesi, "Ezbere Hadis Okuma Yarışması" düzenlemiş, katılanlar lisenin kucağına yatmış, lise bir masal anlatmış ve yarışma birincisi üniversitede burslu okuma hakkı elde etmiş. Hayda rinna rinna rinna rinanay!
  • Norveç'in Fairytale'si güzeldi, gerçekten! Fakat bizim Hadise'miz de fena değildi şimdi, yalan yok! Norveç bu denli açık ara kazanmayı hak etmedi yine de... Girişteki kemana ise denecek söz yok tabii. Her ne kadar İzlanda ve Azerbaycan arasında gidip gelsem de, ben oyumu Azerbaycan'dan yana kullandım. Öyle yani...
  • Balık tutmaya giderseniz hani, attığınız oltaya dikkat edin. Artık oltalara balık yerine el bombası yakalanıyormuş...
  • Daha önce bu blogda defalarca değinmiştim Sunay Akın'ın İstanbul Oyuncak Müzesi'ne... Sunay Akın düşünmüş ve hatta taşınmış, sonra da bu oyuncakların sadece İstanbul'da ikamet eden vatandaşlara açık olmamasına gönlü razı olmamış. Evet evet, Sunay Akın oyuncakları ile Anadolu turuna çıkıyor. Kendisi 14-22 Mayıs'da Denizli'de, 23-31 Mayıs'da İzmir Bornova'da, 1-11 Haziran'da Aydın'da, 13-21 Haziran'da Ankara'da, 23 Haziran-5 Temmuz'da Mersin'de ve 7-19 Temmuz'da Trabzon'da oyuncak müzesinin şaheserleri ile birlikte bulunacak. İstanbul Oyuncak Müzesi'ni daha önce burada anlatmıştım.
  • Ay kiz yo!

12 Mayıs 2009 Salı

Pis Sinek

Issız Adam'ın bir hayli ses getiren final sahnesinde birkaç saniyeliğine gözümüze çalınan bir plak vardı. Hatırladınız değil mi Arda Kardeş'in Masalları'nı? Saçma bir mantık olacak ama kardeşimin de adının Arda olması sebebiyle düştüm yollara. Araştırdım ben bu Arda Kardeş'i... Evet yahu, varmış böyle bir şey. 70'li yıllarda baba torpili ile 4 yaşındaki bir velet plak çıkarmış. Ne şarkılar söylemiş neler, ne masallar eskitmiş neler ki sormayın gitsin. Yahu, varmış böyle bir Arda Kardeş! Bak hâlâ şaşırıyorum. Epey de ses getirmiş zamanında. Artık elini eteğini çekmiş piyasadan bu kardeşimiz. İyi ki de öyle yapmış. Kariyerini zirvedeyken noktalama ihtimali daha yüksek tabii... Neyse ne yahu! Düşünüyorum da Arda Kardeş'i siz de benim gibi ilk defa duymuş olabilirsiniz, işte bu yüzden kendisiyle tanışmanıza onun dillere destan bir parçasıyla sizleri baş başa bırakarak vesile olacağım. Ve şimdi, Hadise'yi final vizesi için sahne alacağı Moskova'da tek başına bırakıp, tüm dikkatleri Arda Kardeş'e veriyoruz. Kendisi yarışmaya 1970'li yılların Türkiye'sinden katılıyor... Şarkısının adı Pis Sinek! Ne o, beğenemediniz mi?


