2 Aralık 2007 Pazar

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 15

He could build a house, but he couldn’t build a home. (The Lake House - Keanu Reeves)








NOT: Biliyorum, pek büyük bir film değil ama filmin akışı doğrultusunda etkileyici bir söz.

Dinlenmesi Gerekenler (9) - Gücüm Yetene Kadar

Güneş burada da var, ta ki batana kadar
Yıldızlar yine parlak, şafak atana kadar
Bilsen şimdi nerdeyim çılgın gecelerdeyim
Uzun bir seferdeyim gücüm yetene kadar
Gonca güllerim vardı burcu burcu kokardı
Rengi soldu sarardı sevip tutana kadar

Bir yağmur ki dinmiyor, fener söndü yanmıyor
Yüreğim dayanmıyor hasret bitene kadar
Bilsen şimdi nerdeyim çılgın gecelerdeyim
Uzun bir seferdeyim gücüm yetene kadar
Gonca güllerim vardı burcu burcu kokardı
Rengi soldu sarardı sevip tutana kadar

Şükriye TUTKUN

1 Aralık 2007 Cumartesi

Rabbit-Proof Fence

Avustralya kıtasında kıtayı baştan sona saran çitler vardır. Bu çitlerin amacı tamamen çiftçilerin ekinlerini korumaktır. Çünkü bölgedeki tavşanlar kalabalık şekilde çiftçilerin mahsullerine saldırarak harap etmektedirler. Bu nedenle hükümet tarafından tavşan geçirmez çitler olarak bilinen bu çitler çekilir. Bu çitler bir bakıma çiftçiler ile tavşanlar arasında geçilmesi yasak bir sınır görevi görür.
Kıtada hükümetin yaptığı tek iş bu değildir. 1900'lü yılların başından 80'li yıllara dek süren bir hükümet politikası vardı. Buna göre ülke genelindeki tüm melez çocuklar (Aborijin'lerden biri ile beyaz ırktan birinin evlenmesi sonucu dünyaya gelen çocuklar) devlet tarafından çok küçük yaşta ailelerinden zorla kopartılıyorlardı. Bu ırkçı politikanın tek bir amacı vardı; vasıfsız insanlar olarak gördükleri bu melez çocukları özel kamplarda eğitmek ve ileride beyazlara hizmet etmeleri için yetiştirmek. Onlar için çocukların ailevi duygularının pek bir önemi yoktu.
Yukarıda anlattığım iki olay da gerçek. 2002 yılı Avustralya yapımı olan Rabbit-Proof Fence'de bu iki olay çok güzel bir şekilde birbirine bağlanmış. Doris Pilkington Garimara'nın Follow The Rabbit-Proof Fence isimli kitabından uyarlanan filmde 14 yaşındaki Molly ile 8 yaşındaki kardeşi Daisy ve 10 yaşındaki kuzeni Gracie'nin hikâyesine odaklanıyoruz. Öncelikle filmin ikinci olayla ilişkisinden başlayalım. Tahmin edebileceğiniz üzere bu üç küçük kız melezdir ve diğer melez çocukların başına gelen felaket onların üzerine doğru hızla yol almaktadır. Molly, Daisy ve Gracie annelerinden yürek burkacak bir şekilde koparılırlar. Götürüldükleri yetiştirme kampına alışamamışlardır. Küçük kardeşi Daisy ve kuzeni Gracie'nin haline üzülen Molly'nin önünde tek seçenek vardır; şimdiye kadar kimsenin kaçmayı başaramadığı bu kamptan onları kaçırmak. İlk aşama tamamlanmıştır ancak ufacık ayakların işi artık çok daha zordur. Çünkü aşmaları gereken 2000 kilometrelik bir mesafe vardır. Yani bu nereden baksanız Türkiye'nin batı ucundan doğu ucuna uzanan mesafe demektir. Üstelik arkalarında iz sürme konusunda çok başarılı bir yerli ile tüm kuvvetlerini seferber etmiş bir hükümet varken bu kaçışı yapmak zorundadırlar. İşte bu noktada yukarıda sözünü ettiğim ilk olaya konuyu bağlama vakti. Herkesin zekasından şüphe ettiği Molly'nin bu zorlu yolda aklından geçen plân çok farklıdır. Molly, kaçış yolunda köylerinden geçmekte olan tavşan geçirmez çitleri hatırlar. Ona göre çite ulaşabilmek işleri kolaylaştırmakla aynı anlamdadır.
Yönetmenlik koltuğunda Aziz ve Kemik Koleksiyoncu gibi filmlerden tanıdığımız Phillip Noyce'un olduğu filmin görüntü yönetmeni olan Christopher Doyle'u da ayrıca tebrik etmek gerek. Şöyle söylemeliyim ki uzun zamandır izlediğim yapımlar içinde kameranın böylesine ustalıkla kullanıldığı hatırlamıyorum. Zaten böyle bir filmde bu ustalık sağlanamasa yapım böylesine çarpıcı olamazdı. Oyuncular hakkında da bir şeyler karalamak lâzım. Özellikle başroldeki çocuk oyuncular ayrı bir parantezi hak ediyor. Kendilerinin ilk kamera önü deneyimi olmasına rağmen pek çok oyuncuya taş çıkarttıklarını söylemek kesinlikle yanlış olmaz. Oyuncular demişken... Az önce de sözünü ettim birçoğunun ilk oyunculuk deneyimi olduğundan. Filmin DVD'sinde çekimler ile ilgili ayrı bir bölüm var. Özellikle o yılları yaşamış, gerçekten de o kamplara götürülmüş insanların çekimler sırasında hüngür hüngür ağlamalarına tanıklık etmek ve yönetmenin bu yüzden yaptığı "stop"ları görmek insanı ayrı bir hüzne boğuyor.
Son olarak bir şeyler söylemek gerekirse adeta bir sistem eleştirisi olan bu filmi kaçırmayın derim. Kaçırmayın!

