2 Ekim 1992. Yer, eşcinselliğin rahatsız edici boyutta yaşandığı, uyuşturucu kullanımının önüne geçmenin mümkün olmadığı, sakinlerinin kesici aletler yardımıyla her gün birilerini doğradığı Brezilya'da bir hapishane. O gün çıkan bireysel bir kavga patlamak için küçük bir kıvılcım bekleyen 6000 mahkuma istediğini veriyor. Carandiru'da ayaklanma başlıyor, gardiyanlar atılıyor, mahkumlar kontrolü ele geçiriyor. Kısa bir süre sonra içeriye giren polis orantısız güce başvurup savunmasız insanlara dokunulmazlık zırhının da verdiği güvenle ateş açıyor. Maksat tamamıyla asayişi sağlamak. Neticede tam 111 mahkum polis kurşunu ile can veriyor. Sonrası malum, insan hakları örgütleri hükümete polisin dokunulmazlığının kaldırılması için baskı yapadursun, katliama karışmakla suçlanan 80'in üzerindeki polisin tek bir tanesi bile yargı önüne çıkarılmıyor. Ve bu olup bitenlere nedense bize hiç de yabancı gelmiyor.
Sanırım uzak doğudan gelen bir felsefe... Her iyinin içinde yer alan bir ufak bir kötülükten ve her kötünün içinde yer alan bir nebze iyilikten bahsedip durur. Gerçekten böyle midir? Ben şüphe duymuyorum. Bu noktada sorulması gereken daha önemli soru ise şu: Hangisi tercih edilmelidir. Benim nazarımda ne kadar iyi olursa olsun bir insanın içindeki kötülük en tehlikelisidir. Bu bağlamda ben tercih hakkımı kötünün içinde yer etmiş olan bir tutam iyilikten yana kullanırım. Bir insanın işlediği bir suçtan ötürü - ki bu suç ne kadar ağır olursa olsun - içeriye girmiş olması o insanın tüm zulümlere göğüs germek zorunda olduğu manasını taşımamalı. Kanunların izin verdiği ölçüde cezalandırılmalı. Dünyanın bize uzak bir köşesinde insanların yaşam tarzları bizimkinden hiç de farklı değil. Carandiru bize bunu kanıtlıyor. Varoşlardaki halk her zaman hor görülüyor ve geri kalmışlığı son haddinde yaşıyorlar. Türlü hastalıkla, parasızlıkla uğraşıyorlar. Bunların yanında bir de polisin zulmü ekleniyor ve dokunulmazlık zırhı görünmez bir kalkan gibi koruyor onları. Ülkemizde de böyle değil mi? İnsanlarımız inançları doğrultusunda seslerini duyurabilmek için gönül rahatlığıyla sokağa çıkabiliyorlar mı? Peki ya 1 Mayıslar? Hak istemenin ödülü müdür biber gazı ve cop yemek?
2003 yılında çekilen Carandiru, aynı isimli hapishanede bundan 16 yıl önce yaşanan gerçek olayları anlatıyor. Brezilya sinemasının Cidade de Deus ile birlikte en fazla bilinen iki filminden biri. 1992 yılında cezaevinde yaşanan katliam sürecini mahkumların yaşam hikâyelerine inerek anlatmaya çalışan bir yapım. Kader mahkumu diye adlandırırız onları biz. Her şeyi kadere yükleriz. Alnımızda yazılmışsa vardır, öyle derler çünkü. Hayatımız programlanmıştır ve olay örgüsü çok önceden belirlenmiş bir hayatı yaşarız birçoklarına göre. Buna inandırılmışızdır. Yine de mahkumların hikâyeleri her zaman binilen bir takside dinlediğimiz şoförlerin hikâyelerine benzer. Elbette ki içerik bakımından birbirine benzemez - gerçi bir taksiciden hapishaneden yeni çıkmış olduğunu duymuşluğum da vardır - ancak benzer hisleri verir insana.
Filmin yönetmeni Hector Babenco. Kiss of the Spider Woman isimli filmi ile Oscar adayı olmuş ancak ödüle ulaşamamıştır. Bunun yanı sıra Carandiru ve adı geçen diğer dahil toplam 3 film ile de Cannes'da Altın Palmiye'yi kovalamış, fakat yine heykelcik ellerinde yükselememiştir.
Adeta bir sistem eleştirisi olan Carandiru'da, her türlü hastalığı ve özellikle eşcinsel ilişkiler yüzünden ortaya çıkan AIDS vakalarını incelemek üzere hastaneye gelen bir doktorun gözünden izleriz olayların akışını. En nihayetinde de kan döker polisler. Sonrasında duvarları mermilerin ağırlığını kaldıramamış ve tüm koridorları koyu kırmızıya boyanmış Carandiru detarjanlı suyla kaplanır. Bu yaratılan kiri çıkarmaya yetmez.
Avrupa’nın geleceği belirsizleşiyor
-
Avrupa Birliği entegrasyonu sürecini taşıyan *“Fransa-Almanya motoru”*,
fena halde tekliyor. Bu iki ülke büyük ekonomik siyasi zorluklarla, aslında
...
2 gün önce