11 Mayıs 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #74

  • Gün itibarı ile okul hayatımın son haftasına giriyorum. Okul hayatımın son sınavından sonra da haber ederim herhal!
  • Beşiktaş tribünü gerçekten edilen tüm övgüleri hak ediyormuş. İnsan kendisi yaşayınca o atmosferi kendi tribününün acizliğini daha da iyi anlıyor. Hele hele maçlardan önce hep bir ağızdan haykırdıkları Sen Benim Her Gece Efkarım besteleri var ki, of of... Bu ülkede beste yazma kabiliyetine sahip iki taraftar grubu var kanımca. Biri Göztepe-Yalı, öteki de Beşiktaş-Çarşı. Vay anasını sayın seyirciler.
  • Okulda düzenlenen futbol turnuvasına Atatürkçü Düşünce Kulübü'nün Ergenekon ismiyle katılması...
  • Bir de 19 Mayıs'da İnönü Stadı'nda Galatasaray-Fenerbahçe dostluk maçı oynanacakmış. Bu saçmalığa ne dersiniz?
  • İstiklâl Caddesi'nde Beyoğlu Belediyesi'nin hemen yanında Dilek Pastanesi var. Oranın tiramisusunu tatmayanı dövüyorlarmış. Ben bilmem artık.
  • Ferhat Göçer neden her şarkıyı, tarzı olmasa bile, söyleyebileceğini sanıyor ki. Hele MFÖ'nün şarkılarını piç etmek, evet piç etmek, neyin nesidir? Ayıptır, günahtır.

7 Mayıs 2009 Perşembe

The Hunt For Gollum

2003 Aralık ayında Return of the King'i izledikten sonra büyük bir boşluğa düşmüştüm. Evet buna ilk defa değinmiyorum ve belki de anlata anlata gına getirdim. Olabilir. Söz konusu LOTR ise gerisi teferruattır, falan filan...
Neyse... Geçtiğimiz yıl müjdeli haberi almıştık. The Lord of the Rings üçlemesinin ardından hikayenin öncesinin konu alındığı The Hobbit'in de beyaz perdeye uyarlanacağının müjdesini vermişti Peter Jackson ve Guillermo Del Toro. Heyecanımın haddi hesabı yoktu tabii ama 2012'ye gelene dek de yığınla gün vardı önümde. Kitabı tekrar tekrar okumak ya da üçlemeyi artık bilmemkaçıncı kez izlemek bir yana da, yeni bir şeyler görmek içindi tüm sabırsızlığım. Nihayet birkaç ay evvel ben ve benim gibilerin sesini duyan bir amatör ekip çıktı. 3000 Dolarlık bütçeleri ile 40 dakikalık bir kısa film çekeceklerini, 3 Mayıs 2009 tarihinde de Dailymotion üzerinden filmin gösterimini yapacaklarını açıklamışlardı. The Hunt for Gollum isimli filmin hikâyesi The Hobbit'ten sonrasını ve The Lord of the Rings'ten öncesini ele alıyordu. Tek Yüzük'ün Shirelı Bilbo Baggins tarafından ele geçirilmesinin ardından Yolgezer'in Gollum'un peşine düşüşünü 40 dakikaya sığdırmayı başarmış bir yapım bu. Orta Dünya'nın kaderini henüz yolunda başında tayin etme görevi Gandalf tarafından Aragorn'a verilmiştir. Bundan sonra Aragorn'u Gollum'u tayflardan önce bulmak için yollara düşmüş halde görürüz.
Evet, amatör bir grup tarafından çekildi The Hunt for Gollum. Zaten filmin aylar evvel yayınlanan fragmanlarında da bu belirtilmişti. "A film made by fans for fans" sözünden bunu anlamak mümkündü. Filmi izledikten sonra söyleyebiliyorum ki çok kaliteli bir iş çıkarmış abiler. Elceğizleri dert görmesin. Kanımca Tolkien'in dünyasındaki karanlık atmosferi Jackson'dan bile iyi yansıtmışlar. Bunu isteyerek mi yaptılar bilemiyorum ama amatör bir yapım olmasının bundaki payı son derece büyük diye düşünüyorum. Zira eldeki son derece düşük bütçeyi nereye harcayacağını şaşırır insan. Makyajlar, efektler, karakterlerin dünyası... Yapılan iş saygıyı hak ediyor, kesinlikle. The Hobbit'i heyecanla bekleyen bünyelerin de ağzına bir kaşık bal sürmeden edemiyor bu yapım.
Filmi izlemek isteyenleri şöyle alalım o halde:

http://thehuntforgollum.s3.amazonaws.com/index.html

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Pazartesi Notları #73

  • Birkaç gün önce sokağın tekine girdim, yürüyorum. Dört beş tane velet toplanmışlar, oynayacakları oyuna karar vermeye çalışıyorlar. Bir tanesi demesin mi "Soru soralım, bilemeyene girişelim" diye... Girişmek çocuk dilinde kavga etmek, dövüşmek anlamına geliyor. Bilmeyen için not düşelim.
  • Cumartesi akşamı Real Madrid'in Barcelona'yı konuk ettiği maçta Barcelona'nın oynadığı şey futbol mudur? O futbolsa bizdeki nedir?
  • Bu arada, "Mes que un club"...
  • Evet, bir Barcelona taraftarıyım.
  • Nasıl da yenip, şişirip, dolma yapıp, pişirdik?
  • Prison Break'ın yayınlanan son bölümü ile diziden uzun zaman sonra zevk aldım. Evet, işler sarpa sardı, tutarsızlıklar ve saçmalıklar diz boyu ama son bölümdeki şok da bir hayli iyiydi doğrusu. Kim bilir, belki de dizinin noktalanmasına birkaç bölüm kala duygusallaşmışımdır.
  • Supernatural'a başladım. Sanırım başlamam ile noktalamam bir olacak. Pek bir esprisi yok gibi. Ghost Whisperer izlerim daha iyi...
  • O değil de, Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımımız (Bkz; Galatasaray) üst üste ikinci defa Avrupa Şampiyonlar Ligi şampiyonu oldu. Bu uluslar arası arenada topladığımız kaçıncı kupa?
  • FM 2009'da Galatasaray ile dört sene üst üste şampiyonluk ve bir Şampiyonlar Ligi şampiyonluğundan sonra misyonumu tamamladığımı düşünüyordum ki Barcelona'dan teklif geldi. Ulan, hayallerim gerçek mi oldu ne!
  • Çok spor dolu bu pazartesi sanki?
  • Bizim okulun sözlüğü açılmış; Sözlük Yeditepe. Seri eksi oy vereni şutluyorlar. Garip ki ne garip... Bir de bilgi yuvası demeye bin şahit ister!
  • Heroes de sezonu iyi noktaladı ha! Üç yıldır takip ediyorum, ilk defa bu kadar haz aldım. Tutarsızlıklar oluyor tabii ama Lost'da bile yok mu ki?
  • Alpay Erdem'in "Çocuğunu Dürbünle İzleyen Adam"ı yeniden çizmeye başlaması için kampanya başlatsak fena mı olur?
  • Devrim Arabaları yeniden girdi vizyona. Görmeyen için son fırsat bu, haber ola!
  • Birkaç sene evvel Kanal D'de yayınlanan Sağır Oda isimli bir dizi vardı. Bazen gariplikler dolardı bu diziye. Bir bölümünde kasa şifresi olarak "4, 8, 15, 16, 23 ve 42" rakamlarını kullanıp, aynı zamanda Lost izleyenleri dumur ettikleri gibi bir başka bölümde yakalanan bir ajana işkence için Ajdar'ın Çikita Muz adlı şarkısı dinletilmişti. Ne güzel İstanbul be!
  • Vedat Özdemiroğlu da çok yüce bir insan. Erdil Yaşaroğlu gibi...