30 Kasım 2007 Cuma

Bulutlar Adam Öldürmesin

Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan.
Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
Bulutlar adam öldürmesin.

Nâzım Hikmet RAN

29 Kasım 2007 Perşembe

Le Grand Bleu

"Do you know what you're supposed to do, to meet a mermaid? You go down to the bottom of the sea, where the water isn't even blue anymore, where the sky is only a memory, and you float there, in the silence. And you stay there, and you decide, that you'll die for them. Only then do they start coming out. They come, and they greet you, and they judge the love you have for them. If it's sincere, if it's pure, they'll be with you, and take you away forever."
İnsanlar sever. Mümkün olan her şeye sevgi beslerler. Mesela denizi sevmeyen yoktur. Kimisi sadece sıcak havalarda serin bir yorgan olup onları örttüğü için sever. Bu tip insanların sevgisine saygı duymakla beraber bahsedeceğim denizsever tipi bunlar olmayacak kesinlikle. Kimisi ise başka sever denizi. Onlar için sadece serinlemeye yarayan bir olgu değildir mavi sonsuzluk. Çünkü insan havuzları ve gölleri de bu amaç için kullanabilir. İkinci gruba aldığım denizseverlerin vurgunluğu gökyüzünün mavisini içine çekmesine, saflığına ve insana yaşattığı sonsuzluk duygusunadır. Deniz onlar için çok şey ifade eder. En önemlisi bir dosttur onlar için. En sıkıntılı anlarında çeker giderler bir kumsala ve bağdaş kurup otururlar mavi çarşafın önünde. Sadece kuş sesleri ve masmavi sonsuzluk vardır önlerinde, huzur bulurlar.
1988 yapımı ve Fransız yönetmen Luc Besson imzalı The Big Blue'da birden fazla aşk hikâyesine tanıklık ediyoruz. Ancak aşklar klişe aşklar değil. En azından bir kısmı değil. Sıradışı bir aşk öyküsü Le Grand Bleu. Aşk kavramını yeni baştan tanımlayan bir filmdir ayrıca. Aşkın sadece kadın ile erkeğin birbirlerine karşı hissettikleri duygu yoğunluğu olduğu inancını kökünden yıkan bir yapımdır.
Enzo ve Jacques birbirlerini uzun zamandır tanımaktadırlar. Onların arkadaşlıkları Akdeniz'deki küçük bir kasabada başlamıştır. Ancak o günlerde aralarının pek iyi olduğu söylenemez. Daha da açık olmak gerekirse birbirlerinin iyi arkadaşı değildirler. Fakat her ikisini birbirleri ile alakalı kılan ortak bir noktaları vardır: Dalış. Bir zaman sonra Jacques'ın kendisi gibi bir dalgıç olan babası Akdeniz'de bir dalış sırasında hayatını kaybeder. O günden sonra Enzo ve Jacques arasındaki bağ kopar ve uzun yıllar birbirlerini göremezler. Aradan yıllar geçer. New York'taki bir güvenlik ofisinde yazıcı olarak çalışmakta olan Johana ise işi dolayısıyla Peru'ya gitmek zorunda kalır. Gittiği yerde bir grup bilimadamı ile çalışmakta olan Jacques'ı görür ve son derece şaşırır. Çünkü Jacques bir araştırma için buz gibi suya dalıyor, dakikalarca kaldığı suyun içinde tüpsüz bir şekilde adeta bir yunus gibi kıvrılıyordu. Johana bundan son derece etkilenir ancak Jacques hakkında bir bilgi alamadan ülkesine geri döner. Genç bayan ülkesine dönmüştür ancak aklı fikri Jacques'dadır. Bir gün, İtalya'da gerçekleştirilecek olan Dünya Dalış Şampiyonası hakkında bir haber alır. Oraya gitmeli ve Jacques'ı yeniden görebilmelidir. Heyhat önünde bir engel vardır. Çalıştığı iş yerini ekmek zorundadır ve bunu hikâye uydurarak başarır. Böylece patronu onu İtalya'ya gönderir. Şampiyonanın gerçekleştirileceği Taormina kentinde bir kişi daha vardır: Enzo. Enzo elinde bulundurduğu Dünya Dalış Şampiyonu ünvanını korumak için oradadır ve çok iyi bilmektedir ki kendisini mağlup edebilecek bir kişi varsa o da Jacques'dır. Bu arada Johana ile Jacques birbirlerine artık daha yakındır. Johana kendisini deli gibi sevmesine karşın Jacques'ın baştan aşağı bedeninde barındırdığı gerçek aşkı bambaşka bir şeyedir...
Senaryosu bakımından The Big Blue böyle bir filmdir işte. Böylesine hoş bir senaryo muhteşem bir atmosfer ve harika oyunculuklarla birleşince ortaya izlemesi keyif veren bir yapım çıkmış. Oyuncular demişken oyuncular hakkında da bilgi vermek lâzım tabii. Bir kere film boyunca kötü adam gibi gösterilen ama aslında öyle olmayan Enzo karakteri var. Bu karakter için Jean Reno'dan daha iyisini bulamazlardı sanırım. Aktörün kendisini çok sevdiğimden dolayı birçok filmini izlemişimdir ve kendi filmleri arasında bir Oscar alması gerekse kesinlikle bu filmdeki oyunculuğuna verilmesi gerekirdi ödülün. Sonra tabii bir de Jacques karakteri var. Kendisine karşı beslenen aşka bir türlü hak ettiği değeri veremeyen ve denize olan sevgisine yenik düşen adama Alman oyuncu Jean-Marc Barr hayat vermiş. Bir de gayet hoş bir bayan var ki o da Rosanna Arquette. Kendisi tahmin edebileceğiniz üzere Johana karakterini canlandırmıştır. Kendisi rolün hakkını ziyadesiyle vermiş. Filmi izlerken o role kendisinden başka birinin yakışamayacağını düşünmüştüm. (Evet, gereğinden fazla "kendisi" kullanmışım. Olur öyle.)
Yeryüzünde denizi sevmeyen bir şahıs var mıdır bilemeyeceğim ama eğer varsa bu filmi izlemeli o kişi. Fikrinin değişeceğine, hele hele sinema tarihinin en güzel sonlarından birine vakıf olduktan sonra koşa koşa denize gideceğine adım gibi eminim. Neticede gülüyorsunuz bu filmi izlerken, denizin kendisine aşık oluyorsunuz ve gözleriniz nemleniyor en nihayetinde. Denizin kendisi kadar saf, temiz ve masmavidir bu film. İlk dakikalarıyla sizi içine çeken okyanusun serin sularına dalarsınız ve 168 dakika sonra yüzeye çıktığınızda hiçbir şey eskisi gibi değildir sizin için.

