22 Ocak 2008 Salı

Altın Ahududu

Malum Hollywood önümüzdeki ay gerçekleştirilecek olan Oscar ödül törenine hazırlanıyor. Ancak her yıl Akademi Ödülleri'nden önce dağıtılan bir ödül daha var: Razzies. Bir başka deyişle Altın Ahududu olarak bilinen bu ödüllerde ödüller en iyiler yerine en kötülere veriliyor. Başrollerinde Lindsay Lohan'ın oynadığı I Know Who Killed Me isimli yapım en kötü film, en kötü yönetmen ve en kötü kadın oyuncu dahil toplam 9 dalda bu ödüle aday gösterildi. Bu filmi aday olduğu 8 dal ile Eddie Murphy'nin başrol oynadığı Norbit takip ediyor. Diğer adaylar arasında Bratz, Daddy Day Camp ve Captivity gibi filmler de yer alıyor. Ödüller 23 Şubat'ta sahiplerini bulacak ancak büyük ihtimalle sahipleri tarafından kabul edilmeyecektir.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 23

"You're not going to lose me. You've given me a taste for life. I wanna be happy. Sleep in a bed, have roots. And you'll never be alone again, Mathilda. Please, go now, baby, go. Calm down, go now, go." - (Léon The Professional - Jean Reno)

21 Ocak 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #11

  • Kış ortasında bulunduğunuz şehirde kavurucu güneş altında gezinerek bekliyorsanız bir şeylerin vuku bulmasını hoşgeldiniz. Beklemiyorsanız da...
  • Küçükken kelimeleri tersten okumak çok hoşuma giderdi. Kelebek kelimesini "Kebelek" olarak okuduktan sonra sinsi sinsi gülerek bu işe son verdim.
  • Küçükken her çocuk gibi 18'i ulaşılması güç bir yaş sınırı olarak görürdüm. Ulaştığımda ise hiçbir şeydi aslında.
  • Küçükken saatler bir saat ileri alındığında bir gün yirmi beş saat oluyor sanırdım.
  • Küçükken çok küçüktüm ben.
  • Dün Akdeniz'i kıyıdan izledim. Sonra da yüzümü kırbaçlayan melteme inat denize atlamak geldi içimden. Yemedi tabii...
  • Bisiklet kullanmayı çok özlemişim. Kaç zamandır tekerlekleri patlak olan emektar bisikletimi tamir ettirmeye üşendiğim için kullanamıyordum. Okul dönüşü kardeşimin bu işe el attığını gördüm. Akşamları sıkıca giyinip çıkıyorum öylesine. Hatta bir ara kayboldum. Güzeldi ama.
  • Sınavları sona erdirmek uçurumdan aşağı atlayıp da yere çakılmama hissi veriyor. Nedenini bilmiyorum.
  • Uzun bir zaman sonra lise aşkımı yine lise arkadaşlarımdan birinin kolunda görünce ellerim cebimde ağzımda da bal gibi tatlı bir türkü ile yürüdüm geçtim. Böyle bir durum olursa deneyin. İyi geliyor.
  • YouTube'u yine kapatmışlar. Bunun nedeni insanların siteye pornografik videolar eklemesiymiş. Kardeşim sen nefsine hakim olamıyorsan benim suçum ne? Nerede yaşıyoruz Allah aşkına!
  • Kalemtıraşa düzgeç diyen tipler var. Çok sinir oluyorum onlara!
  • Onur Akın'ın Bana Bir Gül Ver parçası ne hoş bir şeydir öyle!
  • Bazı şarkıların coverları orijinalinden güzeldir ya hani Dolapdere Big Gang coverlı Englishman In New York da onlardan biri işte!
  • "Söylemekten en çok haz aldığınız küfür hangisi?" gibi bir anket başlatmayı düşünüyorum. Ne dersiniz?
  • Kutu kola açarken açma halkasının çıkardığı sese bitiyorum ben, öyle böyle değil.
  • Her gece Ajdar denen şahsın bir yerlerde karşıma çıkması için ne kadar dua ediyorum bilemezsiniz.
  • Son zamanlarda deli gibi Komedi Dükkanı izliyorum. Televizyonda gördüğüm şeyler beni pek güldürmez aslında. Bu programı izlerken zaman zaman yerlerde buluyorum kendimi. Hâlâ bihaberseniz bu programdan "Yuh!" diyorum ve sizi cuma geceleri TV8 izlemeye çağırıyorum.
  • Keşke hayatta da joker haklarımız olsa kötü günlerde kullanabileceğimiz.
  • Bazen boşuna kafamızı takıyoruz bazı şeylere. Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?
  • Hani ülkenin gidişatı hakkında kafa patlattığımızda "Aman be memleketi sen mi kurtacaksın" derler ya, merak ediyorum Mustafa Kemal Samsun'a ayak bastığında aynı şeyi ona da söylediler mi? Her şeyi başkalarından bekliyoruz ya hani...
  • Üniversitelerde türban serbest kılındıktan sonraki icraat erkek öğrencilerin okullara fes ile girebilmesine olanak tanımak olursa şaşırmayalım, olur mu!
  • Ölünce kendi arkamızdan üzülemeyecek olmamız bana çok koyuyor.
  • Ali Baba ve Kırk Haramiler'den Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler çıkarılabilir mi?
  • Ben kaçayım artık ufaktan. Beni soran olursa cevap "d" şıkkı, ona göre!

