8 Aralık 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #55

  • Kastamonu Orman Müdürlüğü krize inat 59 işçi alacağını duyurmuş. İyi hoş ama bir gariplik de var bunda. Şöyle ki başvuruda bulunan adaylar şınav ve mekik çekmede gösterecekleri başarıya göre işe alınacaklarmış. Herhalde baltayı vurduğu gibi ağacı devirecek adam arıyorlar...
  • Bir buluşmaya zamanında gelmeyen insan benim sinirlerimi ciddi ölçüde bozar. Ben vaktinde yetişebilmek için olması gerekenden daha önce çıkarım evden, fakat aynı hassasiyeti şimdiye dek kimseden görmüş değilim. Benden size tavsiye... Buluşmak için belirlediğiniz saatten 10 dakika sonra buluşma yerinde olun. Evet!
  • Bir Gülşen Bubikoğlu vardı, ne oldu ona? Özledik kendisini. Televizyona dönse, Tarık Akan ile yeni yapımlara imza atsaya...
  • Ve en nihayetinde "Kendimi arıyorken olmaktan korktuğum yerdeyim."
  • Ha bir de, "Gözler kalbin aynasıdır yalan nedir bilmez onlar."
  • Tesadüf müdür bilemem... Son yıllarda her Kurban Bayramı'nda bulutların ağlamasına tanıklık ediyorum. Bu sene de öyle olacak gibi... Bugünden itibaren perşembe gününe kadar olacak kıyım işlemini elinden geldiğince temizlemeye çalışacak yağmur... Umutsuzca!
  • Kültür Sepeti Antalya'dan bildirdi...
  • İyi bayramlar!

4 Aralık 2008 Perşembe

Creativity (25)

Dinlenmesi Gerekenler (41) - Eylül Akşamı



Gözlerin
umutlardan bir haber veriyor

Aşık olacak gibisin
gözlerinde atıyor kalbin
ve bir eylül akşamında
yaprak çıtırtılarıyla yürüyorsun...
Yürüyorsun...
Yürüyorsun...

Yorgunsun
akan sudan daha çok yorgunsun

Yalnızsın
bir damla kadar göl içinde yalnızsın

Aşka dönecek gibisin
gözlerinde atıyor kalbin
ve bir eylül akşamında
yaprak çıtırtılarıyla yürüyorsun...
Yürüyorsun...
Yürüyorsun...