28 Kasım 2007 Çarşamba

4. Sezondan İlk Fragman

Pek bir şey yok ama idare edin artık :)

Recep İvedik Tatilde

Komedyen Şahan Gökbakar bir dönem çok beğenilen tiplemesi Recep İvedik'i sinemaya uyarlamaya hazırlanıyormuş. Recep İvedik Tatilde ismiyle vizyona girecek olan filmin çekimlerine Antalya'da başlanmış bile. Bakalım A mı diyecek, B mi diyecek, yoksa C mi? Bekleyelim bakalım, 15 Şubatta vizyona girecekmiş zaten. Bu kadar kısa sürede çekilen film nasıl olur, ona da bakacağız artık.

27 Kasım 2007 Salı

And The Death Shall Have No Domination

Ölüme kalmayacaktır bu dünya.
Çırılçıplak ölüler
aydaki rüzgardaki adamdan olacaktır;
kemikleri tertemiz ve tertemiz kemikleri yok olduğunda,
yıldızlardan olacaktır, ayakları, dirsekleri;
akılları başlarında olacaktır delirseler de,
denizlere batsalar yükseleceklerdir yine;
yok olsa da sevgililer sevgi yok olmayacaktır.
Ölüme kalmayacaktır bu dünya.

Ölüme kalmayacaktır bu dünya.
Dalgaların altında upuzun yatanlar
dağılıp gitmeyeceklerdir denizde;
burulsalar da kasları koparan
çemberlerinde gerili, kırılmayacaklardır;
kopsa da ellerinde gerilen insanları,
kötülükler dolu dizgin delip geçse de onları;
paramparça olsalar da çözülmeyeceklerdir;

Ölüme kalmayacaktır bu dünya.
Haykırmaz olsa da kulaklarında martılar
gümbürdemez olsa da dalgalar kıyılarda;
çiçeklerin fışkırdığı yerde bir çiçek bile
kaldırmaz olsa başını çarpan yağmura;
deli de olsalar ölü de çiviler gibi
başverecektir kişilikleri, kırçiçeğinden sürer gibi;
çıkacaklardır güneşe tükeninceye dek güneş,
ölüme kalmayacaktır bu dünya.