20 Ocak 2008 Pazar

Dar Alanda Kısa Paslaşmalar

"Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir ama aslında toplu oynanan, yani insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur. Hayat da öyle değil mi? İstediğin kadar yenetekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin. Evet, kaybedersin."
Bu söz çok doğrudur. Her ne kadar bayanlar bu cümlelerin anlamını çıkarmakta zorlansalar da biz erkekler için bu böyledir. Hepimiz futboldan çok anlarız. En azından öyle olduğumuzu sanırız. Kendimizi futbol proferörü olarak görürüz. Başka kimse biz kadar iyi bilemez futbolu, dolayısıyla hayatı. Hayat futboldur bizler için. Olmazsa olmazımızdır bizim. O olmazsa biz de olmayız belki de. Futbol demek aile demek. Futbol demek arkadaşlık demek. Futbol demek karşılıksız aşk demek. Futbol demek bilinen tüm tabuları yıkmak demek. Futbol demek nefes alıp vermek demek. Futbol demek bir takıma gönül vermek, onun uğruna savaşmak, tanımadığın binlerce insanla kucaklaşmaktır. En nihayetinde futbol sübjektif olmaktır. Zaten hayat da öyle değil midir? Hayatı objektif olarak yaşayan kaç insan vardır? İlla ki tutulan bir taraf vardır...
1998 yılındayız... Serdar Akar ve Kudret Sabancı bir sinema şirketi kurmaya karar verdiler. Kurdular da... Adı bile önceden belliydi şirketin; Yeni Sinemacılar. Amaçları da çok açıktı aslında. 1970'lerde yaşanan Arzu Film furyasının ardından 1980'lerde büyük düşüş yaşayan ve durumunu 90'larda da pek düzeltemeyen Türk sinemasına farklı bir soluk kazandırmaktı. Kanımca bunu da başardılar. Gemide, Azize, Takva gibi yapımlarla bu görüşümü kanıtladıklarını da düşünüyorum. 2000 yılında yine bu akımın öncülerinden Serdar Akar'ın yönetmenliğinde çekilen Dar Alanda Kısa Paslaşmalar da izleyen Avrupalı ya da Amerikalı sinemasevere "Bu filmi Türkler mi yapmış?" dedirtecek kadar başarılı bir yapım.
Filmde hayallerinin peşinden gidecek yüreğe sahip olanların hikâyesine tanıklık ediyoruz. 1982 yılının Bursa'sındayız. Darbe sonrası Türkiye'de esen değişim rüzgârlarına kendi kaptırmayıp, sürüklenmekten kurtulmak isteyen insanların mücadelesi anlatılıyor bize. Esnafspor Bursa'da mahalli liglerde mücadele eden bir futbol takımıdır. Her sene ligi orta sıralarda tamamlamaya alışmış takımın profesyonellik hayali kuran futbolcuları vardır. Bunun tek yolu da şampiyon olmaktan geçmektedir. Esnafsporlu futbolcuların mahallenin temiz insanlarına bu mutluluğu tattırmak için çıktıkları zaman zaman güldüren, zaman zaman ağlatan yolculukları filmin başlama vuruşu ile birlikte start alır. Yukarıda yazdıklarımdan filmin tamamıyla futbol zemini üzerine oturtulmuş olduğu kanısına varılmasın. Çünkü anlatılmak istenilenler için belirlenen tema futbol olsa da filmi anlamak için kesinlikle futbol bilmeye gerek yoktur.
Filmin oyuncu kadrosunda ise son dönem Türk sinemasının önemli isimlerine rastlamak insanı mutlu ediyor. Bir kere Yeni Sinemacılar'ın vazgeçilmez ismi Erkan Can'ı takımın kalecisi Torba Suat rolünde izliyoruz. Bu ismin dışında kanımca filmin en önemli performansında imzası bulunan ve geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Savaş Dinçel'i mahallenin ağabeyi Hacı rolünde görüyoruz. Diğer oyuncuların isimlerini de şöyle sıralayalım; Müjde Ar, Rafet El Roman ve Uğur Polat gibi isimleri görüyoruz. Tüm bu isimlerin dışında filmde figüran olarak ünlü futbolcular Tanju Çolak, Rıdvan Dilmen, Cüneyt Tanman ve Rıza Çalımbay'ı izlemek mümkün.
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar bir sinema filmi olmaktan çok bir edebiyat eserine benzer. İzleyeni kendine çeker. Daha önce de belirttiğim gibi futbolun farklı bir yönünü yansıtır izleyiciye. Çünkü biliriz ki futbol asla sadece futbol değildir.

18 Ocak 2008 Cuma

Demirbaş

Küçükken deli gibi dinlerdim bu şarkıyı. Ancak tabii yaşım gereği o vakitler hiçbir şey anlamıyordum şarkıdan. Sadece sözlerine gülüyordum aptal aptal. Beni çok eğlendiriyordu. Yıllar geçti aradan... Siyasi tarihimizi bu denli anlatan aynı zamanda mizah kokak böylesine güzel bir şarkı daha yapılamadı...

17 Ocak 2008 Perşembe

Anket Sonucu

Yaklaşık 3 hafta önce blogda başlayan anket birkaç gün önce son buldu. Sonuçları yazmak için zamanı da iş güç arasında ancak bulabildim. Hatırlayacağınız ankette blogda okumaktan en çok zevk aldığınız, en beğendiğiniz bölümü sormuştum. Sonuçlara göre de o kategoriye daha fazla yer vereceğimizi dile getirmiştim. Mamafih önce şıkları yeniden hatırlatmakta fayda görüyorum. Ya da görmüyorum, nasıl olsa yandaki resimde görüyorsunuz. Gerek yok.
Öncelikle anket katılan 23 kişiye, ki kimsenin birden fazla oy kullanmadığını umuyorum, teşekkürlerimi sunuyorum. Katılımcıların %34'ünü oluşturan 8 kişilik bir grup tercihlerinin "Büyük Filmlerden Büyük Replikler" bölümü olduğundan bahsetmişler. Pastanın %30'luk kısmını oluşturan 7 kişi de oylarını "sinema yazıları"ndan yana kullanmışlar. 4 kişinin oluşturduğu %17'lik kısım ise "Tercihimiz Pazartesi Notları'dır" demişler. 2 kişinin oluşturduğu %8'lik kısım ise "Ben rastgele uğradım bu bloga. Gördüğüm kadarıyla da bi' boka benzemiyor" anlamına gelen "None of them" seçeneğini işaretlemişler. Kalan 2 kişiden biri tercihinin "Creativity"den yana kullanırken diğer arkadaş oyunu "Dinlenmesi Gerekenler" için kullanmış.
Bu sonuçlara göre artık Büyük Filmlerden Büyük Replikler bölümüne blogda daha fazla yer vermeye çalışacağım. Sinema yazılarının üzerinde de daha fazla yoğunlaşacağım. You have my word...