PİLLİ BEBEK

Banlieue 13

Amerikan sinemasının aksiyon anlaşıyını yerle yeksan eden bir yapımın bahsini edeceğim. O bilindik Hollywood aksiyonlarını aslında şöyle bir düşününce anlıyoruz ki aslında bu adamların yaptıkları aksiyon falan değil. Bildiğiniz hikâye... Evet, aslında hikâye yazıyor adamlar. Filmin başında yakışıklı kahramanımızı görürüz. Onun hayat öyküsüne tanıklık ederiz. Sadece bunlar bile bir filmin ilk yarısını götürür. Sonra kahramanımızın geçmişte yaptıklarının hesabını ödeyeceği ana geliriz ki dananın kuyruğu göz açıp kapayıncaya kadar kopar. Elimizde kalan kıssadan hissedir... Aksiyon değil!
Halbuki Fransızlar'ın ellerinden çıkma Banlieue 13'ü izledikten sonra bir aksiyon filminin aslında nasıl yapılması gerektiğini görüyoruz. Diyoruz ki "Bana masal anlatma, doğrudan konuya gel". Bu filmde de zaten doğrudan konunun içinde buluyoruz kendimizi. Birkaç dakika geçmeden de kalan dakikalarda nasıl bir filmin bizi beklediğini anlayabiliyoruz. Sahip olduğu aksiyon ve sinema tarihinin en güzel kovalamaca sahneleri ile çizgi film ve çizgi roman dünyasının imkânsızlıklarını beyaz perdeye harikulade bir şekilde aktarıyor bu film.
Yönetmenlik koltuğunda Pierre Morel'in oturduğu Banlieue 13'ün kamera arkasındaki esas ağır topu Luc Besson. Le Grand Bleu, Léon, Nikita, The Fifth Element, Taxi ve The Transporter gibi pek çok üst düzey filmin altında imzası bulunan Besson, Banlieue 13'de karşımıza senarist olarak çıkıyor ve film bir anda sıradışı filmler yaratma konusundaki tutkusunun bir ürünü oluveriyor.
Peki ne anlatıyor Banlieue 13? 2010 Paris'indeyiz... Şehir Banlieue 13 ve kalan taraf olmak üzere ikiye ayrılmış durumda. Öyle ki bu iki bölgeyi bir hayli uzun bir duvar ayırmakta. Banlieue 13 ise suç oranının son derece yüksek olduğu, hiçbir hukuk kuralının geçerliliğinin olmadığı ve herhangi bir devlet dairesinin dahi yer almadığı belalı bir bölgedir. Leito ise bu bölgede büyümüş ve masumiyetini koruyabilmiş biridir. Ona göre adalet esastır ve er ya da geç yerini bulmalıdır. Banlieue 13'de kendi saltanatını kurmuş olan çete lideri Taha'ya karşı vermesi gereken bir savaş vardır. Tüm bu hengame içinde Fransa hükümetinin elindeki bir nötron bombası Taha ve adamları tarafından el geçirilir. Fakat bomba istenmeden çalıştırılır. Hükümetin elinde 24 saat vardır. Bu süre içerisinde bomba etkisiz hale getirilmezse 2 milyon insan hayatını kaybedecektir. Görevi yüklenen polis memuru Damien Tomaso'nun bu görevin altından tek başına kalkamayacağına inananlar Damien'in yanına Leito'yu da verirler.
77 dakikalık bir film Banlieue 13. Fakat bir aksiyon filminin kısa ve öz olabileceğini de kanıtlamakta. Olması gerektiği gibi başlıyor ve olması gerektiği gibi sona eriyor. Zaman mı? O da su gibi akıp geçiyor.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #54

  • Bugün akşam saatlerinde gökyüzüne takıldı gözüm. Hilal şekline bürünmüş ay ve önünde parıldayan bir yıldız... Harika bir görüntüydü, harika!
  • Yüreğiniz avuç içinizde atsın ister misiniz? Size bunun yöntemini söyleyeceğim. Biraz rahatsızlık hissi verebilir ama denemeye değer. Yatağa sol yanınız altta kalacak şekilde uzanın. Ehm, öhm... Neyse! Sağ avuç içinizi göğüs hizanızda bedeninizin altına alın. Kalbinizi olduğu gibi hissediyorsunuz. Fakat dediğim gibi, biraz rahatsızlık hissi veriyor.
  • Sol yan demişken... Ben mümkün değil son yanıma yatarak uyuyamam. Ya yaaa!
  • Hayatımın sunumunu yaptım bugün. 2 saat boyunca sınıfa hükmettim. Evet, en birinci benim!
  • Tadım ve tuzum eksik son günlerde. Kısa tutabilirim bu haftayı. Zaten bu kadar geç saate almam da bundan kaynaklanıyor olabilir.
  • Canınız sıkılıyorsa, bir derdiniz varsa eğer kapatmayın kendinizi eve. Sokaklara vurun kendinizi. Yanınızdan geçen yüzlerce insana hayallerinizden oluşan elbiseleri giydirin. Kedileri sevin ne bileyim. Gidin deniz kenarında çay için. Çok derinden bir nefes alıp vermek bile işe yarayabilir bazı bazı...
  • Geçtiğimiz hafta sonu garip bir şey oldu. Benden habersiz Kültür Sepeti'nin Facebook'ta bir grubu oldu. Aslında haberim oldu ama grup açıldıktan bir süre sonra... Bir arkadaşım el atmış bu işe. "Biraz daha genele yaymalıyız seni" diye bir de bahane uydurmuş kendince. Önerileriniz, düşünceleriniz, hatta katkılarınız için: Kültür Sepeti Facebook Grubu!
  • Garip duygular içindeyim. Sanki bir nevi kansere yakalanmışım ve bu hastalık ayaklarımdan başlayarak tüm bedenime yayılmakta. Kendimi kurtarabilmemin yolu kanserli bölgeyi, ayağımı kesip atmak belki de... Aksi takdirde her bir noktamda bunun acısını taşıyacağım. Özellikle de sol yanımda...