Dylan Marlais THOMAS

26 Kasım 2007 Pazartesi

Pazartesi Notları #3

  • Sweeney Todd'un vizyona girme tarihi sonunda belli oldu ya da ben biraz geç kaldım; 25 Ocak 2008.
  • Harry Potter serisinin 6. filmi olan Harry Potter and the Half-Blood Prince'in çekimleri eylül ayında başladı. Malum geçen her saniye 'çocuk' yıldızların büyümesine katkıda bulunuyor. İşi çabuk tutmak gerek haliyle. Ancak 5. filmde sinemaya yansıtılmayan sahneler yüzünden bu filmi ve özellikle son filmi yönetecek olan yönetmenin işi gerçekten zora girdi. Kilit noktalar atlandı çünkü. Nasıl toplarlar bilmiyorum ama isterseniz 6. filmde figüran olarak rol alabilirsiniz. Gerçekten ilgileniyorsanız buraya bile tıklayabilirsiniz.
  • Şener Şen'i çok özledim vallahi. Oscarlık bu adamı izlemek için Kabadayı'yı bekliyorum. Yavuz Turgul da var işin içinde. Allah be!
  • Çok severdim Buzz Lightyear'ın hikâyesini. Üçüncü film geliyormuş. Ağzımın suyu aktı.
  • Animasyon film diye bir kavram kaldı mı acaba? Ratatouille'da öyle sahneler var ki animasyon mu değil mi diye şüphe duyuyorsunuz. Hele hele Paris sahnelerine söyleyecek laf bulamıyorum. Animasyonda bile böylesine yansıtılıyorsa gerçeğini düşünemiyorum bile.
  • Maç boyunca sarfettiğim tüm kötü sözler için affet beni Serkan!
  • Özledim Mabed'i. Pazar gününü iple çekiyorum şerefsizim.
  • 8 Aralık... Az kaldı az...
  • En güzel animasyon karakterlerin bir listesini yapsın birileri. Ben neden yapmıyorum ki? Altın madalyayı Lola Bunny'e veriyorum. Gümüş madalya Jessica Rabbit'e gitsin, özledik onu. Bronzu da, hmm, kime versem ki? Corpse Bride olsun hadi. Yok mu bir dal görünümlü kol?
  • Milla Jovovich garip biri gerçekten. Tipine baksanız anlarsınız. Hamileymiş kendisi. Gariplik burada değil tabii. Bunu 6 ay sonra fark etmiş desem...
  • Neden kadınlar erkekler kadar çok sevemiyor?
  • 30 Kasım'da Cronenberg'in yeni filmi Eastern Promises vizyona giriyormuş. A History of Violence'da olduğu gibi yine başrolde Viggo Mortensen var. Sıradışı sahneler bekliyorum yine.
  • Arkadaşlarım çok methettiler The Girl Next Door'u. İzledimi beğenmedim. Sanırım onların methettikleri şey film değil Elisha Cuthbert'di. Yanlış anlamış olmalıyım.
  • İstanbul'da aradığım film afişini bulabileceğim bir yer var mı? Varsa buranın yerini bilen var mı? Varsa bana söyler mi?
  • "İster gökyüzünde seyret ister gözlerimde; körler onu görmese de yıldızlar vardır."
  • "Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan 'Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?' diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin. İki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz. Sen, 'Ama senin için şunu yaptım' derken o, 'Şunu yapmadın' diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. 'Peki o ne yaptı?' deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. Acılara tutunarak yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası. Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir. Yürek sesi ne bilmeyenler ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini..."
  • Dünyanın en büyük şairini kendi dilinden okumak ne büyük bir şans.

24 Kasım 2007 Cumartesi

Perhiz ve Lahana Turşusu Hesabı

Garip şeyler görüyorum her gün. Sinirimi fena halde bozan şeyler. İnsanların dini görüşlerini belli bir çerçeve içerisinde uygulayabilmeleri taraftarıyım. Politik görüşüm bunu emrediyor çünkü. Ancak ülkemizde "Ben bilmem beyim bilir"cilerin sayısı giderek artmakta. Bu bir gerçek. İslamiyeti en uygun şekilde yaşamanın başını kapamaktan geçtiğine inanıyor kadınımızın büyük bir kısmı. Hoş. Bundaki amaçları nedir? Kadınsı yönleri kesinlikle ön plana çıkmamalıdır. Daha açık olmak gerekirse kendilerini beğendirmeme kaygısı taşımalıdırlar giyinirken. Ancak başlarını örten kadınların yine oldukça büyük bir kısmına dikkat ettiğimde makyaj yapmış olduklarını ve hatta kaşlarını bile aldırdıklarını görüyorum. Ben de artık bir tik haline geldi bu durum. Her gördüğüm baş örtülü kadına dikkat ediyorum. Az önce belirttiğim tipte olanlara da kollarından tutup haykırmak istiyorum "Bu nasıl iştir?" diye. Sırf renginizi belli etmek istiyorsanız anlarım ama biliyorum ki İslamiyet bu değil. Kimseye Müslümancılık oynamayın Allah aşkına!

Achmed The Dead Terrorist

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 14

Only fools die of love. (Det Sjunde Inseglet - Gunnar Björnstrand)

Dinlenmesi Gerekenler (8) - Gurbet

Kime desem derdimi ben bulutlar
Bizi dost bildiklerimiz vurdular
Bir de gurbet yarası var hepsinden derin
Söyleyin memleketten bir haber mi var?
Yoksa yârin gözyaşları mı bu yağmurlar?
İçerim yanıyor yâr yâr
yaram pek derin
Bana nazlı yârdan aman
bir haber verin
Bulutlar yârime selam söyleyin
Kavuşma günümüz yakınmış deyin
Felek yârdan ırak koyduysa bizi
gurbet elde bir başıma neyleyim?
Yârdan ırak yaşanır mı söyleyin
İçerim yanıyor yâr yâr
yaram pek derin
Nana nazlı yârdan aman
bir haber verin

Özdemir ERDOĞAN

At World's End DVD'de

Pirates of the Caribbean üçlemesinin son filmi olan At World's End 22 Kasım 2007 tarihinden tüm dünya ile aynı anda Türkiye'de de DVD formatında piyasaya sürüldü. Serinin daha önceli filmlerinde olduğu gibi tek disc ya da çift discli versiyonlarını bulmak mümkün. Çift diskli versiyonda bulunan özel seçenekler şöyle;
* Keith & Kaptan: Johnny ve Rolling Stone ile sette
* Karayip'ten çekim hataları
* Çıkarılmış sahneleri yönetmen Gore Verbinski yorumları eşliğinde izleyin
* Birden fazla Jack'in hikâyesi
* Bir sahnenin anatomisi
* Tasarım ustaları - Korsanların dünyasını yaratmak
* Chow Yun Fat'in dünyası
* Brethern Mahkemesi'ne yolculuk
* Korsan Maystro: Hans Zimmer müziği
* Renk cümbüşü - Şarkının arkasındaki hikâye