EDIT: Efendim resim mefta olmuş, kusura bakmayın!

15 Ocak 2008 Salı

Sweeney Todd Hakkında!

Umurunuzda mı bilmiyorum ama daha önceki postlarımdan birince IMDb yanıltmıştı beni ve bu filmin ülkemizde 25 Ocak'ta vizyona gireceğini yazmıştım. Düzeltiyorum... 15 Şubat'a kadar beklemek zorunda kalacağız...

No Country for Old Men

Ethan ve Joel Coen kardeşler... Dünyada pek çok manyağı vardır bu adamların. Öyle ki sinemadan hiç haz etmeyen ancak sırf bu kardeşlere duyduğu sevgi yüzünden film izleyen bir arkadaşımı dahi bilirim. Bu adamlara hak vermek gerekir. Çünkü klişe de olsa bu kadar insan yanılıyor olamaz. Ancak bende durum çok farklı. Bu iki kardeşten çıkan işleri pek kendi sinema zevkime uydurmayı başaramadım. Şimdiye dek kardeşlere Oscar ödülü getiren Fargo (ki bu film 7 dalda Oscar adayı olup 2'sinin de sahibi olmuştur) ve The Big Lebowski gibi başı çeken yapımların tarafımdan kalburüstü olarak nitelenmiş olduğunu belirtmek isterim. Yalnız çektikleri her filmden sonra "Belki bu kez olmuştur" umudunu taşırım. Sonra bu umut yerini yine hâyâl kırıklığına bırakırdı tabii. Bu kısır döngü No Country for Old Men çekilene kadar sürecekmiş demek ki! Bu filme kadarki tüm umutlarım beyhudeydi ancak bu film bambaşkaydı. Yine de filmi izlemeye koyulmadan önce de ön yargılarım vardı. Çünkü Coen kardeşlerden bir türlü umduğumu bulamamam gibi bir gerçek vardı. Lâkin filmin ilk dakikaları ile birlikte kendimi filmin akışına fena şekilde kaptırmış olduğumu hissettim. Harika oyunculuklar, sağlam bir senaryo ve dozu son derece yerinde ayarlanmış gerilim unsurlarının beni benden aldığını belirtmek isterim.
No Country for Old Men geçtiğimiz yılın yapımları arasında olmasına karşın IMDb gibi seçkin bir sitenin tüm zamanlar Top250 listesinde kendisine ilk 30'da yer bulmayı başarmış. Herkesin listesi kendine tabii ama bu film gerçekten apayrı. Hikâye geçimini avcılıkla sağlayan Llwelyn Moss'un bir av sırasında kaza eseri birkaç ölü bedene rastlaması ile başlar. Ölülerin etrafında bulunan araçların içinde sandıklar dolusu eroin ve içinde 2 Milyon Dolar nakit para olan bir çanta vardır. Paraları almakta tereddüt etmeyen Llwelyn ve ailesi artık hiçbir zaman tahmin edemeyecekleri bir kaçışın tam ortasındadırlar. Üstelik artık paradan vazgeçmeleri de onları kurtaramayacaktır.
No Country for Old Men filminde boy gösteren oyuncular da takdire şayan bir performans sergilemişler. Filmin, bana göre, assolistini en sona saklayacağım. Önceliği Hollywood'un emektar isimlerinden Tommy Lee Jones'a vermek istedi deli gönlüm. Kendisi filmde Şerif Ed Tom Bell karakterine hayat vermiş. Bunun dışında paraları bulan avcı rolünde Josh Brolin'i görüyoruz. Ancak iki oyuncu da bir Javier Bardem etmemiş. Bardem tabiri caizse filmin kötü karakteri olan Anton Chigurh'u canlandırmıştır. Kendisi bu filmdeki oyunculuğu ilem parmak ısırtmış, izleyiciyi bir kötü adama bile hayran bıraktırmayı başarmış, kısacası aşmıştır. Henüz Oscar adayları açıklanmadı ancak Bardem büyük bir aksilik olmazsa bu filmdeki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ödüle aday olacak ve umuyorum ki o heykeli kucaklayacak.
Son dönem Hollywood sinemasının en başarılı yapımlarının tepesinde geliyor No Country for Old Men. Aynı zamanda bana da çağ atlatmayı başarmıştır. Artık Coen kardeşlerin işlerini daha bir heyecanla bekleyeceğim.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 22

"Don’t you know when you see the death, old man?" - (The Lord of the Rings: The Return of the King - Witch King)

Dinlenmesi Gerekenler (16) - Civil War

"What we've got here is failure to
communicate.
Some men you just can't reach...
So, you get what we had here last week,
which is the way he wants it!
Well, he gets it!
N' i don't like it any more than you men."

Look at your young men fighting
Look at your women crying
Look at your young men dying
The way they've always done before

Look at the hate we're breeding
Look at the fear we're feeding
Look at the lives we're leading
The way we've always done before

My hands are tied
The billions shift from side to side
and the wars go on with brainwashed pride
for the love of god and our human rights
and all these things are swept aside
by bloody hands time can't deny
and are washed away by your genocide
and history hides the lies of our civil wars

D'you wear a black armband
when they shot the man
who said "peace could last forever"
and in my first memories
they shot Kennedy
I went numb when I learned to see
So I never fell for Vietnam
we got the wall of D.C. to remind us all
that you can't trust freedom
when it's not in your hands
when everybody's fightin'
for their promised land

And
I don't need your civil war
It feeds the rich while it buries the poor
Your power hungry sellin' soldiers
in a human grocery store
Ain't that fresh
I don't need your civil war