29 Kasım 2008 Cumartesi

Sunay Bey Tarihi

Bu fotoğrafla başladı oyun. Aslında bundan altı, bilemediniz yedi ay öncesine değinmem gerek belki de... Fakat buna gerek duymayacağım bu kez. Anılarımı devreye sokmaktansa, anı yaşayacağım. Sanırım bunu yapabilirim.
Ev-sinema-okul şeytan üçgenini dağıtma, belki de bu üçgeni kare yapma zamanı gelmişti benim için. Açık konuşayım... Sahne sanatları ile arama uzunca bir mesafe koymuştum. Önce geçtiğimiz cuma akşamı için Sürmanşet adlı oyuna gitmeyi düşündüm, sonra bazı aksilikler boy gösterdi ve "Kısmet Sunay Akın'aymış" dedim. Tam olarak geride bıraktığımız çarşamba akşamına tekabül ediyor... Aslında uzunca bir süredir Kadıköy Haldun Taner Tiyatrosu senin, Bostancı Gösteri Merkezi benim, Beşiktaş Kültür Merkezi de onun olmak üzere koşturup duruyordu Sunay Akın. Bu durumdan bihaber değildik elbette, ama dürtülerimizi faaliyete geçirmek biraz zor geliyordu açıkçası. Vizeler, projeler ve sunumlardan bunalan bünyeye soğuk havalarda nefes alabilmeyi öğretmek gerekiyordu. Bu amaç ile yola çıktım ve 10 gün önceden Beşiktaş Kültür Merkezi'ndeki yerimi ayırttım. Dibimde bulunan Kadıköy ve Bostancı'daki oyunları beklemek yerine, bulunduğum yerden "Karşı" olarak tabir ettiğimiz Avrupa Yakası'ndaki gösterime gidecek olmam benim açımdan ve herkes açısından aslında önemli bir ironi. İroniden anlamayan nesle de aşina olmadığımı belirteyim...
Çarşamba günü garip bir gündü. İstanbul'un orospu havasını buram buram hissettireceğini nereden bilebilirdim ki. Kış mevsimiyle dalga geçen bir havada tepeden enseyi yakıyordu güneş. Saat 16'da eve geliş, saat 18'de pencereden dışarıya bakmaya tenezzül bile etmeden evden çıkış, sokak kapısından dışarıya atılan ilk adımda yüzümü döven yağmur, bir afallama anı, sonrası geri dönmeye üşenme... Bakın, birbirlerini ne de güzel tamamladılar. Evin okula bir hayli yakın oluşu Beşiktaş'a gidecek ve gecenin bir yarısı dönmek zorunda kalacak bir bünye için pek hayra alamet değil. Kurtlara kuşlara yem olmayayım diye de iki arkadaşımı alıyorum yanıma. Yağmurlu havada belediye otobüslerinde ayakta duracak yer bile yok. Kapşon sırılsıklam... Yağmuru seviyorum ama artistlik yapacak bir durumda da değilim hani. Başımıza bela olacağını bile bile dolmuşa atlıyoruz Kayışdağı'ndan... Git, git, git, git, git... Bitmiyor yol. Damlalar ve ceviz büyüklüğündeki buz parçaları pencereyi dövmeye başlayınca gözlerimi açıyorum. Uyumaya bile başlamışım meğerse. Boynum da ağrımış hafiften... Şoförün de asabı bozulmuş olacak... Kafayı pencereden çıkardığı gibi başladı: "Ulan salıyorlar bunları trafiğe... Senin ben babanı...." Ups, diyorum, kaptan kendine sakla lütfen cinsel tercihini...
