31 Mart 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #21

  • Merhaba. Sıcağı sıcağına bir haber... İzmir EXPO 2015'i kazanmış. Paris'de yapılan oylamaya katılan cumhurun başkanı ve bakanlar sevgi pıtırcığı gibiydiler. "Gavur İzmir" işine gelince güzel İzmir oluyor değil mi? Unutmadan, tebrikler İzmir!
  • İnsanların maaşlarıyla oynayıp, başta ekmek olmak üzere her şeye zam bindirip vatandaşı kendine muhtaç etmek garip bir strateji olsa gerek.
  • Dağdaki çoban ile aynı oy hakkına sahip olan Aysun Kayacı bu duruma fena içerlemiş. Kendisi çok çalışıp çok kazanıyormuş. Çok fazla vergi ödüyormuş ve dolayısıyla daha fazla oy hakkına sahip olmalıymış. Vergi ödemek ile oy kullanma arasında kurulan muhteşem bağı bırakıp Aysun Kayacı'ya cevap verme gereği hisseden bir Akepe milletvekiline mikrofonu uzatalım. Kendisi ne mi diyor? Aysun Kayacı o mebusun ağzını açtırmamalıymış çünkü o mebus Kayacı'nın nasıl para kazandığını biliyormuş! Başımızdakilerin ağızları da ne kadar düzgünmüş.
  • Anayasa Mahkemesi Akepe'nin kapatılmasına ilişkin davayı bugün kabul etti. Vatana hayırlı olsun!
  • Feroz Ahmad'ın Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) isimli kitabını bir proje için aldım. Geçmişinden habersiz günümüz Türk gençliğine ışık tutar bu kitap. Duyurulur.
  • Last.fm galiba kullanıcısının hislerini okuyor. Ardı ardına içimden geçen sanatçıları çaldığı yetmiyormuş gibi mırıl mırıl mırıldandığım parçaları da çalınca bir şaşkın oluyorum.
  • Bang bang Lucky Luke!
  • Küçükken Şirinler'i izlerdim. Gereksiz bulurdum ama can sıkıntısıydı işte. Şirinler'in açılış jeneriğinin sonunda bir adam konuşurdu "Uslu bir çocuk olursanız belki bir gün Şirinler'i bile görebilirsiniz" diye. Sırf bu mavi veletleri görebilmek için uslu olduğum bilirim. Bu saatten sonra da gözükmesinler gözüme. Vallahi de billahi de Gargamelleşirim!
  • Ekler ne muhteşem bir şeydir. Ancak kreması kakaolu olmayacak.
  • Bugün mırra hakkında birçok şey duydum. En kısa zamanda denemek istiyorum.
  • Kalliiiiiiii! Rahat bırak artık Galatasaray'ı!
  • Bir aralar Telsim vardı. Şimdi ismi değişti. İşte ben o GSM operatörünü kullanıyorum ama hiç memnun değilim. Önce teker teker bütün eski kampanyaların içine ettiler. Şimdi de "geyik" adı altında sabahtan akşama kadar bir sürü aptal mesaj gönderiyorlar.
  • Kariyer günleri başladı. Listede heyecan yaratan şirketler ve isimler var. Dersler bir süreliğine bekleyecek anlaşılan.
  • Erdil Yaşaroğlu ne yüce bir insandır!
  • Kuran harflerinin kullanılmıyor olması ülkemizin ileriye gidememesinin yegâne sebebiymiş. Ekşi'den biri çok güzel yanıtlamış: "Zaten Suudi Arabistan her sene Ay'a, Mars'a araç gönderiyor"
  • Dünyanın en büyük umumi tuvaleti İstanbul'da açılacakmış. Kötü bir şey değil de bunu manşetlere taşımanın anlamı nedir?
  • Vazgeçtim lan! Kötü bir şey! Sadece tek bir yere bilmemkaçyüz metrekare tuvalet yapacağına farklı bölgelere daha küçük ama daha fazla tuvalet yapsana. İhtiyacı olan insan neden işkence çekmek zorunda?
  • Esen kalın!

DÜZENLEME: Expo İzmir'den alınmış efendim. Yazıktır, günahtır... Dalga geçmeyin bizimle!

30 Mart 2008 Pazar

Creativity (13)

Katil & Maktül

Yüksek Sadakat'in uzun süredir heyecanla beklediğim albümü Katil & Maktül geçtiğimiz pazartesi günü piyasaya çıktı. Açıkçası albümü alırken önyargılarım vardı. Çünkü bir önceki albüm gerçekten efsaneydi ve üzerine koyamayacaklarından şüphe duyuyordum. Ancak albümü dinledikten sonra bu kanım değişti. Hani bazı albümler vardır ilk dinlediğinizde beğenmezsiniz. Ancak nasıl ki çay demlendikçe daha büyük bir haz verirse insana, bu albümler de dinlendikçe daha çok beğenilir. Fakat Katil & Maktül bu tip albüm değil. Dinlenmeye başlandığı andan itibaren dinleyeni avuçlarına almasını bilen bir albüm yapmış Yüksek Sadakat. Kendilerine has müziklerini hiç bozmadan devam ettirmeyi bilmişler. Gerektiğinden tempoyu artırmış gerektiğinde ise aşağı çekmeyi başarmışlar. Albümü edindiğim günden bu yana kaç kez dinlediğimi de bilmiyorum. Özellikle Aşk Durdukça, Ben Seni Arayamam ve Hiçbir Şey Yerini Tutmaz adından çok söz ettirecek gibi. "Demişti" dersiniz!

29 Mart 2008 Cumartesi

Dragon Ball

Dragon Ball dedim de...

Avatar: The Last Airbender

Küçüklüğümden beri, yani uzun zaman sonra ilk defa bir çizgi diziyi takip eder oldum. Çocukluğumda Küçük Golcü ve Dragon Ball gibi çizgi dizilerin hastasıydım. Her sabah 20'şer dakikalık bölümleri izleyebilmek için çok erken saatte kalkardım. Dediğim gibi çocuktuk tabii. Çizgi dizi izlemeyecektim de ne izleyecektim. Ancak hiçbir zaman abartmadım bunu. Yani Pokemon'daki Pikachu'ya özenip pencereden atlayanlar gibi olmadım. Kaptırdım kendimi ama tadında bırakmasını da bildim. Ortaokuldan sonra ilk defa, bu yaşımda yeni bir çizgi diziye başladım. İsmi Avatar: The Last Airbender... Çizgi dizinin hikâyesi ise şöyle... Dünyada 4 adet ulus vardır. Bunlar Ateş Ulusu, Su Ulusu, Hava Ulusu ve Toprak Ulusu'dur. Bu dört ulus da sahip oldukları elemente hakimdirler. Bu elementleri bükerek her türlü işlerini görebilmektedirler. Hatta savaş stillerini dahi sahip oldukları elementler oluşturmaktadır. Tüm bu ulusların dışında Avatar adında tüm elementlere hükmedebilen bir kişi daha vardır. Bu kişi bir döngüye de sahiptir. Her nesilde bir ulustan çıkmaktadır ve yaşamı son bulduğu an sıradaki ulusta yeniden hayat bulmaktadır. Sahip olduğu yetenekler sayesinde Avatar tüm uluslar arasındaki barışı korumaktadır. Ancak Hava Ulusu'ndan olan son Avatar Aang bir gün ansızın ortadan kaybolur. 100 yıl boyunca sırra kadem basar. Bu süreç içinde Ateş Ulusu kontrolden çıkar ve dünyaya hükmetme arzusu içinde diğer uluslara savaş açar. Diğer ulusların tek umudu olan Avatar Aang'in yokluğunda, Ateş Ulusu Hava Ulusu'nu yeryüzünden silmiştir. 100 yıl boyunca bir buz kütlesinin içinde kapalı kalan Avatar Aang, Su Ulusu'ndan iki genç tarafından bulunur. 100 yıllık bir aranın ardından dünyaya dönen Aang hiçbir şeyin bıraktığı gibi olmadığını görür. Üstelik ulusu da yeryüzünden silinmiş olduğu için artık kendisi dünyadaki son Havabükücü'dür. Kendisini buz kütlesinin içinden kurtaran kardeşler Sokka ve Katara'nın da yardımıyla Ateş Ulusu'nu yenmek için mücadelesine başlar.