Look at the shoes your filling
Look at the blood we're spilling
Look at the world we're killing
The way we've always done before
Look in the doubt we've wallowed
Look at the leaders we've followed
Look at the lies we've swallowed
and I don't want to hear no more

My hands are tied
for all I've seen has changed my mind
but still the wars go on as the years go by
with no love of god or human rights
'cause all these dreams are swept aside
by bloody hands of the hypnotized
who carry the cross of homicide
and history bears the scars of our civil wars

"We practice selective annihilation of mayors and government officials
For example, to create a vacuum
then we fill that vacuum
as popular war advances
peace is closer"

I don't need your civil war
It feeds the rich while it buries the poor
Your power hungry sellin' soldiers
in a human grocery store
Ain't that fresh
and I don't need your civil war
I don't need your civil war
I don't need your civil war
Your power hungry sellin' soldiers
in a human grocery store
Ain't that fresh
I don't need your civil war
I don't need one more war

I don't need one more war
Whaz so civil 'bout war anyway

GUNS'N ROSES

Yaşasaydı 106! - (15 Ocak 1902)

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine...

14 Ocak 2008 Pazartesi

Creativity (8)

Pazartesi Notları #10

  • Mutlu akşamlar efendim!
  • Madem haber bülteni gibi girdik öyleymişiz gibi devam edelim. Adana ÇEAŞ Anadolu Liseli her cuma öğrencilerini cuma namazına götürebilmek için servis kaldırıyormuş. Ne desek bilmem ki?
  • Bir de yeni YÖK Başkanı var tabii. Hani şu "Herkes üniversite okumamalı" diyen bilge kişi. Ona kalırsa her önüne gelen de YÖK Başkanı olmamalı, di mi?
  • Sigara kullanmıyorum. Cep sağlığım açısından iyi oluyor.
  • 4 gün içinde 6 sınav. Sonrasında gelecek sömestrin hayali ile yaşıyorum. Gönül alkışlarla yaşamak isterdi, o ayrı.
  • Vahi Öz varmış bir zamanlar. O adamın bir tek "Nöööriye"sini Sadri Alışık'ın "Bu da mı ofsayt"ına değişmem.
  • "Var mısın Yok musun?" diye bir yarışma var. Maillerde bunun oyunu dolaşıyor. İlk oynayışımda $500000 kazanınca yarışmaya başvurmaya karar verdim.
  • AKP Cemil İpekçi'ye çok uymuş. Nedeni de çok özgürlükçü bir partiymiş. Cinsel ayrımcılık yapmıyormuş. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme misali... Sistemleri otursun, görürüm ben senin halini.
  • Böyle giderse RTÜK'ten kapatma yiyebilirim. Dur bi' dakka, RTÜK'ün eli buralara dek uzanıyor mu ki?
  • Menemen'in sucuklusu da yapılıyormuş. Ben bugün bunu gördüm.
  • Ders çalışmak istemeyip de çalışmak zorunda olmak çok koyuyor adama. Valla bak!
  • Ekşi Sözlük yazarlarının kaleme aldığı kısa öykülerden oluşan Ekşi Sözlük Yazarlarından Ekşi Öyküler isimli kitabı bulursanız alın. Piyasada bulması zor ama Remzi Kitabevi yardımcı olabilir. Ehem!
  • Twix'i buzdolabına koyan zihniyetten nefret ederim.
  • Bir iskambil falında çıkmıştık birbirimize.
  • "Festival gibisin katılmak istiyorum..." Allah'ım sen akıl fikir ihsan eyle!
  • Öğrenciler kanlarıyla Türk bayrağı yapmışlar. Bayrağımız kırmızı-beyaz olduğu için şanslıyız.
  • Prof.Dr.Ahmet Arslan Belçikalıların aslında Türk olduğunu iddia etmiş. O da bir şey mi? "Dünya Türk'tür" demiyor muyuz biz!
  • Bi' prenses vardı vakt-i zamanında. Kurbağayı öpüyordu, o da prens oluyordu! Beni öpmek istese öptürmem kendimi. Ne ciğersiz prensesmişsin sen be! Ağır olur prenses dediğin.
  • "Do not follow where the path may lead. Instead, go where there is no path and leave a trail."
  • Rüyalarda buluşmak dileğimle... Esen kalın!