Creativity (3)

Ülkü Adatepe Hakkında

Ülkü Adatepe'nin Dolmabahçe'yle tanışması biraz tesadüftür. Mustafa Kemal kendisine delicesine aşık olan Fikriye hanımın aslında bir muamma olan intiharından oldukça etkilenmiştir. Aslında sadece bununla kalmamış Latife hanımla olan evliliği de tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Bu yüzden Mustafa Kemal'in evlatlık edindiği çocukların çoğu kızdır. Ulu önderin hayatı boyunca düştüğü tek yanılgı kadınlar yüzünden olmuştur. Bu da daima kendisini kadınlara duygusal kılmıştır.
Ülkü Adatepe dedik. Annesi oturduğu semtte çok sevilen bir kadındır. Bir gün aniden ortadan kaybolur. Herkes kendisini öldü sanırken o bir gün Dolmabahçe Sarayı'nın kapısını çalar. Ata'ya haber verilir. Acınası haldeki bir kadın kendisini görmek istiyordur. Ata kabul eder hemen. Karşısında gördüğü kadının güçsüz hali Mustafa Kemal'i son derece etkiler. Artık sarayın hizmetçilerinden biri olmuştur genç kadın. Zaman geçtikçe kadının geçmişi hakkında bilgi sahibi de olunur tabii. Hatta henüz 1 yaşına bile basmamış bir kız çocuğu olduğunu öğrenir Atatürk. Küçük kızı çok sever Mustafa Kemal ve hemen evlat edinir. Ufaklığın, Mustafa Kemal'in yeni kızının adı Ülkü'dür.
Atatürk'ün 'Küçük Ülkü'sü şimdi 75 yaşında. Kendisi şu an hayatta olan Ata'yı görmüş, hissetmiş tek isim belki de.
Ben oldum olası sevmem bu kadını. Hiçbir zaman Mustafa Kemal'e layık olduğu düşünmedim. Mustafa Kemal'e yakışacak hareketlerde bulunduğunu görmedim. Ne zaman ekranda kendisini görsem ya da gazetede bir haberini okusam sinirlenirim. Bu hanım daima balolara davet edildiğini, konsolosluklara çağrıldığını söyler. Bu yüzden aldığı maaş da kendisine bir türlü yetmiyormuş. Peki Ülkü hanıma verilen aylık ne kadar? Her ay ne kadar para giriyor cüzdanına? Ben söyleyeyim; 5000 YTL. Bu para kendisine yetmiyormuş. Çünkü bir kere taksiye binmesi bile en az 30 YTL tutuyormuş. Maaşına zam yapılmayacaksa devlet kendisine özel bir araç tahsis etmeliymiş. Üzülmemek elde değil gerçekten. Sormak lazım Ülkü hanıma "Sorması ayıp siz Atatürk'e yakışır bir evlat olmak için ne yaptınız?" diye. Verecek bir cevabı olmadığını adım gibi biliyorum. Küçüklüğünden beri tabirimi mazur görün ama cepten yememiş midir bu hanım? Mustafa Kemal'e layık olmak için okul mu bitirmiştir, yoksa ülkesine hizmet edebilecek önemli bir rol mü oynamıştır? Sadece konuşmayı bilir o. Sadece "Atatürk bana şunlardan bahsetti" der devrimler için. Atatürk'ün devrimleri balolara, konsolosluklara gitmekten ibaretti de biz mi hatırlamıyoruz acaba? Kendisine her ay düzenli olarak 5000 YTL maaş veren Mustafa Kemal'in partisini an itibariyle iktidarda bulunan partinin liderine şikayet etmemiş midir? Yazıktır, günahtır. İnsanlar asgari ücretle bir ay boyunca 4 kişilik bir aileyi doyurmaya çalışırken bu hanım aldığı paradan şikayet edeceğine hep sözünü ettiği Atatürk devrimlerine sahip çıksın biraz. Hiç olmazsa elindeki parayı balolara gitmek için değil devlet kurumlarına bağış yapmak için kullansın. En azından o devrimlere bu şekilde sahip çıksın.
Hiçbir şeye üzülmem bu kadının ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızına yakışmayacak hareketlerde bulunduğunu gördüğüme üzüldüğüm kadar. İşte bu yüzden kendisi benim için bir hanımefendi değil, sadece bir hanımdır.