28 Mart 2008 Cuma

Mar Adentro

Başlangıçta her şey karanlıktır. Sadece hiçlik söz konusudur. Öncesi vardır ama kimin için olduğu belirsizdir. Bilinç yoktur... Var olmadığınız için herhangi bir şeyden haberdar da değilsinizdir. Zaman denen kavram sizden önce ne kadar işlemiştir? Merak etmezsiniz. Sonra... Siz karanlığın içinde bilinçten yoksun bir halde dolanırken bir çift el uzanır ve çeker sizi ışığın kalbine. "Hayat" denen şeyle o an tanışırsınız. Bir anda ortadasınızdır işte. Hiçlikten ve karanlıktan sıyrılmışsınızdır, yeniden içine döneceğiniz güne kadar. Ağlayarak hayata merhaba demişsinizdir yani. Önünüzde uzun olarak addedilen ama hiçbir zaman uzun bulunmayan bir hayat vardır. Sizindir o. Doğuştan sahip olduğunuz yegâne gerçektir. Zamanla kaptırırsınız kendinizi. Hayatınız kendi avuçlarında oynatıyordur sizi. Siz bundan memnun olursunuz. Zaman akar, akar, akar... Gün gelir her şeyin rutin olduğunun farkına varırsınız. Acı gerçekleri yüzünüze yüzünüze vurmaya başlar hayat. Yine de bırakıp gidemezsiniz. Bir gün her halükârda terk edeceğiniz gerçeği de bunu değiştiremez. Bırakamazsınız işte. Hayat her ne kadar çıkmaz sokaklara çıkarsa da yolunuzu, her ne kadar bir gün önceyi ertesi gün yeniden yaşatsa da "Ben gidiyorum" diyemezsiniz. Hayat tatlıdır çünkü... Hafife alınmayacak kadar tatlı... Düşünürsünüz o an hayatın size tanrı tarafından yapılmış büyük bir şaka olduğunu. Şairin dediği noktaya varırsınız istemezcesine... Çünkü hayat gerçekten kısa bir öyküdür uğruna upuzun acılar çektiğimiz ve kısa bir türküdür bir kez daha söyleyebilmek için delirdiğimiz! Yani yine de farkındayızdır hayatın nihayetimize hazırlanma sürecimiz olduğunun.
Peki ya varoluşun hayattan sonraki diğer gerçeği olan ölüm... Adının geçtiği yerde bulunan her şeyi ciddiyetsiz kılandır o. Sonu meçhul olmasına karşın soğuk olandır. Ne kadar kaçılırsa kaçılsın bir gün mutlaka hayata sahip her şeyi boşluğuna çekecek olandır. Belki de Yahya Kemal'in dediği gibi ömrümüzün en feci işi değildir. Çünkü nihayetinden önce de ölür kişi. Cicero'ya göre de iyiliklerden değil kötülüklerden ayırandır bizi. Peki öyle midir? Yukarıda söylenenlerle nasıl bir çelişki oluşturur bu söylenenler? İnsanoğlu değil midir bir gün öleceğini bile bile ölmemek için çabalayan? Peki nasıl olur da bu kadar korkulan bir şey bazen gerçekten "iyi" bulunabilir? Bir insan Yahya Kemal'in söylediklerini yaşayabilir mi? Ölümden fecisini ölümden önce yaşayabilir mi?
Ünlü İspanyol yönetmen Alejandro Amenabar'ın 2004 yılında gerçek bir yaşanmışlıktan beyaz perdeye uyarladığı İçimdeki Deniz'de bu sorulara yanıt buluyoruz. Oscar'a 2 dalda aday olan ve En İyi Yabancı Film dalında bu ödülü kucaklamayı başaran film, Venedik Film Festivali'nden 3, Goya Ödülleri'nden 14 ödülle dönmüş, ayrıca En İyi Yabancı Film dalında Altın Küre'yi de aldığı ödüllerin yanına koymayı başarmıştı. İçimdeki Deniz dünyayı en kısa yoldan dolaşabilme arzusu ile denizcilik yapmakta olan Ramon Sampedro'nun yürekleri burkan hikâyesini anlatıyor. 26 yaşındayken kayalıklardan kendini mavi boşluğa bıraktığı gün Ramon'un hayatı tamamen değişir. Suya daldığı an deniz çekilir ve boynunu zemine vuran Ramon'un boynundan aşağısı tutmaz. Kazanın ardından yıllar geçer. Yatalak kalmayı özgürlüğüne ve hayatına indirilen bir darbe olarak gören Ramon ötenazi ile hayatına son verebilmek için hukuksal bir mücadele vermeye başlar. Bu sayede hayatına onurlu bir şekilde son verebileceği gibi gerçek özgürlüğüne da kavuşmuş olacaktır. Ancak çıktığı yolun sonuna tek başına varması pek mümkün değildir. Kendisine yıllardır gözleri gibi bakan babası, ağabeyi, yengesi ve yeğeninden bu uğurda umutsuz bir yardım ister. Öte yandan neredeyse herkes mücadelesine karşıdır. Kendisini televizyonda gördükten sonra etkilenip yanına gelen Rosa Ramon'u her şeye rağmen hayatın yaşanmaya değer olduğuna ikna etmeye çalışırken, sürpriz bir şekilde Ramon'a destek olan avukat Julia da Ramon'un davasını üstlenir. Çevresindekiler Ramon'u bir hayata mâl olan özgürlüğün özgürlük olmadığına ikna etmeye çalışsalar da Ramon için özgürlüğe mâl olan hayat da hayat değildir.
Bu muhteşem yapımın yönetmenlik koltuğunda Avrupa'nın en önde gelen yönetmenlerinden Alejandro Amenabar'ı görüyoruz. 1972 doğumlu olan yönetmen genç oluşuna karşın kendine has tekniği ile kısa zamanda adından söz ettirmeyi başardı. Özellikle Tesis ve The Others gibi gerilim sinemasına yeni bir soluk getiren yapımları ile büyük beğeni kazanmıştı.
İçimdeki Deniz'in oyuncu kadrosunda ise göze çarpan en önemli isim Ramon Sampedro karakterine hayat veren oyuncu Javier Bardem. Geçtiğimiz ocak ayında 81'incisi düzenlenen Akademi Ödülleri'nde No Country for Old Men'deki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ödülü kucaklayan oyuncu ötenazi ile intihar arasındaki ince çizgiyi son derece iyi bir şekilde irdeleyen bu filmde boynun aşağısını kullanamayan bir adamı muhteşem bir şekilde canlandırarak aldığı ödülün ne kadar isabetli bir karar olduğunu ayrı olarak kanıtlamayı başarmış. Bardem 2002 yapımı Güneşli Pazartesiler'de de harikulade bir oyunculuk sergilemişti. Aldığı son ödül dolayısıyla kendisini bundan sonra daha fazla yapımda izleyebilecek olmak ayrı bir mutluluk veriyor insana.
Öyle bir konumda hayal edin kendinizi... Hayatı dolu dolu yaşıyorsunuz. Gezmeyi, eğlenmeyi ve en önemlisi gülmeyi çok seviyorsunuz. Sonra bir gün beklenmedik bir kaza hayatınızı altüst ediyor. Öğrendiğiniz acı gerçek ömrünüzün sonuna kadar boynunuzdan aşağısını hareket ettiremeyeceğiniz... Her gün sabah gözlerinizi açtığınızda yatağınızın 1 metre ötesinde konumlanmış pencerenin önünde uzanan ovayı, tepeleri ve denizi görüp de uzanamayacak olmanın acısı feci değil midir ölümden? Hem ölüm nedir ki? Eninde sonunda yüzleşmek zorunda kalacağımız bir gerçek değil midir? Sonrasında ne olacağına dair en ufak bir fikrimiz var mı? Belki de sanılanın aksine tadılabilecek en büyük hazı tatmamızı sağlayacak anlık bir şeydir. Belki de doğmadan önceki bilinçsizliğimize geri döneceğizdir. Ya da kimbilir, bir başka hayat olmadığını kim iddia edebilir? Hepsini bir kenarda tutarsak bazen yaşamak için ölmek gerektiği aşikâr. En azından İçimdeki Deniz bunu tüm izleyicilerine hissettirebiliyor ve "Ben olsaydım..." sorusuna yanıt aratıyor.
Kelimelerle ancak bu kadar anlatılabilen bir film İçimdeki Deniz. Ancak çok daha fazlası olduğu da bir gerçek. Filmi izlemeyenler için son bir not: Son 10 dakika için mendillerinizi hazır tutun.

Mor ve Ötesi - D.E.L.İ

Parçanın kendisi hakkında çok şey yazıldı çizildi... Bu kez dikkatler şarkıya değil klibe verilsin. Gerçekten başarılı!

27 Mart 2008 Perşembe

Knorr Turkse Dürüm

Avrupa'nın sözde yeni prensine... Reklamın sonuna dikkat!

Dinlenmesi Gerekenler (22) - Fairytale Gone Bad

This is the end you know
Lady, the plans we had went all wrong
We ain't nothing but fight and shout and tears

We got to a point I can't stand
I've had it to the limit, I can't be your man
I ain't more than a minute away from walking

We can't cry the pain away
We can't find a need to stay
I slowly realized there's nothing on our side

Out of my life, out of my mind
out of the tears that we can't deny
We need to swallow all our pride
and leave this mess behind
Out of my head, out of my bed
out of the dreams we had, they're bad
Tell them it's me who made you sad
Tell them the fairytale gone bad

Another night and I bleed
They all make mistakes and so did we
but we did something we can never turn back right

Find a new one to fool
leave and don't look back, I won't follow
We have nothing left, it's the end of our time

We can't cry the pain away
We can't find a need to stay
There's no more rabbits in my hat to make things right

Out of my life, out of my mind
out of the tears we can't deny
We need to swallow all our pride
and leave this mess behind
Out of my head, out of my bed
out of the dreams we had, they're bad
Tell them it's me who made you sad
Tell them the fairytale gone bad