27 Nisan 2009 Pazartesi

90'lı Yıllar #7

1995 senesinin ikinci yarısına girildiğinde Amerika Birleşik Devletleri'nden iki Türk kardeş geldi Türkiye'ye... Birinin adı İsmail idi, ötekisi ise Ali. Bir müzik grubu kurdular, adını da Cemali koydular. Geldikleri yerin de etkisiyle dönemin Türk pop müziğinin birkaç kademe üstünde müzik yaptılar. Başımızı çevirip baktığımızda, o yıllar içinde ayakta kalmayı başarabilmiş nadir isimlerden biriydi Cemali. Sonra bu topraklarda hüzünlü ve hoş bir tat bırakıp ABD'ye geri döndüler. Belki de iyi yaptılar. O dönemin müzik girdabında yok olup gitmeyi değil, uzun yıllar boyunca insanların aklında yer etmeyi seçtiler. Az ama öz eser verdiler. Hele bir Duymak İstiyorum vardı ki anlatmaya yürek dayanmaz. Pek çoklarının içine yaşanmışlıklarını kattığı, kendilerinden bir şeyler bulduğu, sayesinde göz pınarlarını kuruttuğu bir şarkıydı Duymak İstiyorum. 90'lı yıllardan kalma en baba şarkıların başında gelir, kendisini yıllar sonra bugün, hâlâ, tekrar tekrar dinletir. Bugüne kadar eskimedi, bundan sonra da eskimeyecek...

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 61

"I'm sorry, but I don't want to be an emperor. That's not my business. I don't want to rule or conquer anyone. I should like to help everyone if possible; Jew, Gentile, black man, white. We all want to help one another. Human beings are like that. We want to live by each other's happiness, not by each other's misery. We don't want to hate and despise one another. In this world there is room for everyone, and the good earth is rich and can provide for everyone. The way of life can be free and beautiful, but we have lost the way. Greed has poisoned men's souls, has barricaded the world with hate, has goose-stepped us into misery and bloodshed. We have developed speed, but we have shut ourselves in. Machinery that gives abundance has left us in want. Our knowledge as made us cynical; our cleverness, hard and unkind. We think too much and feel too little. More than machinery, we need humanity. More than cleverness, we need kindness and gentleness. Without these qualities, life will be violent and all will be lost. The airplane and the radio have brought us closer together. The very nature of these inventions cries out for the goodness in men; cries out for universal brotherhood; for the unity of us all. Even now my voice is reaching millions throughout the world, millions of despairing men, women, and little children, victims of a system that makes men torture and imprison innocent people. To those who can hear me, I say, do not despair. The misery that is now upon us is but the passing of greed, the bitterness of men who fear the way of human progress. The hate of men will pass, and dictators die, and the power they took from the people will return to the people. And so long as men die, liberty will never perish. Soldiers! Don't give yourselves to brutes, men who despise you, enslave you; who regiment your lives, tell you what to do, what to think and what to feel! Who drill you, diet you, treat you like cattle, use you as cannon fodder. Don't give yourselves to these unnatural men - machine men with machine minds and machine hearts! You are not machines, you are not cattle, you are men! You have the love of humanity in your hearts! You don't hate! Only the unloved hate; the unloved and the unnatural. Soldiers! Don't fight for slavery! Fight for liberty! In the seventeenth chapter of St. Luke, it is written that the kingdom of God is within man, not one man nor a group of men, but in all men! In you! You, the people, have the power, the power to create machines, the power to create happiness! You, the people, have the power to make this life free and beautiful, to make this life a wonderful adventure. Then in the name of democracy, let us use that power. Let us all unite. Let us fight for a new world, a decent world that will give men a chance to work, that will give youth a future and old age a security. By the promise of these things, brutes have risen to power. But they lie! They do not fulfill that promise. They never will! Dictators free themselves but they enslave the people. Now let us fight to fulfill that promise. Let us fight to free the world! To do away with national barriers! To do away with greed, with hate and intolerance! Let us fight for a world of reason, a world where science and progress will lead to all men's happiness. Soldiers, in the name of democracy, let us all unite! Hannah, can you hear me? Wherever you are, look up Hannah! The clouds are lifting! The sun is breaking through! We are coming out of the darkness into the light! We are coming into a new world; a kindlier world, where men will rise above their hate, their greed, and brutality. Look up, Hannah! The soul of man has been given wings and at last he is beginning to fly. He is flying into the rainbow! Into the light of hope, into the future! The glorious future, that belongs to you, to me and to all of us. Look up, Hannah. Look up!"
(The Great Dictator - Charles Chaplin)