23 Kasım 2007 Cuma

Crash Bandicoot

Yanlış hatırlamıyorsam 1997 yılıydı. Yeni evimize taşınmıştık ve taşındığımız ilk gün eşyalar yerli yerine yerleşmemişti haliyle. Eklemekte de fayda var yaz aylarındaydık. Gündüzki hengameden sağ çıktıktan sonra günün verdiği yorgunlukla yerleşme işinin kalan kısmını ertesi güne bırakmak en anlamlısıydı. Babam o akşam dışarıya çıkmıştı. Markete gitmiş olmalıydı. Eve döndüğünde elindeki Tempo dergisini karıştırmaya çoktan başlamıştı. Kardeşim ve benim küçük yaşımız dolayısıyla ne gibi aptallıklar yaptığımızı hatırlamıyorum bile. Neyse, konu da bu değil zaten. Babam bir süre sonra bizi yanına çağırdı. Ben ilkokulu tamamlamıştım, kardeşim ise üçüncü sınıfa başlayacak olmalıydı. Nereden estiyse artık babam karne hediyesi almak istemiş olmalıydı ki dergideki iki yeni oyun konsolunu işaret etti bize. O zaman kadar MicroGenius'daki milyon tane kareden oluşan grafikleriyle televizyonumuzu süsleyen oyunlardan başka bir şey bilmiyorduk. Dergide çok yakın bir zamanda piyasaya sürüleceği belirtilen iki konsola şöyle bir baktım. Yazının başlığında "Dünyanın en iyi oyun bilgisayarı Türkiye'ye geliyor" gibi ibare yer alıyordu. Çocuğuz ya hemen kaşları kaldırıp masumane bir tavır takındıktan sonra babaya içli bir bakış attık. O da "Hangisini istiyorsunuz?" diye sordu tabii. Her zaman Sony markası isim olarak karizma gelmiştir bana. Sega Saturn'ü bir kenara atıp "Sony Play Station olsun" dedim. Okunduğu gibi telaffuz edemiyordum tabii :) Sonradan öğrenecektik ki babam ertesi gün ön siparişi bile vermiş.
Efendim biraz ağırdan alıyorum, farkındayım. Ancak ilk günkü heyecanımı ancak bu şekilde yeniden yaşayabilirdim. Uzatmalayalım. Sonra bir gün okuldan eve geldiğimde yatağımın üzerinden bir kutu duruyordu. Tahmin edebileceğiniz üzere kutunun içinde Sony Play Station vardı. Üstelik, ayıptır söylemesi, Türkiye'de konsolu ilk alan 100 kişiden biri olduğumuz için bir de orijinal oyun hediye edilmişti. Oyunun adı, sonradan efsanelerimden biri olacak olan, Tekken'di. Yalnız heyecanımız yarım kalmıştı desem yalan olmaz herhalde. Babam o öğleden sonra kutuyu eve bıraktıktan sonra iş gezisine çıkmıştı. Nereden baksak 3-4 gün evde olmayacaktı yani. Biz de çocuk halimizle "Ya cihazı kurmaya çalışırken bozarsak?" psikolojisi içinde babam gelene dek elimizi dahi sürmedik tabii.
Bandı 3-4 gün ileri saralım. Çünkü o 3-4 gün içinde anlatılacak bir hadise olduğunu sanmıyorum. Varsa da mal mal kutudaki resimlere bakmaktan daha öte bir şey olduğunu sanmıyorum. Neyse! Babam seyahatinden dönüp de konsolu kurduğumuzda adeta kardeşim ve benim ağzımızın suyu akıyordu. Alışık olmadığımız bir şeydi çünkü. Bir anda MicroGenius'dan Play Station'a geçtiğinizi hayal ederseniz halimizi anlamanız güç olmayacaktır. Yalnız sorunlar bitmek bilmiyordu. Heyecanımız yatışmıyordu çünkü. Durmadan yeni oyunlar almak istiyordu deli gönül. Lakin problem de burada yaşanıyordu zaten. O vakitler konsola çip taktırma gibi bir güzellik olmadığından paşa paşa orijinal oyun almak zorundaydı Play Station sahipleri. Oyunlarda o zamanın parasıyla 60 milyon Türk Lirası'ndan başlıyordu. İşin kötüsü makinayla birlikte bir de demo cdsi vermişlerdi. Bu cdde birkaç Play Station oyununun bir bölümünü oynayabiliyordunuz. Sonra en heyecanlı yerinde kesilince de orijinalini almak istiyordunuz. Pazarlama açısından zekice bir işti, inkar edemem. Fakat çocuklar pazarlama nedir bilmez. Oyun ister onlar, oynamak ister. Her zaman daha fazlasını ister. Pepsi gibi... Bu iğrençti :)
Demem o ki söz konusu demo cdsinin içindeki yaklaşık 15 tane oyun içinde kardeşim ve benim farklı sevdaları vardı. Eğer ki baba yeni bir oyun alması için ikna edilecek olursa ikimiz de kendi favorimizin alınmasını isterdik. Benim beğendiğim oyun Adidas Power Soccer'dı. Öyle böyle değildi. MicroGenius'daki yarım saatte rakip kaleye giden bayan oyunlardan değildi. Grafiğin dibine vurmuştu. Oyun biraz da komikti aslında. Öyle ki bazen şut çektiğinizde rakip kaleciyi kaleye dahi sokabiliyordunuz. Belki de beni cezbeden buydu. Bilemeyiz tabii.
Kardeşimin favori oyunu ise aslında benim de beğendiğim ancak oyun alımı söz konusu olursa kendiminkini aldırmak için sesimi çıkarmadığım bir oyundu; Crash Bandicoot. Naughty Dog mottosuyla piyasa sürülmüştü bu oyun. Ana kahramanı Crash adında bir köpekti. Tropikal adalarda ormanların içinde kız arkadaşını kötü doktor Neo'nun elinden kurtarmaktı amacı. Öylesine bir görselliği vardı ki oyunun kendi dönemini ele alırsak dünya oyun tarihinin o zamana kadar ki en iyisiydi. Evet, bunu demek yanlış olmaz. Şimdi bile piyasaya yeni sürülen birçok oyundan kaliteli olduğunu göz ardı etmemek lazım.
Beklenen an gelmişti sonunda. Yeni oyun alınacaktı. Kardeşime sözümü geçiriyor olmalıydım ki Adidas Power Soccer alındı. Sonra kardeşim 1 hafta Play Station'a elini sürmediği gibi evi inletti, babamla konuşmadı.
Takip eden hafta bir gün annem evde misafirlerini konuk ediyordu. Haliyle misafirlerin çocukları da eve gelecekti. Tam biz misafirlerin çocuklarıyla Play Station oynarken kapı çaldı. Babam kardeşimi çağırdı. Ben de kendisine söyleyip odaya geri döndüm. Kardeşim odaya döndüğünde zıplıyor, hopluyor, sevinçten çıldırıyordu. Evet, elinde Crash Bandicoot'un cd kutusunu tutuyordu. Daha fazla ayıp etmek doğru olmazdı kendisine. Play Station'un başında efendi efendi oturan ve heyecanlı bir futbol maçı yapan iki misafir çocuğunu umursayacak değildim herhalde. Kaba bir hareketle ellerinden joystickleri aldım ve oyunu kapattım. O anda bana küfür etmelerinin ya da ağlayıp zırlamalarının pek bir önemi yoktu. Kardeşim artık mutlu olmalıydı, beklememeliydi daha fazla.
Ve başladı oynamaya... Demo cdsinde oynarken konsol kendisine sadece ilk bölümü oynaması için izin veriyordu. Artık kaçıncı bölümde olduğunu hatırlamıyorduk. Bölümleri teker teker geçerken. Çocuk odasına dolan onlarca misafir çocuğu heyecanla oyunu takip ediyordu. Hatta ellerinden joysticki alıp oyunlarını yarım bıraktıklarım bile. Teyzemin kızı vardı bir de. Benden bir buçuk yaş büyüktür kendisi. Demo cdsinde oyunun kardeşimle beraber iki müdaviminden biriydi. O günün akşamına kadar ikisi birlikte sırayla oynadılar. Oynamak istememe rağmen içimdeki isteğe yenilmedim ve oyunlarına dokunmadım. Ancak oyun bitip de Crash Bandicoot'un serileri çıktıkça ve onları da oynamaya başladıklarında... Kötü bir şey olmadı o zaman. Sadece aralarına ben de katıldım ve içimdeki Crash açlığını fena halde giderdim. Onlar da şaşırmışlardı tabii.