SUNRISE AVENUE

25 Mart 2008 Salı

The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring

Allah biliyor ya ne kadar çok heyecanlandığımı hatırlamıyorum haberi ilk kez aldığımda. Lisede olduğumu ve ortaokuldayken o heyecanı çevrilen her sayfada tattığımı hatırlıyorum ama. The Hobbit ile başlamıştı her şey. Çevrilen son sayfa ve arka kapağa atılan uzun ancak bir o kadar hüzünlü bakışın yarattığı etki tarif edilemezdi. İlk defa bir kitaptan böylesine etkilenmiştim. Ancak son kez de olmayacaktı tabii. Liseye yeni mi başlamıştım yoksa ortaokul bitmek üzere miydi bilmiyorum. Ancak bu zaman aralığına tekabül etmişti The Hobbit'in öyküsünün devamı olan Yüzüklerin Efendisi miti ile tanışmam. Ben sıra altında çaktırmadan satırları gözlerimle takip etmeye çalışırken her yeni derste farklı bir öğretmeni yok saymanın hazı bambaşkaydı. Aslında öğretmenleri yoksaymak mı yoksa Frodo Baggins ve yoldaşlarının uzun ve zorlu yolculuğuna tanıklık etmek mi haz vermişti diye sorsam kendime ikinci seçeneği işaretlerim düşünmeden. Biten her kitabın ardından serinin diğer kitabını almak için para biriktirdiğim günler de çok uzak gelmiyor artık. Para denkleştirme işleminin tamamlandığı günler bayramdı adeta. Bir önceki kitapta insanı heyecan çölünün ortasında susuz bırakan macera kaldığı yerden devam edecekti. Üç kitap da tamamlandıktan sonra düşülen boşluk bende dipsiz bir kuyuda yapayalnız kalmış hissi yaratıyordu. Üstelik yardımıma yetişip de ip atacak bir Allah'ın kulu olmuyordu. Olması da mümkün değildi zaten. Yukarıda ışığı görüp de kendini dışarı atamamak zor olsa gerekti. Çareyi kendim üretmeliydim. Ürettim de... Her sene, her ay, her hafta... Canım ne zaman istersen kitapları raftan alıyorum ve bölümleri teker teker gözden geçiriyordum. Her ne kadar bu işlemden sıkılmamış olsam da bana ilk okuduğum zaman hissettiğim duyguyu yeniden yaşatacak bir yol gerekiyordu. Tam da bu noktada Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson yardımıma yetişti. Gerçek olması ve içinde yer alabilmek için sahip olduğum pek çok şeyden vazgeçebileceğim efsane filme çekiliyordu. Yüzüklerin Efendisi'ni beyaz perdede izleme fırsatım olacaktı. Ortaya çıkacak olan yapıtın kendi hayalgücümün değil de yönetmenin hayalgücünün bir ürünü olacak olmasını da pek takmamıştım ayrıca. Artık yapmam gereken sadece beklemekti. Başka çerem de yoktu zaten. Bekleme sürecini Frodo'yu, Gandalf'ı, Aragorn'u ve diğerlerini kimin oynayabileceğini düşünerek geçirdim... Çok da güzel olmuştu.
Serinin ilk kitabı olan Yüzük Kardeşliği'nin filmi Aralık 2001'de ülkemizde vizyona girecekti. Son 1 aya girildiğinde fragmanları kaç defa izlediğimi, odamın duvarlarına kaç tane poster astığımı bilmiyordum. Hazırladığım bir takvime mahkum misali her gün çizikler atıyordum. Filmin vizyona gireceği cuma gününe tam bir hafta önceden biletimi de almıştım. İşin garibi sınıftaki arkadaşlarım da benim heyecanıma ortak olmuştu ki hâlâ hatırladıkça gülerim buna. O beklenen cuma günü geldiğinde okuldaki hiçbir derse kulak veremediğimi bilirim. Belki çok fazla abartıyordum ama buna da engel olamıyordum.
Gece geç saatlerde salondan ayrıldım. Her ne kadar kitaptaki bazı önemli noktalar pas geçilse de böylesine ayrıntılı bir kitabı aktarabileceği en iyi şekilde aktarmıştı Peter Jackson beyaz perdeye. Ancak yine de Yaşlı Orman'ı, hobbitleri Söğütadam'dan kurtaran Tom Bombadil ve eşi Altınyemiş'i, hatta filmde çocuk gibi gösterilen Frodo Baggins'in aslında 50 yaşında olduğunu da filmde görmek isterdim. Evet, çok şey istiyordum. İleri de ben de yeni versiyonunu çekecek olursam her ayrıntıyı koyacağım filmlere, söz!
Salondan çıktıktan sonra bir sene sonrasını beklemenin ne kadar zor olacağını düşünüyordum. En azından elimde Yüzük Kardeşliği'nin bir DVD'si olsaydı sıkıldıkça izleyebilirdim. Fakat o vakitler DVD'ler şimdiki gibi erken çıkmıyordu. Yüzük Kardeşliği'nin DVD'sine sahip olabilmek için ağustos ayına kadar beklemek zorunda kalmıştım. Şimdi kütüphaneme göz attığımda serinin üç kitabını ve tek ciltlik özel versiyonunu kitaplığın en güzel yerine koymuş olduğumu; arşivime baktığımda ise üç filmin de VCD'lerine, DVD'lerine ve hatta yurt dışından getirttiğim her bir filmi 30 dakika daha uzatan genişletilmiş versiyon DVD'lerinin de olduğunu görüyorum. Bu da gereksiz bir ayrıntı oldu işte.
Serinin benim gibi manyakları ve normal hayranları bilirler ama ben yine de adetimi bozmayarak The Fellowship of the Ring'in gidişatı hakkında kısa bir bilgi vereyim. Efsanenin temelini seven ya da sevmeyen herkes bilir. Yüzüklerin Efendisi son 100 yılın en çok okunan kitabı arasında en başta gelir çünkü. Bilmemek ayıptır :) Sadece bir fantezi romanı değil; insanlığın halini, iktidar mücadelesi ve savaş üzerine bir romandır. Aynı zamanda umutsuz bir yolculuğu, en küçük varlığın bile dünyanın kaderine hükmedebileceğini, fedakârlık ve dostluğun nelerin üstesinden gelebileceğini, hırs ve ihanetin nelere mâl olabileceğini anlatan bir efsanedir... Sauron (kim olduğunu anlatabilmem için Silmarillion'un derinlerine inmem gerek, kusura bakmayın) Güç Yüzükleri'nin yaratıcısıdır. Bunlardan üçü olan Nenya, Narya ve Vilya elf ırkının krallarına; yedisi cüce ırkının hükümdarlarına ve dokuz tanesi ise tamahkâr insan ırkına Sauron tarafından armağan olarak verilmiştir. Ancak Sauron habersizce bir yüzük daha yaratmıştır. Bu yüzüğe tüm nefretini ve enerjisini koymuştur. Bu Tek Yüzük ile diğer bütün yüzüklere hükmedebilecek ve bu sayede Orta Dünya'nın tek sahibi olacaktır. İnsanlar, elfler ve cüceler için yapılabilecek tek şey giderek güçlenen Sauron'un Tek Yüzük'ünü yok etmektir. Ancak bu hiç de kolay değildir. Tek Yüzük sadece yapıldığı yer olan Mordor'daki Orodruin'de yok edilebilmektedir. Mordor ise Sauron'un ikamet ettiği diyardır. Bir başka deyişle girişi olan ama çıkışı olmayan bir diyardır... İnsanlar ve elflerden oluşan ittifak güçleri Mordor'un kapısına dayanırlar. Başlangıçta imkânsız olan zafer çok yakındır. Yüzük Sauron'un parmağından kesilip alınır. Ancak yüzüğü ele geçiren Gondorlu İsildur Yüzük'ün cazibesine kapılır ve Tek Yüzük'ü yok etmekten vazgeçer. Tüm Orta Dünya'nın kaderi o anda yazılır. Yüzük'ün kendi iradesi de vardır ve kendisini ele geçiren herkesi yönetebilmektedir. İsildur'un da sonunu hazırladıktan sonra tam 2500 yıl boyunca sırra kadem basar. Bu noktada The Hobbit önplana çıkar. The Hobbit'te Bilbo Baggins isimli bir hobbit Yalnız Dağ'a yaptığı bir yolculuk sırasında Tek Yüzük'ü bulur. Yüzük Kardeşliği'nde ise Bilbo'nun yeğeni Frodo ve arkadaşlarının Tek Yüzük'ü yok etmek amacıyla çıktıkları yolculuğun ilk bölümüne tanıklık ederiz. Savaşlardan ve her türlü sorundan ırak yaşayan hobbitlerin diyarı Shire'da başlayan yolculuk önce elf kralı Elrond'un Ayrıkvadisi'ne, oradan cüce hükümdarların mekanı Moria'ya ve sonrasında da Anduin nehrinin kıyılarına dek uzanır. Burada kardeşlik dağılır ve ikinci film olan The Two Towers beklenir.
Filmlerin yönetmen koltuğunda oturan isim Yeni Zelandalı yönetmen Peter Jackson. Peter Jackson yönetmenlik kariyerine 15 yaşında başlayan, yaptığı birçok gerilim filmiyle bir bakıma başarıyı yakalayan ancak hak ettiği şöhreti 2001 yılından itibaren vizyona giren Yüzüklerin Efendisi üçlemesi ile yakalayan bir yönetmen. Kendisi çocukluğunda Yüzüklerin Efendisi için "Şu hikâyeyi biri çekse de izlesem" diye düşünürmüş bu görevin kendisine kısmet olduğunu bilmeyerek. Böylesine ayrıntılı ve yorucu bir işin üstesinden kalkabileceği en iyi şekilde kalkmış, serinin almadık Oscar bırakmayan son filmi The Return of the King ile de en iyi yönetmen Oscar'ını kucaklamıştır.
Jackson için filmleri çekmekten daha zor olanının oyuncu seçimleri olduğunu düşünüyorum. Çünkü kitaptaki her karakter son derece ayrıntıya sahip karakterlerdi ve seçilecek oyuncuların üzerinde bu karakterlerin tam oturması gerekiyordu. Ben bu anlamda da başarılı buldum Jackson'u. Filmin oyuncu kadrosunda gerçekten kayda değer isimler bulunuyor. Bunların en başında gelen isim Christopher Lee. 86 yaşındaki oyuncu seride Saruman karakterine muhteşem bir şekilde hayat vermişti. Diğer önemli isimlerden Ian Holm Bilbo Baggins'i, Ian McKellen de Gandalf'ı canlandırdı. Filmdeki yıldızlar geçidi bu isimlerle sınırlı kalmadı tabii. Oscar adayı oyuncu Viggo Mortensen hikâyenin ana karakterlerinden Aragorn rolüne bürünürken, Oscarlı oyuncu Cate Blanchett ise elf kraliçesi Galadriel'e hayat verdi. The Matrix serisinin Agent Smith'i Hugo Weaving elf kralı Elrond'u, ünlü oyuncu Sean Bean kardeşliğin üyelerinden Gondorlu Boromir'i, emektar aktör John Rhys-Davies cüce Gimli'yi, Karayip Korsanları'nın Will Turner'ı Orlando Bloom Legolas'ı, fedakâr ve azimli hobbit Samwise Gamgee'yi Sean Astin, yüzük taşıyıcısı Frodo Baggins'i Elijah Wood, elf prensesi Arwen'i Liv Tyler, Meriadoc Brandybuck'u Lost'un Charlie'si Dominic Monaghan, bir diğer kardeşlik üyesi olan Peregrin Took'u da Billy Boyd canlandırdı.
The Lord of the Rings: The Fellowship of the Ring hakkında bir şeyler karalamaya çalıştım. Bir film yazısından öte biraz anı da kokmadı değil bu yazı. Gereğinden fazla uzattığımın da farkındayım. Benim yazacaklarım burada son buluyor. Bundan sonra okuyacaklarınız film ile ilgili ilginç ayrıntılardan oluşmakta. Yani alınteri değil kopyala-yapıştır...