1,5 saatlik bir işkenceden sonra kendimizi rıhtımda buluyoruz. Son vapurun kalkmasına 10 dakika var. Üç arkadaş üzerimize çamur sıçrata sıçrata yaklaşık 500 metrelik bir maratona başlıyoruz. Burun farkıyla sonuncu oluyorum. Jetonları alıyoruz, sonrası kapılar kapanmadan salona varabilmek için ettiğimiz dualar ile geçiyor. Beşiktaş'a geldiğimizde hiçbir şey bitmiş değil. Elimizde bir 15 dakika var. Koşmak lazım yine de... Biletleri kontrol eden amcaya veriyoruz, geri dönüp almıyoruz bile. Salona giriyoruz. En önde Nebil Özgentürk, Erol (O'su çok ince) Evgin ve çok sevmediğimiz bir isim; Hıncal Uluç! Durun diyorum, salondan atılmaya razıyım. Arkadaşlar tutuyor kolumdan. Oturuyoruz en nihayetinde. O an anlıyoruz ki nefes almak güzel bir şeymiş. Yanımdaki arkadaşlardan bayan olanı Sunay Akın'ı sadece televizyondan tanıyor. National Geographic Channel'in doğal afetler bölümünde belgesel olarak verilebilecek maceramızdan sonra bir hayli içerlemiş durumda: "İnşallah geldiğimize değer..." "Değer değer", diyorum usulca. Arkamdaki adamın varlığını keşfediyorum sonra, sesine çok sinir oluyorum.
Sonra perdedeki Kız Kulesi resmi yok oluyor. Yerini kısa bir video alıyor. Video yukarıdaki resimle başlıyor. Resimdeki Sunay Akın'ın kendisinden başkası değil. Küçük iken öyle görünürmüş kendisi, bir sorun yok yani. Elindeki oyuncak vapurdan başlayan hikaye, Oyuncak Müzesi ile devam ediyor ve yine vapura bağlanıyor. Derken Sunay Akın'ın insanın kanını kaynatan, yerinde oynatan sesi duyuluyor. Spot ışığı sahnedeki Sunay Akın'a odaklanıyor. Sonrası rüya gibi zaten. Dönüşünüzü düşünecek vaktiniz bile olmuyor. Pek çoğu kitaplarından bilindik o muazzam öyküleri ile benzersiz bir 2 saat yaşıyoruz. Arkamdaki adam durmadan konuşuyor: "Kitaplarında da aynen böyle anlatıyor", "Aha bak bu oyuncağın aynısı Oyuncak Müzesi'nde var, ben gördüm", "Bakın şimdi bu hikâyenin sonunu Nâzım'a bağlayacak"... Oyun bittikten sonra suratına çok pis baktım. Bence anladı o onu...
Sunay Bey Tarihi bir müddet daha sahnelenmeye devam edecek sanırım. Sunay Akın'ın benzersiz hitabet gücünden Nâzım'a, Mustafa Kemal'e, Piri Reis'e, Mimar Sinan'a, Müjdat Gezen'e, Kız Kulesi'ne, Edirne'ye, Van Gölü'ne, Dikilitaş'a, kitaplara ve daha nicelerine dair harika öyküleri duymanın tadı anlatılmaz sanırım. Ara ara yapmış olduğu espriyle karışık sistem eleştirileri de güldürürken düşündürmedi değil. İmkânı olan gidip görmeli...