22 Kasım 2007 Perşembe

L'ours

"Bir sevgi filmi" vardı biz küçükken. Büyüme çağımızda pazar sabahlarının TRT ekranlarındaki değişmez birkaç filminden biriydi bu. Arı kovanlarından bal araklarken düşen bir kaya parçası yüzünden annesini kaybeden yavru bir ayının doğanın vahşeti içinde tek başına verdiği yaşam savaşının öyküsünü anlatırdı bu film. Sonra bu yavru ayı bir ormandaki avcıların saldırısından yaralı olarak kurtulmuş çok daha büyük bir ayının yanına gider ve o ayının yaralarını temizlemesine yardımcı olur. Büyük olan da hemen sahiplenir onu. Sonra avcılar yeniden harekete geçer ve olaylar gelişir :)
Sadece çocuk yaşlardaki insanlara değil yetişkinlere de hoş bir hafta sonu geçirten güzel bir filmdi L'ours. Birçok film gibi mesaj kaygısı da taşır. Öyle ki film biterken özlü bir söz okuruz; "Hissedilebilecek en büyük heyecan öldürmekte değil yaşatmaktadır." Bu söz üzerine kuruludur film. Hatta öyle bir an gelir ki "Ulan hayvanlar kadar insan olamamışız" dersiniz izlerken. Evet, ayılar insanlara fena ders vermektedir bu filmde. Ancak öyle kaba kuvvet kullanmak değil 'ders'ten kastım. Zate izlemeyen yoktur sanırım bu filmi. Nasıl bir ders olduğunu anlamışsınızdır.
Film 1988 yapımı ve Tibette Yedi Yıl ve Kapıdaki Düşman gibi filmlerin Fransız yönetmeni Jean-Jacques Annaud'un imzasını taşıyor. Geçtiğimiz günlerde yeniden izleme fırsatı bulunca yazmak geldi içimden.