Batman Begins

Küçükken her çocuk gibi ben de oldukça salaktım. (Şimdi "Hiç de bile, ben salak değildim" diyenler olursa onlara mutfağın yerini göstermekle yetineceğim. Çaydanlık üstten ikinci dolapta). Evet, salaktım. Özeleştiriyi çok iyi yaparım ben. Pek çok çocuk gibi yığınla oyuncağım vardı. Yolda yürürken vitrinde beğendiğim bir oyuncağı alması için babamın başında et bırakmazdım. Dükkanın içinden zaferle ayrıldıktan sonra o oyunca ertesi güne kalmaz, paramparça olurdu. Bunu gören babam da bana bir daha oyuncak almayacağının sinyallerini gözleri ile verirdi. Çünkü bunu ilk defa yapıyordum. Haklı, adam da bıkmış olmalı. Ancak suç benim değildi. İnanın ki değildi. Küçüklüğümden beri otomobillere ilgim olmadığı için benim oyuncak koleksiyonum mümkün mertebe sevdiğim kahramanların oyuncaklarından oluşurdu. İçlerinden en sevdiğim oyuncağım da Batman'di. İşte tüm suç bu oyuncağındı, daima! Çünkü alınan her yeni oyuncağı akşam okuldan eve geldiğimde Batman ile dövüştürürdüm. Ancak başta da belirttiğim gibi salaktım, Batman'in rakibini kırıp atmadan savaşı Batman'e kazandıramazdım. İşte kısır döngü bundan ibaretti. Hatta, şimdi hatırladım, ben bu oyuncağı okula bile götürürdüm. Öğretmen ders anlatırken ben "Çuv, dıkşın" nidalarıyla oyuncakları kavga ettirirdim. Yok yok, ben salaktan da öteydim, maldım biraz...
1940'lı yıllarda DC Comics tarafından ortaya çıkan bir çizgi roman kahramanıdır Batman, nam-ı diğer Thomas Wayne'den olma, Nancy Wayne'den doğma Bruce Wayne. Çocukken çizgi roman okumanın zarafetinden bihaber olduğum için ancak çizgi filmleriyle büyüyebildim ben bu karakterin. Belli bir yaşa gelince de oyuncaklarının yanına fazlasıyla çizgi romanları da yığıldı.
Tüm süper kahramanların aksine son derece varlıklı bir ailenin çocuğudur Batman. Burjuvadir yani bir bakıma. Tek korkusu yarasalardır küçük Bruce Wayne'in. Bir gece anne ve babası gözleri önünde bir sokak çetesi tarafından öldürülünce kara bir perde iner Bruce'un gözleri önüne. Kendi kendine söz vermiştir. Büyüdüğü zaman yaşadığı ve giderek yozlaşan Gotham şehrini içinde barındırdığı pisliklerden arındıracaktır. Bunu yapabilmesi de ancak farklı bir kimlikle makuldür. Kendi korkularının başkalarının da korkusu olması adına o artık Batman'dir. (Çok da gaza getirici yazarım). Evet, Batman benim çocukluğumun kahramanıdır. Üstelik o Superman ve Spider-Man gibi uyduruk bir süper kahraman değildir. Onlar gibi tanrı vergisi yetenekleri yoktur. Onlar kadar şanslı değildir. Batman en sevdiğim süper kahramanı sorgulayacak bir ankette oyumu adına kullanacağımdır.
Birçok Batman filmi yansıtıldı beyaz perdeye. Zincirin ilk halkasını 1989 yılında çile çekse izleyeceğim, rastık çekse bekleyeceğim, niyet çekse inanacağım, halay çekse katılacağım yönetmen Tim Burton'ın Batman'i oluşturur. Bu film bir çizgi roman kahramanının beyaz perdeye yansıtıldığı en iyi yapımdır o zamanlar. O filmde Batman'i beterböceğimiz Michael Keaton canlandırmıştır. Batman'in en azılı düşmanı The Joker'i usta oyunca Jack Nicholson karakterin hakkını vererek oynamıştır.
Bu filmi 1992'de yine Tim Burton'ın sinemaya aktardığı Batman Returns takip etti. Bu yapım da ilki kadar başarılı bulunmasa da kimilerine göre ilk filmden de iyiydi. Filmde Batman'i yine Michael Keaton canlandırırken, Batman'in en bilinen düşmanlarından Penguin'i Danny DeVito canlandırmıştı.
Yıl 1995 olduğunda Kara Şövalye bu kez sinemalara Batman Forever filmiyle döndü. Yönetmenlik koltuğunda ise artık Joel Schumacher vardı. Batman'i Michael Keaton'dan sonra bu kez Val Kilmer canlandırdı ve pek de başarılı olamadı.
Bu filmden iki yıl sonra, 1997'de, en kötü Batman uyarlaması olan Batman&Robin yine Joel Schumacher imzasıyla beyaz perdeye taşındı. Kara Şövalye'ye hayat veren aktör ise bu kez George Clooney oluyordu. Filmdeki kötü adam Mr.Freeze rolünde ise odun adam Arnold Shwarzenegger'i gördük. Bu filmle birlikte Batman'e uzunca bir süre ara verildi. 2005'e kadar...
2005 yılında ise The Prestige, Insomnia ve Memento gibi yaptığı bütün işler başarılı olan yönetmen Christopher Nolan Batman hayranlarının beklediklerine değecek müthiş bir iş çıkardı. O yıl çekilen son Kara Şövalye uyarlaması olan Batman Begins vizyona girdi ve büyük kesim tarafından Batman'in sinemaya en iyi uyarlandığı yapım kabul edildi. Bence de öyleydi. Gerek oyuncu seçimi, gerek yansıtılan Gotham şehri, gerekse Batman'in son derece uyumlu öyküsü Batman Begins'in Batman'e çağ atlatmasına olanak tanıdı. Bu filmde Batman'i The Prestige'in Alfred Borden'i, çok sevdiğim aktör Christian Bale canlandırdı. Uşak Alfred rolünde ise usta oyuncu Michael Caine'i izledik. Bu isimlere Liam Neeson, Katie Holmes, Gary Oldman, Ken Watanabe ve Morgan Freeman gibi oyuncular eşlik etti. Filmde en beğendiğim şey ise sonunda bırakılan açık kapıydı. Ne miydi o açık kapı? 2008 yazında vizyona girecek olan devam filmi The Dark Knight'da Batman'in düşmanının The Joker olacağının ipucuydu. Kendisi zamanında kıramadığım tek kötü adam oyuncağımın ta kendisidir. Israrla bekliyorum...