Ayrıntılar Biletix'te.

28 Kasım 2008 Cuma

Absinthe

"Ve üçüncü melek boru çaldı, ve gökten meşale gibi yanan büyük bir yıldız ırmakların üçte biri üzerine, ve suların pınarları üzerine düştü, ve yıldızın ismine pelin denilir; ve suların üçte biri peline döndü, ve sulardan birçok insan öldü çünkü sular acılaştılar." (Bap 8-10, Vahiy 9)

25 Kasım 2008 Salı

Ofsayt!

Ne zaman gol diye arkamı dönsem, elinde ofsayt bayrağıyla bekler hayat!

24 Kasım 2008 Pazartesi

Pazartesi Notları #53

  • İmam nikahlı bir kadının eşine açtığı tazminat davası kabul edilmiş. Desenize ılımlı ılımlı geliyorlar.
  • Bu Acun Ilıcalı işini biliyor kanımca. Yarışmasını izlemeyenlere bile bir şekilde izletmeyi beceriyor. Christina Aguilera yetmemiş, şimdi bir de Adriana Lima veriyor. Haydi hayırlısı.
  • Çocukluğumuzun efsanelerinden biriydi; Tadelle. Geçen sene TMSF tarafından fabrikasına el konmuş ve üretimi durmuştu. Göz göre göre efsanemizin yok olmasına tanık olmuştuk. Geçtiğimiz hafta duyduğumuz bir haber bizi mutlu etti. Tadelle’nin üretimi yeniden başlamış. 80’lerin çocuklarına hayırlı olsun.
  • Gmail’de artık tema seçebiliyoruz. Kanımca en güzeli Summer Ocean. Summer Ocean... Bayiinizden ısrarla isteyiniz. Summer Ocean!
  • Kimisi evde fritöze atar patatesleri ve öyle yer kızartmayı. Kimisi de Burger King’in patates kızartmasından başkasını sevmez. Ancak ben öyle miyim? Katiyen, asla! Ben babaanne yöntemiyle kızartılmış patatesin hastasıyım. Yokdur onun kadar güzeli. Teflon tavada böyleeee, yumuşak yumuşak, akşam üstü akşam üstü... Bayram gelsin hele bir, çalacağız babaannenin kapısını iki kere. Duymazsa üçüncüyü de çalabilirim. Belli olmaz.
  • Top oynamayı bilmeyen adamı halı sahaya çağırmayacaksın mesela. Hani olur ya, “Adam eksik abi, oynar mısın? Savunmada dursan, gelene geçene vursan yeter” muhabbeti vardır. Olmasın. Öyle takoz geleceğine o mevki boş kalsın. Hayır olan bizim gibi teknik kapasitesi yüksek oyunculara oluyor. Misal... Rakip takımın bütün iyi oyuncularını verkaç-çalım kombinasyonuyla geçmişsiniz. Karşınızda bir tek rakip takımın son adamı kalmış. Ne yapacaksınız. Çantada kekliktir bir defa o... Bütün takım arkanızda kalmış, haliyle onu da geçemezseniz yuh olsundur size. Ama öyle olmuyor işte. Hayat güzel, martılar falan ama futbol bu kardeşim. Sen topu kurtarıyorsun, tam seviniyorsun buna, arkadan bir şeye benzetemediğin adam bir tekme savuruyor sağ baldırına, yerde taklalar atıyorsun. Ne pozisyon kalıyor ne de bacak! “Bir şeyim yok, iyiyim ben” diye caka satıyorsun ama maç bittikten sonra sağ ayağını yerden kaldıramıyorsun. Okyanusu aşıp derede boğuluyorsun anlayacağın. Gelmesin böyle takozlar maçlara. Takoz demişken, Takoz Recep’ten bahsetmiyorum elbette. Yeri gelmişken ona da bir selam gönderelim tabii. Ahh, bacağım!