  • Aragorn rolü için önce Stuart Townsend seçilmiş fakat 4 günlük çekimden sonra Peter Jackson rol için daha yaşlı bir aktör gerektiğini farkedip Stuart Towsend ile Viggo Mortensen'i değiştirmiş.
  • Elf lordu Elrond'u David Bowie'nin oynayacağı söylense de rolü Hugo Weaving kapmış.
  • Daniel Day-Lewis, Aragorn rolünü oynamayı reddetmiş.
  • Filmin başında Galadriel'in Yüzük'ün hikayesini anlatması sırasında John Howe ve Alan Lee'yi 9 insan kralından ikisini canlandırırken görebilirsiniz.
  • Filmin giriş sahnesinin anlatımı için önce Elijah Wood ve Ian McKellen düşünülmüş ama sonuçta sahne Cate Blanchett'e kalmış.
  • Bilbo Baggins'in doğumgünü pastasında 111 tane mum varmış ve normal olarak polyesterden yapılan pastayı tutuşturuvermiş.
  • The Lord of the Rings serisinin çekimi Yeni Zelanda ekonomisine 200 milyon dolar ek para getirmiş.
  • Filmin Special Edition DVD'sinin jeneriğine isimlerini koydurmak isteyen hayranlar kişi başı 39.95 $ ödemişler.
  • Hobbiton'un yapımına filmin çekimleri başlamadan 1 sene evvel başlanmış. Gerçekten yaşanır ve doğal bir yer olduğunu göstermek için gerçek sebzeler ve çimler ekilmiş. Hatta çimlerin ne kadar uzun olacağına karar vermek için koyunlara yedirmişler önce.
  • Moria madenlerinin kapısı, yol işaretlerinin yapıldığı maddelerden yapılmış.
  • Moria madenlerindeki orkların çığlık sesleri için, possumların kaydedilmiş sesleri kullanılmış.
  • Mağara trolünün sesi için mors, kaplan ve at sesi karışımından oluşan bir ses kullanılmış.
  • Çekimlerinin dışında kalan zamanlarda sörf yapan Viggo Mortensen bir gün yaralanıp yüzünün tek tarafı mosmor olunca, makyajla kapatamamışlar ve Peter Jackson o gün çekilecek sahne için yüzünün tek bir tarafının çekilmesine karar vermiş. Bu sahne de Moria madenlerine girdikleri sahne oluyor.
  • Orlando Bloom aslında Faramir rolü için seçmelere katılmış ama Legolas rolü için geri çağrılmış.
  • Filmin fragmanı internette yayınlandığı ilk 24 saatte 1.6 milyon kere bilgisayarlara indirilmiş.
  • Filmin orjinal uzunluğu 4 buçuk saatmiş.
  • Bir dövüş sahnesinde Viggo Mortensen'in dişi çıkmış ve ögle yemeği arasında gidip tedavi olmuş.
  • Oyuncu ekibi ve film ekibi için her sabah kahvaltıda 1,460 yumurta pişiriliyormuş.
  • Viggo Mortensen bütün sahnelerini dublörsüz çekmiş ve bütün dövüş sahnelerinde gerçek çelik bir kılıç kullanmış.
  • Orlando Bloom da neredeyse hiç dublör kullanmamış ve bir kaburgasını kırmış.
  • Sam'ın Frodo'nun arkasından nehire koştuğu sahnede Sean Astin bir cam parçasına basmış ve ayağında protez hobbit ayağı olmasına rağmen o kadar çok kanamış ki mecburen hastaneye kaldırmışlar.
  • Christopher Lee, The Lord of the Rings serisini senede bir kere okurmuş ve Tolkien ile tanışan tek oyuncuymuş.
  • Film için ilk seçilen oyuncu Tolkien ile tanışmış olmasından ve kitabı birçok kere okumasından dolayı Christopher Lee'ymiş.
  • Gimli'yi canlandıran John Rhys-Davies, filmdeki en uzun boylu oyuncuymuş (Tam 186 cm)
  • Yüzük Kardeşliği'nde bulunan karakterleri canlandıran oyuncular bunun anısına elf dilinde 9 sayısını dövme olarak yaptırmışlar. Peter Jackson da elf dilinde 10 sayısını yaptırmış.
  • Oyuncu ekibi bazı sahne çekim mekanlarına helikopterle götürülüyorlarmış. Sean Bean uçma korkusu yüzünden karlı dağları geçtikleri sahnenin çekimleri için, her gün giyinmiş bir şekilde 2 saatini dağın eteklerinden setin kurulu olduğu tepeye kadar tırmanmakla geçiriyomuş.
  • Viggo Mortensen kendini rolüne öyle kaptırmış ki bir sohbet sırasında Peter Jackson'ın kendisine Aragorn diye hitap ettiğini yarım saat boyunca fark etmemiş.
  • New Line Cinema'dan önce film Miramax'a verilmiş ama Miramax ikişer saat uzunluğunda sadece 2 film yapmayı isteyince film New Line'a verilmiş.
  • Dominic Monaghan ve Jake Gyllenhaal, Frodo Baggins rolü için seçmelere katılmışlar.
  • Peter Jackson, Galadriel olarak Lucy Lawless'ı ve Arwen olarak da Uma Thurman'ı oynatmak istemiş ama o sırada 2 aktrist de hamile olduğundan dolayı roller Cate Blanchett ve Liv Tyler'a gitmiş.
  • Gandalf'ın, Isengard'da mahsur kadığı sırada yardımına gelen güve kelebeği, sahnenin çekildiği gün doğmuş ve sahnenin çekiminden kısa bir süre sonra da ölmüş.
  • Gandalf'ın Balrog'la karşı karşıya kaldığı sahnede aslında Ian McKellen bir pinpon topuna karşı rol yapıyormuş.
  • Peter Jackson, Çıkın Çıkmazı film setini saklıyormuş (The Hobbit için olsa gerek).

24 Mart 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #20

  • İktidardaki parti 5 yıllık Güneydoğu planını yapmış. Bu kapsamda bu bölgeye 12 milyar dolara varan yatırım yapılacakmış. 12 milyar dolarlık kömür ile Güneydoğu artık daha sıcak olacakmış.
  • Nevruz adı altındaki terör eylemleri tüm yurtta hainler tarafından coşku ile gerçekleştirilmiş. Antalya'ya dahi sıçrayan eylemler sırasında güvenlik güçleri yine tazzikli su sıkmak zorunda kalmış.
  • Yarışma programlarında ün kazanan isimleri yarışma sona erdikten sonra televizyonda program sunarken görmek istemeyenler... Birleşin!
  • Şaka gibi... Makedonya'da bir arı yetiştiricisinin kovanlarından bal çalan bir ayı hırsızlıktan mahkum edilmiş. Gerçi inekleri ile evlenen adamı duymuştum. O daha da şaşırtıcıydı.
  • Parti kapatma davası açılmadan önce Ergenekon'u devlet düzenine kastetmek isteyen bir örgüt olarak tanımlayan iktidardaki parti davadan sonra bu operasyon kapsamında İlhan Selçuk'u gözaltına aldı. Cumhuriyetin ve lâikliğin başlıca savunucularından olan İlhan Selçuk hangi yönüyle devlet düzenine kastediyor, meraklar içerisindeyim.
  • Terör örgütünü "Özgürlük savaşçıları" olarak adlandıranların kapatılması söz konusu iken her şeyi güllük gülistanlık olarak görenler devran kendilerine dönünce neden şeri bir tavır takındılar? Sormam ayıp tabii...
  • Uyan Türk milleti! "Bugün de şeriat gelmedi, oh!" mantığıyla nereye kadar?
  • Ben YouTube'un yerinde olsam siteye Türkiye'den erişimi kesinlikle yasaklarım. Çocuk oyuncağı mı bu?
  • Yeni çıkan bir yasa ile resmi nikaha sahip olmayan kadınlar için dayak mübah görülmüş. Türk kadını hak ettiğini alıyor desenize...
  • Bazen "Keşke yüzgeçlerim olsa" diyorum.
  • Bu haftayı çok gergin sinirler eşliğinde geçirdim. Yakındır, birinden birine geçireceğim!
  • Hayatını burçlara göre şekillendiren insanlar var ya ben bunlara çok sinir oluyorum.
  • Yeter sanırım!

22 Mart 2008 Cumartesi

"The Hobbit"in İlk Baskısı Rekor Fiyata Satıldı

Bu tip haberleri okuduğumda üzülüyorum, sinirleniyorum. Tolkien'in en yakın arkadaşına ithaf ettiği ve adına imzaladığı The Hobbit'in ilk baskısı rekor bir fiyata alıcı bulmuş. Londra'da yapılan açık artırmaya telefonla katılan ve isminin açıklanmasını istemeyen alıcı kitaba sahip olabilmek için 60 bin Sterlin'i (Yaklaşık 150.000 YTL) çatır çatır saymış. Bu rakamın satış öncesi tahmin edilen rakamın iki katı olması da ayrı bir anektod. The Hobbit ilk kez 1937 yılında yayınlanmış ve ilk baskısı 1500 adet basılmıştı. Bugüne kadar ise dünyada yaklaşık 50 dilde 100 milyondan fazla basıldığı biliniyor.

18 Mart 2008 Salı

Creativity (12)

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 29

"And now we are free. I will see you again... but not yet... Not yet!" - (Gladiator - Djimon Hounsou)

Mim!

Mobius tarafından mimlenmişiz. Mimin konusu da çocuk istismarı. İnternet üzerinde çocuk istismarını durdurma amaçlı bir proje başlatılmış. Mime göre yapılacaklar listesi şöyle;

  • Çocukluğunuzda hatırladığınız ilk şarkı ve şu anda dinlediğinizde hissettirdikleri
  • Banner
  • "Çocuk İstismarını Durdurun" sloganının yazıda geçmesi

Çocukluğumda herkes daha dün annelerinin kollarında yatarken ve çiçekli bahçelerinin yollarında koşarken benim dilimden düşmeyen şarkı şuydu;


Cumhuriyet, cumhuriyet, en güzel şey hürriyet
Nice zahmet, nice emek verdi sana bu millet!
Gazimin sen en büyük yadigârısın bana
Nice zahmet, nice emek verdi sana bu millet!

Dalgalansın her tarafta şanlı Türk'ün bayrağı
Korumaktır ve yüceltmek azmimiz bu toprağı!
Bu vatan hiç sensiz olmaz, ey güzel cumhuriyet
Milletim öyle demiştir; ya ölüm, ya hürriyet!


Çok severdim ben bu marşı. Sadece ulusal bayramlarda değil, evin içinde, sokakta ve Mustafa Kemal'in resmini gördüğüm her mekânda. Uzun zaman oldu dinlemeyeli... Yoksa dinletilmeyeli mi demeliydim? Çağın en büyük buluşu internet dahi yetişemiyor imdadıma... Bu söylediklerimin çocuk istismarı ile alakasını hâlâ bulabilmiş değilim.

İkinci adım olan "banner"i geçiyorum...

Ve çocuk istismarı... Sözlük anlamına baktığımızda karşımıza çıkan cümle şöyle; "Çocuk istismarı fiziksel ya da psikolojik olarak bir çocuğa bir yetişkin tarafından kötü davranılmasıdır"... Bir rapora göre 20 ülkede kız çocukları kaçırılıp cinsel köle olarak kullanıldıkları gibi fiilen silahlı çatışmaya da sokuluyorlarmış. Adı üstünde, çocuk bunlar. Oynamak, eğlenmek, hoplamak, zıplamak isterler küçücük yürekleri elverdiğince. İlk demlerini yaşadıkları hayatlarından okkalı bir şamar yemeyi hak etmiyor onlar. Burada en büyük iş de ebeveynlere düşüyor. Çünkü bir bakıma çocuk istismarı istismar olmaktan çocuk ihmalkârlığa kaçıyor. Çocuklar ebeveynlerinin bir anlık zevklerinin kurbanı olmamalı. Dünyaya geldikleri andan itibaren duygusal olarak ve fiziksel olarak ihmâl edilmemeliler. Bu gibi durumlarda aile çocuğuna bu ihmâli ya da istismarı yaşatıyorsa sanırım sorunu başka yerdelerde aramanın pek bir manası yok. Bu çocuklar sokağın ne demek olduğunu bilmeden evden kaçmaya zorlanmamalı. Sonrasında kötü ellerde cinsel, duygusal ve fiziksel olarak tüketilmemeli. ...-memeli ve -mamalı... Keşke sözler ağızdan çıktığı gibi eyleme dökülebilse... Bir de, televizyonda çocukluğu simgeleyen şeyleri büyükler kendi fantazilerine oyuncak etmemeli. İçinde çocuk barınmasa da en büyük istismar bu olacaktır!
Yazının içinde "Çocuk İstismarını Durdurun" diye de seslenmek gerekiyormuş. Böyle platformlardan bağırmak tek başına yeterli olsaydı galiba dünya yaşanılacak bir yer olurdu. Sözler değil eller koyulmalı taşın altında... Haydi kalın sağlıcakla!