Pazartesi Notları #72

  • Last.fm radyo özelliğini kaldırmış. Kaldırmış derken tam olarak değil aslında. Paralı yapmış! Parasını ödediğiniz takdirde paşa paşa Last.fm radyosunu dinlemeye devam edebileceksiniz. Bu muydu Sosyal Müzik Devrimi denilen şey! Ey Last.fm, sorarım sana, biz seni kapitalizme yenik düş diye mi sevdik? Şimdi ben radyosu olmadan ne yapacağım Last.fm’i?
  • Mine Çağlıyan ismi tanıdık geliyor mu? “Hayır” mı? Öyleyse sizi şu Facebook profiline bi’ alalım. Hâlâ mı tanıyamadınız? Ajlan & Mine desem, yine mi bir faydası olmaz? Eh, olur artık herhalde. Neyse… Ajlan & Mine dağıldıktan sonra, Ajlan’ı trafik kazasına kurban vermiştik. Mine ise piyasadan elini eteğini çekmişti. Aradan geçen yaklaşık 10 senelik dilimin ardından kendisi yeni albümüyle adından bir kez daha söz ettirmek üzere geri döndü. Tutar ya da tutmaz, orası beni ilgilendirmiyor açıkçası. Fakat Mine’yi yeniden görmek sebepsiz mutlu etti beni. Alın bakın, bu da internet sayfası: http://www.mineonline.net/... Hiç değişmemiş bu hatun yahu! Aşk Olsun’dan sonra geldiği noktayı da takdir etmek gerek.
  • Hiç çay bardağında kola içtiniz mi? Böyle en ince belli olanından... Küçükken bu şekilde içerdim ben kolayı da...
  • Peki çayı limonlu içer misiniz? Çok hoş oluyor yahu!
  • Bakın iddia ediyorum... Gün gelecek insanlar Kültür Sepeti'ni Lost'u takip eder gibi takip edecekler. Yani, şöyle diyecekler: "Of ya, biraz biriktireyim de okuyayım şu blogu. Bir solukta okuyup bitince beklemesi çok koyuyor adama..."
  • Şampiyonlar Ligi yine başka bahara kaldı anlaşılan. Europe League'yi bari kaçırmasak...
  • Sizi bilmem ama ben Olacak O Kadar'ı çok özledim.

26 Nisan 2009 Pazar

Eğer

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması
mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.

Dayanılması o kadar da zor değildir,
büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

Belirsizliğe yelken açardı iri elâ gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde "Onca ayrılığın birinci dereceden failidir" denmeseydi eğer.

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...

Evet sevgili,
kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!

Can YÜCEL

Public Enemies (Fragman)

Michael Mann'ın yönetmenliğini yaptığı film temmuz ayında gösterime girecek. Johnny Depp, Christian Bale ve Marion Cotillard başrollerde...

Creativity (28)