  • Bir de bu Ben-Gay süper bir icattır. Ayağım/bacağım/kolum/bileğim incindiğinde bu kremi süreceğim diye çok seviniyorum. Tatlı bir yakma hissiyatı yaşatıyor ya insana, aman Allah’ım!
  • Danimarkalı bir karikatürist vakti zamanında çizmiş olduğu Hz.Muhammed karikatürlerini şimdi de kitap yapıyormuş. Saygı abidesi, örnek alınması gereken Batı şimdiye dek kendi değerlerine saygısızlık yapıldığını görmüş mü acaba tarafımızdan?
  • Smile Adsl’nin reklamı çok gereksiz ve düşündürücü. Hani şu İngilizce konuşan dönerci amcadan bahsediyorum. Bir de utanmadan sonuna “Ayda bilmemkaç YTL’ye istediğin kişi ol” diyorlar. Tabii zaten biz interneti insanları kandırmak için kullanıyoruz. Bu mudur sizin internetten anladığınız?
  • Bence Lassie bize bir şey anlatmaya çalışıyor.
  • Cumartesi sabahı erkenden kalkmak zorunda kalmak hayatın en tatsız anları sıralamasında kafadan ilk beşe girer bence. İtalyanca sınavım münasebetiyle sınav salonunu tavaf ettikten sonra, bünyeme hakim olan can sıkıntısı sonucu soluğu Kadıköy’de aldım. Arkadaşlar Okey oynarken, ben onca Fenerbahçeli’nin arasında Galatasaraylı olduğunu bariz şekilde belli edercesine Ankaragücü’nün kaçan pozisyonlarında ayağa falan fırladım. Eh, aralarında benim Ankaragücülü olduğumu sananlar olduysa, o onların eşekliği. Sonra efendim çıktık oradan. Arkadaşlar tutturdu bu kez sinemaya girelim diye. Onları sinema salonunun kapısına kadar uğurladıktan sonra Galatasaray’ın Ankaraspor ile oynayacağı maçı izlemek için mekandan ayrıldım. Maçı farklı arkadaşlarla izledim, ki arkadaşlar her zaman iyidir. Maç bitti, zaten İstanbul’da bir fırtınadır kopuyor, iskeleler falan, neyse biz dışarı çıktık ama rüzgardan adım atamıyoruz. Hani zıplasak geriye doğru siz deyin 5, ben diyeyim 10 metre uçacağım. “Uçtum” dememi bekleyeniniz varsa, uçmadım. Fakat daha güzel bir şey oldu. Fırtına ile birlikte süper bir yağmur yağmaya başladı. Süper yağmur, evet! Hiçbir şey yapmadım o an. Yağmur damlaları önce saçları sırılsıklam etti, ardından ne mont bıraktı ne de ayakkabı içi. Sucuk gibi olmak deyimi buradan geliyor işte. En moralsiz anlarımda bile mutlu edebiliyor yağmur beni. Allah’ım ne güzel bir şey.
  • Bir de... Kadıköy’ün Bahariyesi gibisi yok! Yok!
  • Antalya'yı özledim. Günler geçse de gitsem, ayazında kumsalına vursam kendimi....
  • Yüreğini kaptırıp da kendini kaptıramamak çok can sıkıcı. Böyle bir anlamsız bakıyorsunuz her şeye. Bir kitabın başına oturuyorsunuz, gözleriniz kelimeleri sıralıyor, ancak siz sadece tek bir isim görüyorsunuz orada. İstiyorum ki “Güven” yazan kapıdan içeriye adımımı atayım, orada, köşede beni bekleyenin elinden tutayım, çekip götüreyim. Geç kaldığıma yanayım hafiften. Fonda çalan en sevdiğim şarkıya dalga sesleri eşlik etsin ve biz sabahlayalım denize karşı...