18 Mart

Atalarımızın canları pahasına korudukları vatan topraklarını para ve türlü rant karşılığında dış güçlere satanlara... Kurtuluş ve bağımsızlık sadece topla tüfekle olmaz. Topla tüfekle kazanılan bağımsızlıktan masa başında vazgeçiliyorsa onun adı bağımsızlık olmaz!!!
Çanakkale'de vatan topraklarını korumak için can veren tüm atalarımızın önünde saygı ve utançla eğiliyorum!

17 Mart 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #19

  • Yedi Karanfil dinliyorum şu günlerde. Ders çalışırken gerçekten iyi geliyor.
  • Meşhur Cadbury çikolatalarının Finger versiyonunun L'Original olanı tadından yenmiyor. Olumlu anlamda tabii ki :)
  • %46,5 oy alanlar buna güvenip her istediğini yapabileceklerini sanıp, bunun adının da demokrasi olduğunu zannediyorlar. Her ne kadar partilerin kapatılması saçmalığına karşı olsam da Mustafa Kemal'in mirasının yok edilmesine karşı olduğum kadar değilim. Yine de hiçbir şey değişmeyecek, o ayrı maalesef.
  • Çarşamba'yı Sel Aldı ne güzel bir türkümüzdür.
  • Mario Levi'nin Güneydoğulu bir aşçı arkadaşının dediğine göre sadece Güneydoğu'da 1000 çeşit yemek varmış. Varın siz düşünün ülkemiz mutfağının ne denli zengin olduğunu.
  • Eti Puf'un çileklisi gibi bir şey iyi ki var.
  • Samanyolu TV'deki yemek programlarından birinde Kadınbudu Köfte ve Dilber Dudağı tarzındaki yemek isimleri değiştirilerek söyleniyormuş. Anladınız siz onu!
  • Süpermarketlerden çıkarken sizden önce alışveriş yapan kişinin ardında bıraktığı fişi alıp incelemek çok ayıp bir şey ama ben yapıyorum bunu fırsatım oldukça.
  • Kereviz gibi bir şey neden var? Tatsız ve hatta tuzsuz, ayrıca leş gibi de kokuyor Allah'ın gücüne gitmesin. Evde piştiğini hissettiğim an kendimi sokakta bulurum.
  • En güzel kola kutu kola, en kötü kola 2,5 litrelik kola... Bir boya markasının reklamlarına benzedi bu.
  • Geçtiğimiz günlerde cep telefonuma gelen bir mesaj aynen şöyle; "Sevgili arkadaşlarım bugün 250 bedava mesajlarımı kullanmamın son günü. O yüzden sırf X'e (burada GSM operatörünün adı yazıyordu) zarar vermek için bu mesajı çekiyorum."
  • Avatar adında bir animeye başladım. Güzel bir şey...
  • Kanal D Home Cinema çok güzel bir Atatürk belgeseli çıkarmış. Fiyatı da son derece uygun. Alın, aldırın; izleyin, izletin!
  • Sultanahmet'teki Yerebatan Sarnıcı çok esrarengiz bir yer, gerçekten.
  • İşte öyle bir şey!

En Büyük 100 Kahraman & Kötü Adam

"Yalnızca filmlerin yaratabileceği canlı efsaneler onlar! İdolleştirdiğimiz kahramanlar, tiksindiğimiz kötü adamlar! Karşınızda en büyük 50 kahraman ve 50 kötü adam..."
Total Film'in Mart 2008 sayısında yayınlanan süper bir incelemenin başlık açıklamasından alıntıdır yukarıdaki yazı. Az sonra okuyacaklarınız da dergideki incelemenin özet geçilmiş hâlidir. Muhteşem bir iş çıkarmış Total Film. Sinema tarihinin en kötü 50 adamı ile en sevilen 50 kahramanının ağızlara layık bir listesini çıkarmış. Her ne kadar listede birkaç eksik görsem de yine de muhteşem bir liste olmuş. Okurken ve zirvedeki isimleri beklerken çok keyif almıştım. Dergiden izin almamış olmama rağmen her iki listeyi de aşağıya yazıyorum. Olur da öğrenirlerse başımı yakmamaları için ellerimi göğe kaldırıyorum. Herkesin dergiye verecek parası yok. En azından listeyi paylaşayım dedim. Bakın bedava reklamınızı da yaptım, fena mı?
En çok sevilen, "Ah ulan şu adam gibi olsaydım" dedirten 50 adam ile başlayıp; genellikle bizi fitil eden, zaman zaman da kabuslarımıza konuk olan sinema tarihinin en kötü 50 kötü adamı ile devam edelim öyleyse.

EN BÜYÜK 50 KAHRAMAN

50- Atticus Finch (To Kill A Mockingbird --- 1962)
49- Rick Blaine (Casablanca --- 1942)
48- David Dunn (Unbreakable --- 2000)
47- Sarah Conner (The Terminator --- 1984 / Terminator 2: The Judgement Day --- 1991)
46- John Shaft (Shaft --- 1971 / Shaft's Big Score --- 1972 / Shaft in America --- 1973 / Shaft --- 2000)
45- Sheriff John T. Chance (Rio Bravo --- 1959)
44- Jefferson Smith (Mr. Smith Goes To Washington --- 1939)
43- Komiser Cemil (Cemil --- 1975 / Cemil Dönüyor --- 1977): Cüneyt Arkın'ın efsaneleşmiş oyunculuklarından biridir Komiser Cemil. Kah güler, kah yine güleriz bu seriyi izlerken. Ama hayatımızda yer etmemiş olmasını da dilemeyiz hiçbir zaman. Yoksa "Oğlumun tedavisi için patronlardan alacağım her kuruş rüşvet ülkemde doğan her yavrunun gelecek güzel günlerini karartan bir lekedir" gibi cümlelerden ırak kalırdık.
42- Hafize Ana (Hababam Sınıfı serisi --- 1975-1981)
41- Lauri Strode (Halloween serisi --- 1978-2007)
40- Ellen Ripley (Alien serisi --- 1979-1997)
39- Adı Olmayan Adam (A Fistful of Dollars --- 1964 / For A Few Dollars More --- 1965 / The Good, The Bad, The Ugly --- 1966)
38- Aylak (City Lights --- 1931)
37- Kenji Watanabe (Ikiru - 1952)
36- Rooster Cogburn (True Gift --- 1969)
35- Peder Merrin (The Exorcist --- 1973 / Exorcist 2: The Heretic 1977 / Exorcist: The Beginning --- 2004 / Dominition: Prequel to the Exorcist --- 2005)
34- Elle Woods (Legally Blonde --- 2001 / Legally Blonde: Red, White and Blonde --- 2003)
33- Ali Rıza (Namuslu --- 1984)
32- The Terminator (Terminator 2: The Judgement Day --- 1991): Bir zamanların korkulu rüyasıydı o. Hem iyiler hem de kötüler için... Yaşamak isteyen onunla gitmeliydi keza!
31- Clarice Starling (The Silence of the Lambs --- 1991 / Hannibal --- 2001)
30- Optimus Prime (The Transformers: The Movie --- 1986 / Transformers --- 2007): Onsuz bir liste düşünülemezdi gerçekten. Çocukluk efsanemi sinemaya uyarlayanlara binlerce kez teşekkür...
29- Virgil Tibbs (In the Heat of the Night --- 1967 / They Call Me Mister Tibbs --- 1970 / The Organization --- 1971)
28- Thelma & Louise (Thelma & Louise --- 1991)
27- Mr. Davis (12 Angry Men --- 1957)
26- Abbas (Çiçek Abbas --- 1982)
25- İnek Şaban (Hababam Sınıfı serisi --- 1975-1977): Nur içinde yatsın, Kemal Sunal'ın bu memlekette güldüremediği insan yoktur herhalde. Sırf bu özelliğinden ötürü bile cennetteki yerinin hazır olduğunu düşünüyorum. Zira bir insana tebessüm ettirmek kadar büyük bir sevap var mıdır? Külbastısı pek iyi olmayan ama yahnisi parmakları yediren adam... Kalbimin listesinde zirve senindir! (Karakter hakkında konuşmam gerekiyordu sanırım)
24- Lassie (Lassie Come Home --- 1943 / Challange to Lassie --- 1949 / The Magic of Lassie --- 1978 / Lassie --- 1994 / Lassie --- 2005): Collie cinsi köpeğe Türk insanı her daim "Lesiiiii" diye sesleniyorsa bunun sorumlusu olan köpektir. Affetmiyorum onu :)
23- Rick Deckard (Blade Runner --- 1982)
22- John McClaine (Die Hard --- 1988 / Die Hard 2: Die Harder --- 1990 / Die Hard With a Vengeance --- 1995 / Die Hard 4.0 --- 2007): "Yippi Kayeey" deyişine kurban olduğum... :)
21- Cherry Darling (Planet Terror --- 2007)
20- Bay Lee (Enter the Dragon --- 1973)
19- Philip Marlowe (Murder, My Sweet --- 1944 / The Big Sleep --- 1946/1978 / The Lady in the Lake --- 1947 / The Long Goodbye --- 1973 / Farewell, My Lovely --- 1975)
18- George Bailey (It's A Wonderful Life --- 1946)
17- Samwise Gamgee (The Lord of the Rings üçlemesi --- 2001-2003): Hayatımın öyküsünün efsanevi kahramanıdır Samwise Gamgee. Bu liste roman kahramanları için yapılıyor olsa zirvenin uzak ara sahibi olacak karakterdir. Yine de beyaz perdede görme şansı bulduğumuz Samwise da listeye girmeyi fazlasıyla hak ediyordu ki kendisini ilk 20'nin içinde görmek bile yeterli zaten. Seviyorum ulan seni!!!
16- Wolverine (X-Men --- 2000 / X2 --- 2003 / X-Men: The Last Stand --- 2006)
15- Spartacus (Spartacus --- 1960)
14- Jason Bourne (The Bourne Identity/Supremacy/Ultimatum --- 2002-2007)
13- Butch Cassidy ve The Sundance Kid (Butch Cassidy and the Sundance Kid --- 1969)
12- Maximus Decimus Meridius (Gladiator --- 2000)
11- Donnie Darko (Donnie Darko --- 2002): Bu adamın her yeri kahraman olsa ne olur? Şu filme olan kinim hâlâ sona ermedi.
10- The Incredible Hulk/Bruce Banner (The Hulk --- 2003 / Incredible Hulk --- 2008)
9- Han Solo (Star Wars --- 1977 / The Empire Strikes Back --- 1980 / Return of the Jedi --- 1983): Star Wars serisini az biraz olsun seviyorsam bu karakter sayesindedir. Lâkin ben yine beğenmedim. İlk 5'te yer almalıydı. Sağlık olsun tabii.
8- Neo (The Matrix --- 1999 / The Matrix Reloaded --- 2003 / The Matrix Revolutions --- 2003)
7- Örümcek Adam (SpiderMan serisi --- 2002-2007): Geçiniz efendim!
6- Luke Skywalker (Star Wars --- 1977 / Empire Strikes Back --- 1980 / Return of the Jedi --- 1983): Anakin'in, yani nam-ı diğer Darth Vader'in oğlu olur bu kerata. Başka da bir özelliği yoktur benim gözümde.
5- Superman (Superman serisi --- 1978-2006): Christopher Reeve olmasaydı zordu bu elemanın ilk 5'te yer alması ama neyse...
4- James Bond (Bond serisi --- 1962-2006)
3- Rocky Balboa (Rocky serisi --- 1976-2006): Çocukken ufacıkken her filmden sonra evin duvarlarını yumruklayıp parmaklarımı kanatmışsam eğer ben bu adamın etkisinde kalmışım demektir. Adriaaaaaaaaaaan!
2- Batman (Batman serisi --- 1966-2008)
1- Indiana Jones (Raiders of the Lost Ark --- 1981 / Indiana Jones and the Temple of Doom --- 1984 / Indiana Jones and the Last Crusade --- 1989 / Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull --- 2008): Harrison Ford'u Harrison Ford yapan seridir Indiana Jones serisi. Kısaltılmış şekliyle Indy önümüzdeki mayıs ayında 19 yıllık bir aranın ardından yeniden George Lucas ve Steven Spielberg işbirliği ile beyaz perdeye uğrayacak. Kaçırmayacağız tabii. Kamçılı adamımız Indiana Jones şapkasını takar, çantasını alır, piramitlere uğrar da biz kaçırır mıyız? Bulunduğu yeri ziyadesiyle hak etmektedir o!