Flatliners

İnsanoğlunun en büyük arayışı hiç kuşkusuz yaşamdır. Yaşamın kaynağına ulaşmak için çıkılan tüm yollar şu ana dek çıkmaz sokaklarda tıkandı kaldı. Belki o kaynağı bulabilsek, en büyük gizem olan ölümün ardındaki sır perdesini de bir şekilde aralayabileceğiz. Adını duyunca bile tüylerimiz ürperiyor ama öncesini bilemediğimiz gibi sonrasını da bilemiyoruz elbette. Her sonun bir başlangıç olduğuna dair inancımızı koruyoruz fakat tek bir konuda istisnai davranıveriyoruz işte. Kendimize konduramıyoruz ölümü. Korkulan akciğerlerin bir daha dolup boşalmayacak oluşuna değil, bilinmezliğe aslında. Son nefesten sonrası hakkında en ufak bir ipucumuz olsa, belki de durup selam çakacağız yaşamımızın son düzlüğünde. Tarih boyunca filozoflar bir yandan, din adamları öte yandan ahkam kestiler bu konu üzerinde, fakat hiçbir mukabata varamadıkları gibi mantıklı bir tahmin de yürütemediler. Demem o ki, ne felsefe ne de din mantıklı bir açıklama yapabildi. Kesinliği tartışmaya dahi açılmayan tek alana, bilime, söz hakkı vermek neden kimsenin aklına gelmemiştir ki? Belki de pek çok soruda olduğu gibi, ölüm ve sonrası için de başvurulacak kaynak bilim olmalıdır, kim bilir!
Nelson, Rachel, David, Joe ve Randy birer tıp öğrencisidirler, fakat onları meslektaşlarından ayıran bir özellikleri vardır. Kimsenin aklına gelmeyen, aklına gelenlerin ise cesaret sınırını aşamadıkları bir şeyin peşindedir onlar: Ölüm! Meslekleri gereği ölümle burun buruna gelen pek çok hastadan dinledikleri karşısında bir hayli etkilenen beş arkadaş, her gece bir süreliğine birbirlerini öldürmeye karar verirler. Gözden ırak köşelerde, hastane ekipmanlarının da yardımıyla birbirlerinin kalplerini bir süreliğine durdurup, öte dünya hakkında bilgi sahibi olmaya çalışırlar. Ortaya hayatlarını koyduklarının farkında olmalarına karşın, bu işin büyüsüne kapılmışlardır bir kere. Başlangıçta her şey yolunda giderken, bir süre sonra öte tarafın tadını alıp yeniden geri dönenlerde birtakım gariplikler gözlenmeye başlar. Ne de olsa bu tip filmlerin olmazsa olmazıdır, ters giden şeyler yoluna konmalıdır.
The Lost Boys, Batman Forever, A Time to Kill, Batman & Robin ve Phone Booth gibi birçok kült filme imzasını atan Joel Schumacher'in 1990 yılında çekmiş olduğu ve ülkemizde Çizgi Ötesi adıyla gösterime giren Flatliners'da ölüm ve sonrasının peşine düşen bir grup gencin hikâyesine tanık oluyoruz. Her gece kalplerini birkaç dakikalığına durduran ve tıbbi yöntemlerle hayata geri dönen tıp öğrencilerinin geçmişte işledikleri günahlarıyla olan hesaplaşmaları filmin temasını oluşturuyor.
Kasta şöyle bir göz gezdirdiğimizde birçok ünlü oyuncuyu görüyoruz. Öyle ki bu isimlerin gizli saklı rol aldıkları birkaç filmlerinden biridir Flatliners. Bir kere, her yönetmenin olduğu gibi Schumacher'in de değişmez bir oyuncusu var. Bu isim Kiefer Sutherland. Türk izleyicisi kendisini en çok 24'teki Jack Bauer rolünden tanıyor. Jack Bauer rolüyle sadist kişiliğine alıştımız Sutherland, bu filmde son derece sosyopat bir karaktere bürünmekte. Çekimler sırasında henüz 23 yaşında olduğunun da altını çizelim.
Sutherland'ın dışında en çok dikkat çeken isim Julia Roberts. Daha çok romantik komedilerde görmeye alışık olduğumuz oyuncunun bir bilimkurgu filminde adeta yitip gittiğini görüyoruz.
Görünce saygı duyduğumuz bir diğer isim ise Kevin Bacon, nam-ı diğer Hollow Man. Pek çok filmde boy gösteren Bacon, benim aklıma nedense hep Sleepers ile geliyor. Çocuk yaşta Cine 5'te izleme fırsatı bulduğum bu filmin etkisinden uzun süre çıkamadığımı hatırlıyorum. Apollo 13'ü de es geçmemek lazım elbette ki...
Flatliners bir başyapıt değil elbette, fakat baştan sona bir sonraki sahneyi merak içinde izleten bir film. Özellikle kaliteli oyuncuların boy göstermesi ve işlediği ilginç senaryo ile izlenmeyi sonuna kadar hak eden bir yapım.