Mutluluk

Dünyanın neresine gidersek gidelim, neresinde yaşarsak yaşayalım Türkiye gibisini bulamayacağımız kesinlik aşikâr. Bu hem olumlu hem de olumsuz yönden kabul edilebilir. Etrafımıza bir göz atalım. Çok uzun yıllardır bütün dünyanın gıpta ile baktığı, elde etmek için türlü oyunu oynadığı bir coğrafyanın sahibiyiz. Karnımızı burada doyuruyoruz, aldığımız nefesi burada alıyoruz. Dünyanın birçok yerinde eşi benzerine rastlanamayacak türlü doğal güzelliklerin içinde yaşıyoruz. Duruma bu açıdan yaklaştığımızda bizden şanslısı yok. Zira kazın bir de öteki ayağı söz konusu tabii.
Devletler anayasalara sahiptir ki bu sayede vatandaşlarına arzu edilen hizmeti verebilsin, daha da önemlisi adaleti dağıtabilsin. Devlet toplumda refah için bu düzeni kurarken vatandaşlarından da devletin anayasasından başka bir şeyi temel almamalarını bekler. Aksi takdirde anayasa tüm işlevselliğini kaybedecektir. Fakat maalesef toplumumuzdaki bazı kesimler tarafından anayasanın bir kereye mahsus delinmesinden hiç kimseye bir zarar gelmeyecektir.
İşte Zülfü Livaneli’nin yazdığı Mutluluk romanı devletin anayasasını değil de, töre denen “baba yasaları”na titizlikle bağlanan insanların yaşadığı, yurdun doğusunda bir yerlerde başlar. Kitapta modern Türkiye’deki siyasi ve dinsel baskıdan nasibini almış bireysel mücadeleler okuyucuya içinde yaşadığımız toplumda her an rastlanabilecek meseleleri temsil eden birkaç karakterin gözünden aktarılır.
Meryem bir göl kenarında tecavüze uğradıktan sonra orada öylece bırakılan ve kendisini bulan çobanlar tarafından ailesine teslim eden ömrü boyunca mutluluktan nasibini alamamış, gencecik bir kızdır. Maruz kaldığı olayın ardından ailesi tarafından adeta bir hayvan muamelesi görür ve ahıra kapatılır. Akabinde kendisine intihar etmesi için fırsat tanınır. Meryem bunu başaramayınca da askerlik deneyiminden büyük bir psikolojik darbe alarak çıkmış olan Meryem’in amcasının oğlu Cemal genç kızı öldürmesi için görevlendirilir. Tüm bu plânın üzerine bir güzel “İstanbul” kılıfı giydirilip Meryem’e göz göre göre yalan söylenir. O andan itibaren başlar iki kuzenin İstanbul yolculuğu.
İstanbul’a ulaştıklarında ise hiçbir şey köyde plânladığı üzere gitmez. Cemal büyük kente geliş amacını ifa edemez. Haliyle artık köye de dönemezler. Akabinde yolları Ege’ye düşer. Orada ülkeyi arşın arşın kat eden ve materyalist yaşamından bıkarak amaçsızca denize açılmış olan profesör İrfan ile tanışma fırsatı bulurlar. İşte o an tertemiz Meryem’in hayatının dönüm noktası olur. Üç tane kayıp ruh buluşur. Tertemiz yürekli, pırıl pırıl Meryem’e, onun celladı bellenen hassas ruhlu Cemal’e ve edindiği tüm başarılara rağmen hayatın anlamını bir türlü elde edemeyen İrfan’a yıldızlar kadar uzak olan mutluluk dağların ardından bir güneş gibi doğmaya başlar.
Meryem karakteri kitapta anlatıldığı üzere son derece zeki, içi kıpır kıpır, cin gibi bir genç kızdır. Maruz kaldığı tecavüz olayından sonra olayı unutma isteği tüm iç dünyasını sarsmıştır. Artık ne varoluşlarından utandığı insanları görmek ne de konuşmak istiyordur. Aslına bakılırsa istediği tek şey bulunduğu topraklardan uzaklaşmaktır. Karakter Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu en uç noktasından yakalamış ve bir ip misali peşi sıra çekerek ipe tutunan herkese de “Aslında bu benim hikâyem olduğundan çok sizin hikâyeniz. Ben sadece bir kılıfım” mesajını iletmiştir.
Kitapta söz konusu karakterin öykü boyunca çok büyük bir dönüşüm geçirdiğine de tanıklık ediyoruz. Başlarda son derece içine kapanık duran Meryem zamanla daha konuşkan bir tavır takınır. Profesör İrfan ile yaptığı bir konuşmada kendi hayatının başka ellere bırakılması gerçeğini şu sözlerle insanın yüzüne tokat misali çarpar: “Ama bu hayat benim be İrfan ağabey!”

12 Ocak 2008 Cumartesi

4 Luni, 3 Saptamani Si 2 Zile

Son dönemde Balkan ülkeleri sinema alanında çok başarılı işler çıkarıyorlar. Bunun yeni bir örneğini son Cannes Film Festivali'nde Cristian Mungiu verdi. Son filmi 4 Months, 3 Weeks, 2 Days ile festivalden Altın Palmiye dahil 3 ödülle dönünce bütün dikkatler Romanya'ya çevrildi. Zira Rumenler bunu pek sık yapmıyorlar.
Filmi dün izleme fırsatı buldum. Kendi adıma söylemeliyim ki çok da başarılı buldum. Özellikle yönetmenin ve sinematografinin hakkını ziyadesiyle teslim etmemiz gerekiyor. Çavuşesku döneminin zorluklarını da tek bir bakış açısıyla çok güzel aktarmışlar beyaz perdeye ve alınan ödüllerin de hakkı verilmiş. Konu hakkında da biraz detay vereyim öyleyse...
Romanya'da kürtajın yasal olmadığı bir dönem... Üniversite için geldikleri şehirde bir öğrenci yurdunda aynı odayı paylaşan iki kız arkadaş, Otilia ve Gabita. Gabita'nın yasa dışı hamile kalmasıyla başlayan olaylar zinciri... Kürtajın yasak olduğu ülkede yapılabilecek tek şey bir doktor ile anlaşıp bu fetüsü kapalı kapılar ardında aldırmaktır. Ancak bu öyle sanıldığı kadar da kolay olmayacaktır.
Filmin oyuncu kadrosu baktığımızda haliyle tanıdık yüzler görmek mümkün olmuyor. Başroldeki iki bayan karakterden en çok ön planda bulunanı Otilia'yı Anamarica Marinca isimli oyuncu canlandırmış. Kendisi bu filmde oynayarak bir bakıma da çok zor bir görevi üstlenmiş. Çünkü Otilia karakterinin çok cüretkâr sahneleri söz konusu. Bir Türk filminde rastlanmayacak kadar cüretkâr sahneler... Kendisi bu filmdeki rolüyle Stokholm Film Festivali'nde en iyi kadın oyuncu ödülünün sahibi olmuştur. Bir oyuncu karakterin içinde bulunduğu ruh halini ancak bu kadar yaşayabilir.
4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün son derece kan dondurucu, bir o kadar da rahatsızlık hissi yaratan fakat çok başarılı bir film. Özellikle Otilia'nın banyoda yerde yatan fetüsle karşılaşma anı uzun süre hafızalardan çıkmayacak türde. Tüm bunların üstüne başta da belirttiğim harikulade sinematografiyi de ekleyin sonra da tadından yiyemeyin. Ülkemizde öncelikle geçtiğimiz ekim ayında Filmekimi kapsamında gösterilen film geride bıraktığımız cuma gününden itibaren sinema salonlarındaki yerini aldı. Boş zamanınız olursa ve kafanızı da sakin hissederseniz gidip görmenizde fayda var.