EN KÖTÜ 50 ADAM

50- Mr.Potter (It's A Wonderful Life --- 1946)
49- Bayan John Iselin (The Manchurian Candidate --- 1962)
48- Hans Beckert ("M" --- 1931)
47- Kamyon (Duel --- 1971): Spielberg'in bu filmindeki kamyon herhangi bir karaktere verilmiş bir lakap değil. Düpedüz, bildiğiniz kamyon.
46- Şehmuz (Ayrılamam --- 1986): Küçük Emrah'ın amcasıydı sanırım bu.
45- Max Cady (Cape Fear --- 1962-1991)
44- Frank (Once Upon A Time In The West --- 1968)
43- Dr. Elsa Schneider (Indiana Jones and the Last Crusade --- 1989)
42- Mr.Blonde (Reservoir Dogs --- 1992)
41- Phyllis Dietrichson (Double Indemnity --- 1944)
40- Begbie (Trainspotting --- 1995)
39- Tecavüzcü Coşkun (Arabesk --- 1988): Ne denir ki bu adama? Nuri dostuyla birlikte az can yakmadılar. Her ne kadar şimdilerde Antalya Beach Park'ta plaj işletse de bu zamanında edindiği kötü imajı temizlemeye yetmeyecek.
38- Lex Luthor (Superman --- 1978 / Superman 2 --- 1980 / Superman Returns --- 2006)
37- Verbal Kint (The Usual Suspects --- 1995): Bazı filmler vardır kült kategorisine erişen... Bu filmler aslında bünyesinde barındırdığı kült karakterler sayesinde bu mertebeye erişmişlerdir. Efsanevi karakter Verbal Kint de Türk ve Macar halkına selamını çakar...
36- Daniel Cleaver (Bridget Jones's Diary --- 2001 / Bridget Jones: The Edge of Reason --- 2004)
35- Ivan Drago (Rocky 4 --- 1985)
34- Patrick Bateman (American Psycho --- 2000)
33- Hans Gruber (Die Hard --- 1988)
32- Generak Zod (Superman --- 1978 / Superman 2 --- 1980)
31- Maho (Banker Bilo --- 1980): Garibanları düşürdüğü durumlar sayesinde köşeyi dönen bir adam o. Bir antikahraman belki de. Zor durumlarda uydurduğu yalanlar ile hep dört ayağı üstüne düşmeyi başaran bir hayran olunası kötü karakterdir aynı zamanda. "Evet, yaptım. Ama sor bakalım bi' kere, niye yaptım?"
30- Suzanne Stone Maretto (To Die For --- 1995)
29- John Ryder (The Hitcher --- 1986-2007)
28- The Wicked of the West (The Wizard of Oz --- 1939)
27- Ray (Nil by Mouth --- 1997)
26- Peder Harry Powell (The Night of the Hunter --- 1955)
25- Dr. Christian Szell (Marathon Man --- 1976)
24- Michael Corleone (The Godfather --- 1972 / The Godfather: Part 2 --- 1974 / The Godfather: Part 3 --- 1990)
23- Catherine Tramell (Basic Instinct --- 1992 / Basic Instinct 2 --- 2006): Böyle kötü karakter mi olurmuş? Erkekler için bir melektir o :)
22- Tony Montana (Scarface --- 1983): Al Pacino'nun ikinci ve üçüncü Godfather filmi arasına sığdırdığı Tony Montana karakteri Michael Corleone'den daha fazla ön plana çıktı. Çıkmalıydı da...
21- Annie Wilkie (Misery --- 1991)
20- Yüzbaşı Vidal (Pan's Labyrinth --- 2006): Son sahnede ciğerimin yağlarını eritmişti bu adam. Hak etmiş bu listeye girmeyi.
19- Beyaz Cadı (The Chronicles of Narnia: The Lion, The Witch and the Wardrobe --- 2005)
18- Alex Forrest (Fatal Attraction --- 1987)
17- Gordon Gekko (Wall Street --- 1987)
16- Peyton Flanders (The Hand That Rocks the Cradle --- 1992)
15- "Bebek" Jane Hudson (What Ever Happened to Baby Jane --- 1962)
14- John Doe (Se7en --- 1995)
13- Ak Saruman (The Lord of the Rings üçlemesi --- 2001-2003): Bu adam afedersiniz ama ibnenin önde gidenidir. Bir yerleri tutuşunca hayatta kalmak için kötüler ile işbirliği yapar. Ancak evdeki hesap hiçbir zaman çarşıya uymaz. Senden büyük Gandalf var Saruman efendi!!!
12- Jason Vorhees (Friday the 13th serisi --- 1980-2001 / Freddy vs. Jason --- 2003)
11- İsa (İklimler --- 2006)
10- Norman Bates (Psycho serisi --- 1960-1998)
9- Frank Booth (Blue Velvet --- 1986)
8- Michael Myers (The Halloween serisi --- 1978-2007)
7- Haceli (Yılanların Öcü --- 1962)
6- Hemşire Ratched (One Flew Over the Cuckoo's Nest --- 1975): Filmi izlerken bu kadına çok sinir olmuştum. Nicholson'un canlandırdığı karakter hazır boğazlamışken sonunu getirseydi diye çok heveslenmiştim. Bazen kötüler ölmüyormuş demek ki!
5- Freddy Krueger (A Nightmare on Elm Street serisi --- 1984-2003)
4- Derisurat (The Texas Chainsaw Massacre serisi --- 1974-2006)
3- Hannibal Lecter (Manhunter --- 1986 / The Silence of the Lambs --- 1991 / Hannibal --- 2001 / Red Dragon --- 2002 / Hannibal Rising --- 2007)
2- Darth Vader (Star Wars --- 1977 / Empire Strikes Back --- 1980 / Return of the Jedi --- 1983 / Revenge of the Sith --- 2005): Ulan bu adam kötü falan değil. Ben şahidim, yapmayın böyle, n'olur?
1- The Joker (Batman: The Movie --- 1966 / Batman --- 1989 / The Dark Knight --- 2008): Heath Ledger'l olanını henüz göremedik ama Jack Nicholson'lu olanı açık ara zirveyi hak ediyor.

14 Mart 2008 Cuma

Depuis qu'Otar est parti...