Det Sjunde Inseglet

İnandığı tüm kutsal değerler ve tanrı adına çıktığı Haçlı Seferleri'nden tanrının varolduğuna dair tek bir kanıt bulamadan hayalkırıklığı içinde evine dönmekte olan bir şövalye ve onun tanrıya inanma işini çok önceden bırakmış olan yandaşı... Veba ve şeytanla işbirliği yapıp bu salgını yaydığına inanılan çocuk yaştaki genç bir kız... Seyyar bir tiyatro ekibi... Ve hepsinin ötesinde ölümün kendisi... Hepsinin yolu Yedinci Mühür'de kesişiyor. Antonius Block tanrının doğum, yaşam, ölüm ve en nihayetinde tanrının varlığına dair somut kanıtlar arayan bir şövalyedir. Tanık olmadığı mucizeleri dinlemek onun için bir şey ifade etmemektedir. O zamana kadar bunların hiçbirini sorgulamamıştır. Ancak çıkmış olduğu Haçlı Seferleri'nden hüsranla dönmesi onu farklı bir arayışa itmiştir. Yandaşı ve aynı zamanda yardımcısı olan Jöns ile birlikte yaptığı dönüş yolculuğu sırasında bir gün yolu Ölüm ile kesişir. Artık zamanı dolmuştur, Ölüm onun için gelmiştir. O sırada Block, Ölüm ile bir anlaşma yapar ve onu satranç oynamaya davet eder. Oyun sürdüğü müddetçe hayatta kalabilecektir. Hem anlaşmalarına göre Ölüm'ü mat edebildiği takdirde yaşamına da devam edecektir. Oyunları sürüp giderken yolculukları da devam etmektedir. İlerledikçe görürler ki uğradıkları her yerde veba salgını yüzünden insanlar feci şekilde hayatlarını kaybetmektedirler. Üstelik bu salgının tek sorumlusu da şeytanla anlaşma yaptığı ileri sürülen gencecik bir kızdır. Kutsal değerler hakkında sorgulama yolunu seçen Block ise şeytanın gerçekten varolup olmadığını öğrenebilmek için bu kızı görmek ister. Çünkü şeytana ulaşabildiği takdirde tüm sorularına yanıt alabilecektir. Ölümün dahi cevabını bilmediği sorular...
Geçtiğimiz Temmuz ayının son günlerinde yaşama veda eden ve birçok sinema eleştirmeni tarafından gelmiş geçmiş en iyi yönetmen olarak adlandırılan İsveçli yönetmen Ingmar Bergman imzalı, 1957 yapımı bir başyapıttan söz ediyorum. Ingmar Bergman yukarıda film hakkında verdiğim kısa özetten de anlayacağınız üzere Det Sjunde Inseglet'de varoluş kavramı ve tanrı üzerine sorgulayıcı bir yaklaşım yansıtmış sinemayı kullanarak. Zaten Bergman'ın eserlerinin çoğunda buna benzer öğeler bulmak mümkündür. Kendisi bir papazın oğludur ve filmlerinde distopik yaklaşımlar mevcuttur. Filme bakınca aslında yaratılan Block karakteri ile anlatılmak istenen mesaj da gayet açık. Block tanrıyı sorgularken ölümün kendisinden korkmamaktadır. Hatta bir yerde öyle ironik bir sahne vardır ki tekrar tekrar izleyesi gelir insanın. Block'un yolu kiliseye düşer ve keşişin birine günah çıkarmaktadır. Düşündüklerini anlattıktan sonra keşiş yüzünü döndüğünde görür ki o kişi keşiş değil Ölüm'dür. Block aslında Ölüm'ün kendisine günah çıkarmıştır. Film hakkında söylemek istediğim çok kilit bir nokta var. Ancak izlemeyenler ve daha sonra izlemek isteyenler için filmin tadını kaçırmamak maksadıyla orayı atlıyorum. Yalnız şu kadarını söylemeliyim ki film sona erdiğinde bir yandan "Evet, bakın, tanrı var" mesajı verilirken, şeytanla anlaşma yaptığı ileri sürülen kızla Block'un yüzleştiği sahnede de "Tanrının varlığına dair somut bir kanıt bulamazsınız" mesajı verilmektedir. Film sona erdiğinde hangisine daha çok vurgu yapıldığını bulmak ise kesinlikle izleyiciye düşüyor.
Peki Bergman'ın Yedinci Mühür ile gönderme yaptığı başka öğeler var mıdır? Kanımca fazlasıyla vardır. Filmin üzerine oturtulduğu tema bütünüyle varoluşu sorgulamaz. Hatta dokundurduğu, gönderme yaptığı öğeler öylesine anlamlıdır ki kalkıp ayakta alkışlamak istersiniz yönetmeni. Bir kere Haçlı Seferleri ve dolayısıyla Katolik Kilisesi'ne atılan taş yerindedir. İnsanların inançlarını sömürerek kendi çıkarların doğrultusunda deyim yerindeyse bir Kutsal Savaş başlatmak ne denli doğrudur? O kadar adamı yok yere savaşlara yollayan insanlar yerden yere vurulur Bergman'ın bu eserinde. Kıssadan hisse vurmak gerekirse eğer, evet, bu film bir başyapıttır.

19 Kasım 2007 Pazartesi

Pazartesi Notları #2

  • Vizelerin nihayete ermesi fevkâledenin de fevkinde oldu. Şimdi gelsin yeni filmler, geziler...
  • Eleştirdik zamanında Bıçak Sırtı'nı, vurduk yerden yere. Geç gelen bir açıklamayla itiraf ediyorum. Evet, izlemeye devam ediyorum. Hatta bunları da reklam arasında yazıyorum. Ayrıca Melisa Sözen çok güzel :)
  • İstanbul ile Bursa arası ne kadar sürer acep? İnsanın yağmur çamur demeden, yolları ve hatta dağları aşıp Bursa'ya ulaşası geliyor. Bursa hayranı olduğumdan değil, kestane şekerine hayranım.
  • "Hayal kırıklığına uğradığımda aklıma iyi fikirler gelir."
  • Takipçilerimin Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ı izleyip izlemediğini hâlâ merak etmekteyim.
  • Çok şerefsiz bir medyamız var. Harbiden! İki hafta önce istifa etmesi için baskı kurdukları Fatih Terim'i Norveç zaferiyle yeniden imparator yaptılar. Benim için her zaman imparatordur, kazandığında da kaybettiğinde de.
  • Diğer blogum Galatasaray'ı da takip ettiğinizi biliyorum. Sesinizi çıkarmasınız da biliyorum...
  • Pollo De Guanajuata... Gördüğünüz restaurantta deneyin. Tereddüt etmeyin.
  • Gecenin bir yarısı Gördüğüme Sevindim parçası dinlenmemeliymiş. İnsana Barış Akarsu'yu özletiyor. Çok garip! Hâlâ aramızda sanki! Öyle...
  • Pazartesi Notları hafiften salıya sarktı bu hafta.
  • Hayat ne güzel, martılar falan.