Dead Poets Society

Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451 romanını hatırlamak gerek. Eserde öyle bir hükümet vardır ki ülke genelinde kitap okunmasını bırakın evinizde herhangi bir kitap bulundurmak bile suçtur. İnsanlar tavan aralarında, şöminelerinde saklar kitapları. Bu insanların sayısı da bir hayli azdır. Beyinleri yıkanmış olan halkın geneli okumanın tamamen zararlı bir şey olduğunu düşünmekte ve kitap bulunduran birini gördüklerinde ilgili makama ihbar etmektedirler. Kitapsız bir toplumu refahın sağlanması için gerekli görürler. Buna benzer olaylar Orwell'a büyük ün kazandıran 1984'te de rastlamak mümkündür. Katı bir iktidarın pençesinde kıvranmaktadır insanlar. Büyük göz ne söylüyorsa odur. Özgür iradeye darbe vurulur.
1989 yapımı olan Ölü Ozanlar Derneği yukarıda bahsini ettiğim eserlerden ziyadesiyle ayrılır. Ancak benzerlikleri de vardır. Hikâye dini bir yatılı okulda geçer. Öğrenciler fazlasıyla öğretmenlerin emri altındadır. Kısacası okulun öğrencileri üzerinde çok yoğun bir baskısı vardır. Uymayanın cezası da okuldan atılmaktır. Bu yüzden öğrenciler istedikleri hiçbir şeyi gerçekleştiremezler. Özgürce düşünmeyi bile... Evet, bu da yasaklanmıştır onlara. Ancak tüm bu olaylar silsilesi okulun eski mezunlarından olan yeni öğretmen John Keating'in okula gelmesiyle değişmeye başlar. Öğrencilerin şiir bile okumasının cezalık olduğu okulda bazı tabular yıkılmalıdır. Ölü Ozanlar Derneği yeniden açılmalıdır...
6 kez Oscar'a aday olan ancak henüz kucaklama fırsatını bulamayan Peter Weir'in yönetmenlik koltuğundan yer aldığı Ölü Ozanlar Derneği bir grup gencin çehresini değiştirmek için kollarını sıvayan bir öğretmenin hikâyesi olması kadar daha da fazlasıyla öğrencilerinin de öyküsüdür. Keating filmin olmazsa olmazıdır ama öğrenciler daha fazla ön planda olmak zorundadır.
Filmin oyuncu kadrosunda görmekten haz duyulacak isimler var. Bir kere öğretmen John Keating rolünde Robin Williams'ı görüyoruz. Kendisi yine her filminde olduğu gibi muazzam bir grafik çizmiştir. Williams'ın haricinde filmde çok genç bir (19 yaş kadar) Ethan Hawke var. Bu film onun yıldızının yavaş yavaş parlamaya başlamasına sebebiyet vermiştir.
Zaman zaman güldüren, zaman zaman gözleri yaşartan bu film bir vakte damgasını vurmuştur. Şiddetle izlenmesi gerekir.

Mona Lisa'nın Kimliği

Leonardo Da Vinci'nin dünyaca ünlü eseri Mona Lisa'da bulunan kadının kesin ismi belirlenmiş. Çok şey çizilmişti üstüne... Şifreli mesajlar içerdiğinden tutun da ressamın kendi sevgilisinin resmini çizdiğine kadar birçok iddia atıldı ortaya. Sonuç mu? Tabloda sinsi sinsi gülümseyen yüzün sahibi Floransa'lı bir tüccarın hanımı Lisa del Gioconda'nın ta kendisiymiş.