Anne... Hiç de göreceli olmayan, dünyanın neresinde hayata merhaba demiş olursa olsun her birey için aynı anlamı ifade eden bir kavram. Kız çocukları için geçerliliğini sürdüren bir monarşi belki de... Erkek çocuk için bağlılığın simgesi. Annenin kendisi de evlatlarını korumak amacıyla gerilen bir kanat. Anne... Dünyaya getirdiği hayatının anlamlarını sevgiyle besleyen, onların serpilmesini gururla izleyen... Gün gelip de onların kendinden önce göçüp gitmesine yüreği dayanmayacak olan... Öyle bir durumda defin yeri olarak toprak altını değil gözyaşlarını akıttığı yüreğini seçen insanüstü varlık... Asla kabullenemez, kabullenmez. Bir anne için kaybetmek yoktur.
2003 yılında çekilen ve büyük beğeni toplayan, bunu da Cannes Film Festivali'nden 2 ödülle dönerek kanıtlayan Otar Gittiğinden Beri anne ve evlat olmayı bir buçuk saat içinde en güzel şekilde özetleyen sıcacık bir film. Öyle bir insan düşünün ki bir ayağı çukurda olmasına karşın kendinden kilometrelerce uzakta olan evladını son bir kez görme arzusuyla yaşam uçurumunun yamacında yakaladığı dala sımsıkı sarılmış olsun. Öyle bir evlat düşünün ki annesinin yüreğine kor düşürmemek için aylarca aynı yalanı söylemeyi sürdürebilsin. Öyle bir torun düşünün ki ne şiş yansın ne kebap ikilemi içinde elinden geleni yapamamanın çaresizliği içinde çırpınsın. Ve öyle bir film düşünün ki belki de çok aşina olduğumuz yaşanmışlıkları sanki ilk defa görüyormuşuz hissiyatı ile bizi içine çeksin, içimizden bir yerleri koparırken bir yerleri birbirine bağlasın.
Otar Gittiğinden Beri 3 kadının üzerinde dönen bir hikâyeye sahip. Eka hayatının sonbaharında kendinden çok uzaklarda olan oğlu Otar'dan gelen haberlerle yaşamakta, günün birinde onu son bir kez görebilme arzusunun ateşi içinde yanmakta olan bir annedir. Kızı Marina ve torunu Ada ile birlikte Gürcistan'ın başkenti Tiflis'te yaşamlarını yoksulluk içinde sürdürmektedirler. Bir de Otar vardır tabii ki. Eka'nın çok sevdiği oğlu Otar, Gürcistan'da tıp fakültesinden mezun olmuş akabinde kaçak olarak çalışmak üzere Paris'e kaçmıştır. Gürcistan'da tıp fakültesinden mezun olmak Paris'te bir işine yaramayınca kendisine şantiyede bir iş bulmuştur. Eka hemen hemen her gün oğluna mektup yazdığı gibi, her telefon çalışında yüreğini umutla doldurmuştur. Oğlundan gelen mektupları okuduğunda ve telefonda sesini duymayı başardığında sevincinden uyuyamamaktadır. Ancak bir gece Marina çalan telefona sarıldığında beklemediği bir haber ile sarsılır. Otar bir iş kazasında feci şekilde can vermiştir. Üzüntü ve çaresizliğin pençesinde acı çekmekte olan Ada ve Marina acılarını kalplerine gömerler ve oğlunun hasreti sayesinde ayakta durmayı başaran Eka'ya gerçeği söylememek üzere birbirlerine söz verirler. Artık Eka oğlundan telefon alamayacak olsa da sık sık edindiği yalan mektuplarla avunmak zorunda kalacaktır.
Son derece başarılı bu filmin yönetmen koltuğunda Julie Bertucelli'yi görüyoruz. Otar Gittiğinden Beri aynı zamanda yönetmenin ilk ve son uzun metraj çalışması olarak göza çarpıyor. Bu açıdan baktığımızda yönetmenin gerçekten takdire şayan bir iş çıkardığının altını çizmemiz gerekiyor.
Filmde rol alan başrol oyuncularının hepsi de göze çarpan bir oyunculuk sergilemişler. Özellikle bugün 95 yaşında olan ve filmde Eka'yı canlandırmakta olan Esther Gorintin'i izlemek büyük zevk. Ayrıca filmi izlerken bu tatlı kadının yanaklarını sıkmak istemeyecek birini düşünmüyorum. Filmdeki bir diğer ön plana çıkan oyuncu ise Dinara Drukarova. Drukarova 13 yaşındayken rol aldığı kariyerinin ikinci filmi olan Don't Move, Die and Rise Again ile dikkatleri çekmeyi başarmıştı. Çünkü bu film Cannes Film Festivali'nde ödüle layık görülmüştü. 1996 yılına kadar birçok Rus filminde boy gösteren oyuncu Avrupa sinemasına ilk adımını The Son of Gascogne ile attı.
Otar Gittiğinden Beri kısaca böyle bir film. Filmin başından itibaren izleyiciyi kendine çekmeyi başaran film harika bir finalle son noktayı koyuyor. Özellike final sahnesinde kardeşinin ölüm haberini annesinden saklayan Marina'nın an gelip annesiyle aynı konuma düşmesi son derece iyi kotarılmış. Bunun yanı sıra Eka'nın gerçeklerle yüzleştiği sahnenin ardından kızına ve torununa yaptığı açıklama izleyenin yüzünde acı bir tebessüm yaratacak cinsten. Otar Gittiğinden Beri kolay bulunabilecek bir film değil. Ancak kesinlikle aramaya değecek bir film.

10 Mart 2008 Pazartesi

Semada Yerlerini Alanlar

Çok sevdiğimiz Yeşilçam'ın aramızdan ayrılan emektarları... Biraz tüylerimizi dikenleştirelim!

Pazartesi Notları #18

  • Geride bırakılan 1 hafta boyunca akıl ağacımın dallarına asılı kalan ve toprakla buluşmayı bekleyen düşüncelerimi yansıtacağım Pazartesi Notları sizleri beline kadar eğilerek karşılar...
  • 1 Ocak 2009 itibariyle Mustafa Kemal Atatürk artık Türk Lirası'ndan bize bakamayacak. Paramız değer kaybetmeye devam edecek!
  • Geride bıraktığımız 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun. Hak eden Türk kadınına kutlu olsun!
  • Uludağ Üniversitesi'nde sol ve sağ görüşlü öğrenciler birbirine girmiş. Gideceğimiz yol belli: 80'lerin Türkiye'si... Birileri böyle istiyor çünkü.
  • Sinemamızın usta oyuncusu Kenan Pars'ı bugün, doğum gününde, kaybettik. Işıklar içinde yatsın.
  • Danone'nin çilekli yoğurdu güzel!
  • Fenerbahçelilerin bulunduğu tribünde maç izlemek adamı sinir ediyormuş. Dün bunu da görmüş olduk.
  • Fatih Erkoç bir şarkısında "Avuç içi kadar mutluluk yeter" diyordu. Ben ona hep "Havuç içi kadar mutluluk yeter" derdim.
  • "Hey taksi! Bütün işlerim gitti aksi"... Allah'tan böyle şarkılara rastlamıyoruz artık.
  • Türk erkeği Coca Cola Zero'yu Coca Cola Light'tan daha fazla tüketiyormuş. "Light" isminden kaybediyormuş demek ki.
  • Bir arkadaşımın katil kaplumbağaları var. Bulundukları akvaryuma atılan her balığı 2 dakika içerisinde midelerine indiriyorlar. Panter Emel'e duyurulur :)
  • Haydi, kalın sağlıcakla...

Tesis

Gerilim filmlerinde çokça işlenen bir olgudur "snuff". Peki nedir "snuff"? Öyle sadece İngilizce ismini vermekle olmaz tabii. Ben açıklayayım, sonrasında nasıl olsa "Hah, tamam, biliyorum ben bunu" diyeceksiniz. Efendim bu terim sadist insanların - genellikle katiller oluyor bunlar - kurbanlarına işkence ederken ve onları öldürürken yaptıklarını kayda almaları işlemine verilen addır. Bir dönem Amerikan sinemasına da bol malzeme vermiştir "snuff". Ancak Amerikan sineması bu konuya el atmadan bayağı bir önce Şilili genç bir yönetmen "snuff" kavramını son derece başarılı bir şekilde beyaz perdeye aktardı. Sonrası da malum... Taklitlerden sakınmak gerek bazen. Ancak bunun için ilk yapılandan da bihaber olmamak lâzım.
1996 yılında çekilen ve o dönem büyük sükse yapan bir filmden bahsedeceğim. Filmin adı Tesis. Tesisden kasıt herhangi bir dinlenme tesisi ya da bir işletme değil. Buradaki Tesis kelimesi İspanyolca ve kendi dilimize çevirdiğimizde Tez anlamına gelmekte. Film bir üniversite öğrencisi olan Angela karakterinin etrafında dönen ilginç olaylar silsilesine çeker seyirciyi. Angela şiddet ve unsurları ile ilgili bir tez yazmaktadır. Okuldaki profesörlerden birinin de yardımıyla eline bir kaset geçer. Bu kasedin tezini tamamlamasına yardımcı olacağını ummaktadır. Ancak kasedi oynatıcıya yerleştirdiği andan itibaren geleceğinin beklemediği bir şekilde değişeceğini anlar. Kasette bir genç kıza yapılan işkence görüntülerine rastlar. Daha da ilginci işkenceye maruz kalan kız Angela ile aynı okulda okumaktadır ve 2 yıl kadar önce esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmuştur. Her ne kadar gördüklerini bir an önce unutmak istese de okulda rastladığı bir ipucu onu peşinden götürür.
Alejandro Amenâbar... Çoğumuz bu ismi başarılı filmi The Others'den tanırız. O filmde yarattığı atmosfer ile "Gerilim filmi böyle yapılır işte" dedirtmeyi başarmış bir isimdir Amenâbar. Fakat kendisi perşembenin gelişini 5 yıl önceden, Tez'i çektiği vakit belli etmiştir. Henüz 23 yaşında çektiği bu film ile toplam 13 ödül kucaklayarak aslında gelecekte bulunacağı noktayı da az çok belli etmiştir. Kendisi ayrıca yaptığı filmlerin müziklerini de bestelemekte. Bir başka deyişle on parmağında on marifete sahip bir yönetmen.
Filmde rol oyuncular arasında en çok göze çarpan isim hiç kuşkusuz Eduardo Noriega. Noriega'yı Vantage Point ve Novo gibi hatırı sayılır filmlerden tanıyoruz. Ben her ne kadar bu filmdeki performansını beğenmesem de oynadıkça kendini geliştiren bir oyuncu Noriega.
Tesis son dönem Amerikan gerilim sinemasına ilham kaynağı olmuş son derece başarılı bir yapım. İzlenirken çekildiği dönemin dikkate alınması gereken filmlerden de biri aynı zamanda. Sırf izleyiciyi germek için illa ki kan göstermenin gerekli olmadığına şahitlik etmek için bile izlenmesi gerekir.

3 Mart 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #17

  • Kuzey Irak'a düzenlenen göstermelik kara harekatı sona erdi. Amacı bile belli olmayan harekatta yaklaşık 25 şehit verdik, 300 terörist de öldürüldü. 300 teröristi yok edip PKK illetine son verip vermediğimizi tartışmayacağım da 25 şehit vermek için mi girdik lanet olasıca dağlara?
  • Türbanını da beyaz çarşafını da al git. Ama git artık!
  • Neden ülkemizde sevilen şeyler tadında bırakılmaz ve cıvkı çıkana kadar sürdürülür? Uykularıma giriyor bu sorun! Cevap arıyorum köşe bucak.
  • CHP kulislerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Uğur Dündar'ın aday gösterilmesi düşünülüyormuş. Hüdaverdi, ne kadar komik değil mi?
  • Diyanet İşleri uyuma, gerçekleri açıkla! (Slogan olarak söylendiğinde daha vurucu oluyor, deneyin)
  • Recep İvedik Tatilde... Arkadaşlarla aramızda yaptığımız esprilerden ibaret. Hatta daha kötü. "Murat, koyayım da tur at"... Çok yaratıcı gerçekten! "Hayâlkırıklığı" --> New York Times
  • Kaldırsın kaldırsın parmak kaldırsın, bu kupayı (Türkiye Kupası) görenler parmak kaldırsın. (Çok küfür ettik ama güzeldi lan blog. Keşke sen de Ali Sami Yen'de olsaydın. Maalesef kablosuz bağlantı yok orada. Şansına küs)
  • Lost'un yayınlanan son bölümü dillere destandı. Öyle böyle değil. Acilen Back To The Future'yi yeniden izlemem lâzım.
  • Kanguru kelimesinin hikâyesi çok enteresan. Avustralya yerlilerinin dilinde kanguru kelimesinin anlamı "bilmiyorum" demekmiş. Zamanında bu adamlara sormuşlar "Yerinde duramayan bu hayvanın adı nedir?" diye. Cevap; "Kanguru"...
  • Beni deli eden bir alışkanlığım var. Merdivenlerden çıkarken ve inerken her defasında basamakları saymak zorunda mıyım?
  • "Bana bu kalbin kadar temiz sayfayı ayırdığın için..."
  • Kar yağdıktan sonra etraf çamur olmasa her şey çok daha güzel olacak. Buna tüm kalbimle inanıyorum.
  • Tiyatro bölümünden seçmeli olmak üzere Creative Drama diye bir ders aldım. İnsan ne kadar rol yapma özürlü olursa olsun bu derste kendini aşıyor. Keşke tüm dersler böyle olsa.

Juno

Bazı filmler vardır, büyük beklentileri beraberinden getirir izleyici için. Kimisini çekileceği anons edildiği günden beri beklersiniz, kimisinden ise film görücüye çıktıktan sonra haberiniz olur. İkinci kategoride yer alan filmlere sözüm... Vizyona yakında hangi filmler girecekmiş diye alırsınız elinize bir sinema dergisi, açarsınız rastgele bir sayfa ve karşınıza çıkan herhangi bir film hakkındaki makaleyi okumaya başlarsınız. Yazı boyunca film övülür, alttan verilen gaz ile en kısa zamanda gidip görmeniz istenir. Sonra uyanan merakınız sizi harekete geçirir. Harıl harıl araştırırsınız bu filmi. Bir bakmışsınız film Oscar dahil birçok büyük ödüle göz kırpmaktadır. Sonu belli bir macera halini almıştır sizin içinde bulunduğunuz durum. Filmi izlemek farz olmuştur. Soluğu sinema salonunda alırsınız. En nihayetinde film başlar. İlerler, ilerler ve ilerler... Işıklar yanar. 10 dakika ihtiyaç molası vardır önünüzde. "Herhalde ikinci yarısında film hakkını verecektir" diye beklersiniz. Bir müddet geçip de gitme vaktiniz geldiğinde ise "Eee bu muydu?"ya kaçan bir düşünce hakim olur aklınıza. Ya siz anlamıyorsunuzdur sinemadan ya da film gerçekten abartıldığı kadar yoktur. İzleyen arkadaşlarınıza sorduğunuzda biraz olsun rahatlarsınız, çünkü onlar da filmi kalburüstü bulanlardandır.
Geride bıraktığımız Akedemi Ödülleri'ne en iyi film ve en iyi kadın oyuncu dahil 4 adaylıkla katılan Juno da bahsini ettiğim filmlerden biridir bana göre. Güzeldir ama, dediğim gibi, ahım şahım değildir. Ismarlama bir filmdir. Yeni nesil Amerikan sinemasının çamurda bıraktığı ayak izlerini sıkı sıkıya takip eden bir yapımdır. Mesaj kaygısı içermezse olmazdır. Filmin ayakta kalan tek yanı Little Miss Sunshine gibi sıcak bir film olması ve 1987 doğumlu oyuncu Ellen Page'in kayda değer oyunculuğudur.
Bu kadar dil döktük, peki nedir bu filmin içeriği? Amerika'nın kürtaj olayına karşı duruşu bellidir. Kendileri bu konuda son derece katıdırlar. Juno'da ise 16 yaşında istemeden hamile kalan bir kızın içine düştüğü ikileme şahitlik ederiz. Aradan geçen 2 aylık sürece rağmen başına gelen olaya bir türlü inanmak istemeyen Juno arka arkaya yaptığı hamilelik testlerinden hep negatif sonuç alınca umudunu tamamen kaybeder. Akabinde tüm cesaretini toplayarak ailesine içinde bulunduğu durumdan haberdar eder. Tek isteği karnında taşıdığı canı aldırmaktır. Ancak böyle bir durumun muhtemelen başına açacağı olayların muhasebesini de yapan Juno kararını başka bir seçenekten yana kullanır.
Oscar adayı Kanadalı yönetmen Jason Reitman filmin yönetmenliğini üstlenen isim. Kendisini Thank You For Smoking gibi başarılı bir yapımdan tanıyoruz. Oyuncu seçimlerinde son derece riskli davranmış. Ancak görünen o ki bu risk ona fazlasıyla başarılı bir şekilde geri dönmüş. 20 yaşındaki Ellen Page'e filme ismini veren Juno karakterini layık görmüş. Genç oyuncu ise bu filmde gerçekten usta işi bir oyun ortaya koymuş. En iyi kadın oyuncu dalında Oscar'a da aday olmuş. Pek bir ciddiyeti kalmayan Oscar'ı umursayıp umursamadığınızı bilmiyorum ama bu anektodu vermesem olmazdı.
Bunun dışında beyaz perdenin Elektra'sı Jennifer Garner da ters köşe bir rol ile karşımıza çıkıyor. Alias'dan sonra ilk defa bu kadar başarılı bir performans gösterip öncelikle beni hayrete düşürmeyi başardı kendisi.
Öyle ya da böyle Juno böyle bir film. Oscar'ın ne hallere düştüğünün kanıtı belki de. Kötü film mi? Değil! Fakat fazlası da değil. Her şeye rağmen bana bu kadar şeyi yazdırmayı başarmış, değil mi?

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 28

"Why do we fall, sir? So that we might better learn to pick ourselves up" - (Batman Begins - Michael Caine)

2 Mart 2008 Pazar

How It Didn't Happen

How I Met Your Mother'ın 17 Mart'ta yayınlanacak olan yeni bölümüni beklerken aşağıdaki videoya rastladım. Dizideki Barney Stinson karakterine hayat veren Neil Patrick Harris'in gay olduğunu biliyorduk da... Neyse, aşağıdaki video dizinin üçüncü sezonunun üçüncü bölümünden çıkartılmış bir sahne. Şimdilik bu kadar!

Atonement

Bir insanın yalancı şahitlik yapmasının gerçeği değiştirebilmesi mümkün müdür? Aslında olmayan şeyleri olmuş gibi savunmak, masum birinin alnına ömrü boyunca ne yapsa silinmeyecek kara bir leke bırakmak, tek bir insanın değil birçoklarının geleceğinin kurulu olduğu tuğlalardan birini çekip atmak kişinin vicdanını hür kılabilir mi? Son pişmanlığın fayda etmeyeceği durumlardan biridir bu. Belki de en önemlisidir. Geri dönüşü olmayan bir yola girmişsinizdir bile bile. O an için sizin rahat etmenizi ve mutlu olmanızı sağlayacak olan her şey zaman tünelindeki yolculuğunuz devam ettikçe yerini huzursuzluğa ve son nefesinize dek sürecek bir hüzne yol açacaktır.
Kimse size istediğinizi veremez. Vermek zorunda değildir. Hayatın altın kurallarından biridir bu. Çok istemek yetmez bazen. Böyle anlarda zor da olsa durumu kabullenmek en iyisi ve en doğrusudur. Çünkü öfkeyle hareket eden her zaman zararla oturur.
Ian McEwan'ın aynı adlı romanından uyarlanan ve 2007'nin en başarılı filmlerinden sayılan, bunu aldığı Altın Küre ve Bafta ödülleriyle kanıtlayan Atonement'te bu durum son derece açık işlenmiş. Bir insanın geleceğiyle isteyerek oynayan birinin yıllar boyunca yaptığı hatanın kefaretin ödemesini konu alan bir film Atonement. Hikâye çok ağır bir girişten sonra belli bir zemin üzerine oturtuluyor. Yaklaşık 25 dakikalık bir geçiş sürecinin ardından senaryo izleyiciyi içine ustalıkla çekmeyi başarıyor. Olay döngüsü gelecekte büyük bir yazar olmanın hayalini kuran 13 yaşındaki Briony Tallis'in etrafında başlıyor. Briony çok zengin bir ailenin küçük kızıdır. Son derece görkemli malikânelerinin yanındaki küçük kulübede yıllardır evin işleriyle uğraşan yaşlı bir kadın ve üniversite öğrencisi oğlu Robbie mütevazi bir hayat sürmektedirler. 13 yaşındaki Robbie içten içe Robbie'ye karşı bir sevgi beslemektedir. Platoniktir onunkisi. Robbie'nin ise kalbi başkasına aittir: Cecilia. Cecilia, Briony'nin ablasıdır. Kendisi Robbie ile aynı üniversiteye gitmektedir ve tanıştıkları günden beri birbirlerini sevmektedirler. Bu durumu öğrenen Briony'nin artık içindeki tek his intikam hissidir. Neyin intikamını aldığı bilinmez ama Robbie bir gece yarısı kulübesinden alınır. Büyük bir iftiranın içinde bulur kendisini. Briony ise asılsız iddianın tek tanığıdır. Genç adam hapishanenin yolunu tutarken, iki sevgilinin yolları ayrılmıştır. Gelecek hem Briony, hem Robbie, hem de Cecilia için artık çok farklı olacaktır.
En iyi film dahil 7 dalda Oscar adayı olan, İngiltere'nin Oscar'ı sayılan BAFTA ve Altın Küre'de en iyi film ödüllerini kucaklayan Kefaret'in yönetmenlik koltuğunda Pride & Prejudice'in de yönetmenliğini yapan Joe Wright var. Wright bu filmi gerçekten ustalıkla yönetmiş. Hele filmde aşağı yukarı 2000 kişinin 5 dakika boyunca durmadan hareket eden bir kamera önünde performans sergilemeleri var ki böyle bir şeyi idare etmek gerçekten güç iş.
Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda Wright'ın Pride & Prejudice'de de rol verdiği Keira Knightley'i Cecilia rolünde görüyoruz. Karayip Korsanları üçlemesindeki gerçekten başarılı oyunculuğunun ardından kendisinin böylesine bir filmdeki rolünün altından da başarıyla kalktığını söylemek yanlış olmaz.
Filmin bir başka ana karakteri olan Robbie'yi ise İskoç oyuncu James McAvoy canlandırmış. Bu filmde oyunculuğunu ön plâna çıkaracak bir role sahip olmasa da geçmiş deneyimlerinden ne kadar başarılı bir oyuncu olduğunu biliyoruz. Band of Brothers'da son derece başarılıydı mesela kendisi.
Her ne kadar Oscar'dan en iyi müzik dalındaki ödül olmak üzere tek ödülle dönmüş olsa da bir kere ödülleri kaptırdıkları yapımlar da No Country for Old Men ve There Will Be Blood'du ki bu da filmin en büyük şanssızlığı. Atonement ilk 25 dakikalık süreci atlatabilen tüm izleyiciler için gerisi çorap söküğü gibi gelecek bir film.