11 Ocak 2008 Cuma

Samwise The Brave

Hayal denizleri vardır küçük bedenlerin her gece uykunun sıcacık avuçlarına kendilerini teslim etmeden önce serinlemek için daldıkları… Kimisi anne ve babasının yastığının başında okuduğu masaldaki kulede esir kalmış güzeller güzeli prensesi kurtarmanın peşindedir, kimisi ise izlediği bir filmin etkisinde dünyayı kurtarmanın derdine düşmüştür. Kız ya da erkek fark etmez. Her insanın çocuk yaşta başlayan tutkuları vardır. Bu tutkuların esiridir onlar. Başka hiçbir şeyin değil.
İnsan yaşı ilerledikçe küçükken hayalini süsleyen yerlerin çok uzağında kalır. En nihayetinde de hayatın umut edilenden yanından çok gerçek havası ciğerlere çekilir. Peki bu anda bireyler için her şey bitmiş midir? Küçükken hayali kurulan kahraman olma isteği yerini daha acı bir hakikate mi bırakmıştır? Kahramanlar hep sayfalar arasında kaybolmak zorunda mıdır? Evet, gerçek kahramanlara genelde geçmişte ve hikayelerde rastlanır. Yaşanılan anın kahramanı yoktur.
Peki kitaplarda nasıl yansıtılır kahramanlar? Belki sadece ejderhanın boynunu saplandığı taştan çıkardığımız kılıçla almamız bizi bu mertebeye eriştirir. Kimisine ise yetenek yetmez. Yetenek kadar dürüstlük de son derece önemlidir. Kimisine göre ise kahramanlık dörtte üç aptallık dörtte bir cesaret işidir. Kıssadan hisse vuralım… Kahramanlık herkes tarafından kabul edilmektir hepsinden öte. Ancak içinde potansiyel olup da kahramanlığını göstermesine izin verilmeyenler de olur. Eskiden tipi ve kar pencereleri döverken, sobanın başında aile büyüklerinin anlattıkları kahramanlık hikâyeleri vardır. Dinleyen çocuk söz konusu yiğit ile karşılaştırır kendini. Sonunda ise hep kendini galip çıkarır düellodan. Başta söylediğim gibi… O gece başlar çocuk hayal etmeye.
John Ronald Reuel Tolkien tarafından kaleme alınan ve 1950’li yılların ortasında piyasaya sürüldüğü günden bu yana dünya çapında en çok okunan kitapların başını çeken Yüzüklerin Efendisi birçoklarına göre sadece fantastik bir romandır. Okuyana katacağı pek bir şey yoktur. Büyük bir kesime göre ise eser en edebi kitap kadar edebi değer taşımaktadır. Önyargıları yüzünden okumayanların anlayamayacakları olgular içerir. Ancak neydi peki bu kadar insana “Bu öykü gerçek olmalıydı” dedirten? 29 Temmuz 1954’de okuyucusuyla buluşan ve popülaritesini günümüzde dahi koruyan bu eser bu kadar tutmuşken, milyonlarca insan yanılıyor olabilir miydi? Bu kadar fanatiğinin olması kesinlikle fantastik bir destanı aktarmasından dolayı değil. Bunun nedeni sadece ve sadece yaşama dair tüm duyguları, hırsları, korkuları, cesareti, umudu, dostluğu, aşkı, özlemi ve dolayısıyla hayatın ta kendisi olmasının bir sonucudur benim nazarımda. Kitapta ulaşılan her başarı karakterlerin birbirlerine duyduğu güven ve dostluk bağları sayesinde gelmiştir. Kitabın anlatmak istediklerinden biri dostluğun önemi ve bu sayede başarılamayacak bir şeyin olmadığıdır. Kahramanlar kaderi kabullenirler elbette ancak kadere küsmezler ve aksine kararlı iradeleri sayesinde kadere inat yürürler. Bu yolda tek ihtiyacınız içinizdeki inancı ve isteği baki tutmaktır. Bu yolla anlamak mümkündür ki sırt çantanızda taşımanız gereken tek şey de maneviyattır. Bu yüzden roman bittiğinde anlarsınız ki küçük insanlar dahi büyük şeyler başarıp, kahraman olabilirler. İşte şimdi o hikâyenin arada kalmış ama en önemli, en gerçek karakterine, Samwise Gamgee’ye, hakkını verme zamanıdır.
Samwise Gamgee nazarımda tüm zamanların en büyük kahramanıdır. Hayallerinde bile ayakları yere basan bir karakterdir. Aslında mensubu olduğu halkın tipik yaşam tarzı yüzünden pek büyük hayallere sahip değildir. Yaşadığı küçük köyde anlatılan hikâyeler de çok basit olmasına karşın her çocuğun içinde olmak isteyeceği türdendir. Samwise’ın tek hayali ise ölümsüz Elfleri ve yaşadıkları dünyanın kendi bulundukları bölgesine hiç uğramayan fülleri bir kez olsun görebilmektir. Ancak onun elinden gelen tek şey mesleği olan bahçıvanlığı icra etmektir. İçindeki potansiyeli ne ailesi, ne bahçıvanlığını yaptığı Frodo, ne de en kötüsü kendisi bilmektedir. Yalnız gün gelir hiç beklemedikleri şekilde canından çok sevdiği Frodo ile birlikte çok büyük bir yolculuğun içinde bulur kendini. Artık hayalleri sadece Elfleri ve fülleri görmekle sınırlı kalmayacaktır. Yanların yok edilmesi gereken bir yüzük, önlerinde dinledikleri en kötü öyküden daha da zorlu bir yolculuk ve ellerinde sadece umut ve irade vardır. Romanın en sadık, en faydalı ve en sağlam karakterli adamını tanımaya bu andan sonra başlarız aslında. Yolculuklarının en mutsuz anlarında aslında romanın baş kahramanı olan Frodo’ya karşı gösterdiği müthiş dostluk ve sadakat örneği onu okurun gönlünde ayrı bir yere kondurmuştur. Samwise dostuna olan sevgisini, güvenini ve bağlılığını asla kaybetmez. Herkese cesaretin, dostluğun, iradenin ve gücün; dolayısıyla da kahramanlığın sembolü olduğunu kanıtlar. Öykü sonunda hedefe ulaşılmışsa eğer bu görevin gerçek sahibi Frodo’nun değil Samwise’ın sayesindedir. Çünkü onun önünde ordular diz çökse az gelir. En umutsuz anlarda bile hayalleri vardır onun, kahramanlık hayalleri… En zor anlarda bu hayallerine tutunarak ilerleyebilmiştir. Öyle ki kitabın bir bölümünde Frodo’ya kendilerinin de bir gün şarkılara ve öykülere konu olup olamayacaklarını sorunca Frodo şaşırır ve o da şu sözlerle devam eder: “Acaba bir gün insanlar ‘Haydi şimdi Frodo ve Yüzük’ün hikayesini hikâyesini dinleyelim’ diyecekler mi? Ve sonra ‘Evet, en sevdiğim hikâyedir. Frodo gerçekten çok cesurdu değil mi baba?’ diye soran oğluna, baba ‘Evet oğul, o Hobbitlerin en meşhurudur’ diye cevap verecek mi acaba?” Bunun üzerine Frodo, Samwise’a döner ve o vurucu konuşmayı yapar: “En önemli karakterlerden birini unutuyorsun. Yiğit Samwise! Ondan da biraz bahset. Çünkü Sam olmasaydı Frodo oraya gidemezdi!” Her şeyin başında köyünden dışarı bir adım dahi atmamış sıradan bir bahçıvanken, her şey sona erdiğinde ölümü görmüş, ateşten geçmiş, yaşanabilecek tüm felaketleri yaşamış bir kahramandır o.

İyi Ki Varsın Futbol