23 Kasım 2008 Pazar

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 54

So I guess this is where I tell you what I learned - my conclusion, right? Well, my conclusion is: Hate is baggage. Life's too short to be pissed off all the time. It's just not worth it. Derek says it's always good to end a paper with a quote. He says someone else has already said it best. So if you can't top it, steal from them and go out strong. So I picked a guy I thought you'd like. 'We are not enemies, but friends. We must not be enemies. Though passion may have strained, it must not break our bonds of affection. The mystic chords of memory will swell when again touched, as surely they will be, by the better angels of our nature.' (American History X - Edward Furlong)

22 Kasım 2008 Cumartesi

It's Winter

Her şey bir orta okul münazarası ile başladı aslında: Süt siyah mıdır yoksa beyaz mı? Nasıl olduğunu hatırlamıyorum ama "Siyahtır"ı savunan grup münazaradan galip ayrılmıştı. Belki de "Beyazdır"cıların basbayağısıydı onlara mağlubiyeti getiren. Ben buradan yola çıkıp olayı kış mevzusuna getireceğim. Kışın hayatımızdaki yeri nedir? Çok seviyor oluşumuza karşın o kadar saf ve masum mudur? Kış beyazdır. Beyazın tüm ortak lisanlardaki karşılığı kirlenmemişliktir. Doğarken gözlerimiz yaşsız ağlamışızdır, o masumiyeti çok güzel ifade eder kış. Bir gece yarısı perde aralanıp da görülen pamuksu noktaların yüze kondurduğu tebessümdür belki de. Ancak herkese göre değil elbette. Ertesi sabah tüm şehir beyaza bürünmüştür. Üstü beyazdır belki ama, altında kalanlar için her şey simsiyahtır.
Dünyanın doğusu olarak bilinen yarım kürenin beyaz perdeye yansıttıklarını izliyorum son zamanlarda. Batıyla olan ilişiğime bir müddet son verdim. Doğu-Batı arasında kalmış, kendisine bir kimlik seçememiş ülkem insanını orada görüyorum ben. Pek çok insanın ayazlı kış gecelerinde kalbini sıkıştırabilecek filmlere inatla dayanıyorum. Dünyanın uzak ucunda seslerini duyurmaya çalışan yalnız insanların haykırışlarına kulaklarımı uzatıyorum. Çabalarını, mesaj kaygılarını, hayattan beklentilerini, hayatın onlara sunduklarını, beş duyularının dışa vurumunu, umutlarını en nihayetinde takdir ediyorum.
78 dakikalık bir film It's Winter. Diyaloğu az, görseli bol; kısacası az lafla çok şey anlatan bir yapım. Bildiğimizi sandığımız şeyleri "Aslında hiçbir şey bilmiyorsun" diyerek, acımasızca ama gözleri dolu bir şekilde suratımıza çarpıyor İranlı yönetmen Rafi Pitts.
Bir kadın ki kadınların birçoğunda olduğu gibi kimliksiz, isimsiz. Bir adam ki her akşam eşinin ve küçük kızının karşısına boynu bükük, cepleri delik çıkan. Bir kış ki çatıları söken, boşlukta beyazı siyaha çeviren. Bir meslekte ne kadar uzman olursanız olun, iş bulamadıktan sonra bunun ne önemi var? O bembeyaz karı gökten lapa kapa düşüren kara bulutların ta kendisi değil midir? Evde kalan son eşyalar da satılmasın, sobadaki son odun da parça parça dağılmasın, kara kış adı gibi batsın diyedir son çırpınışlar. Kış kapıya dayanır, baba kapıyı çarpıp çıkalı pek olmamıştır. Öte diyarlara kalkıp giden bir tren yeni bir umut demektir. Hayatta tek bildiği çalışmak olan insanlar için yolun getireceği bedel ne olabilir ki? En fazla geri dönememek. Peki ya geride kalanlar? Bir zaman sonra gidenden haber alamamak insanı nasıl bir ruh hâline bürür? Bir kere kapanan kapı bir yabancıya açılabilir mi? Kış gitmiş olabilir ama yeniden gelecek bir gün, eninde ya da sonunda, illa ki.
It's Winter Tahran kırsalında hayata tutunmaya çalışan bir grup insanın öyküsü. Eşine ve çocuğuna para gönderebilmek için kışın gelmesiyle birlikte uzak diyarlara yol alan bir adam, aylar geçmesine rağmen kendisinden haber alamayan ailesi, şehre iş bulabilmek umuduyla gelmiş bir yabancı ve kışın şartlarına inat gururun korunmasına dair bir hikaye...
Kendi sinemamızda bile bulamadığımız "biz"i, bize en net biçimde anlatıyor bu film. Kapitalizmin meyvelerinden tadamayanların güneşin doğduğu topraklardan yansıyan bir portresi. Velhasılı kelam beklenmedik bir final ile başladığı yerde biten bir yapım It's Winter. Belki de bittiği yerde başlayandır, kimbilir!

Yuh!

Şiddetli bir fırtına kopacağından haberimiz vardı. Okulumuzun ünü sağır sultanın bile kulağına gitmiş olan o dillere destan yokuşunu tırmanırken bile rüzgar alıp götürecek gibiydi beni. Beni götürmesini anlardım da koskoca Karaköy İskelesi'ni, yılların Karaköy İskelesi'ni olduğu gibi suların altına gömmesine bir anlam veremiyorum. Hele bir de 10 gün kadar önce içinden geçtiğimi düşünüyorum da... Tek teselli olayın gündüz gözüyle yaşanmamış olması. Yetkililerin alınlarına kocaman bir öpücük konduruyorum, en tükürüklüsünden.

Anlamazdın




Sevilirken bilmedin mi
ben söylerken gülmedin mi
falımızda hasret var
ayrılık var, demedim mi?

Anlamazdın anlamazdın...
Kadere de inanmazdın.
Hani sen acı veren,
kalpsizlerden olamazdın?

Dilerim ki mutlu ol sevgilim,
ben olmasam bile hayat gülsün sana
günahım boynunda,
ağlayan bir çift göz bıraktın arkanda...

La la la lay la lal laa
La lal la lay la lal laa

Kalbim bomboş kaldı sanma,
acılar geçer zamanla.
Aşka tövbe demem ben,
görürsün sevince yeniden...

NOT: Bu şarkı kulaklarıma hiçbir zaman son birkaç gündür olduğu kadar vurucu gelmemişti. Çıkmıyor "playlist"ten anasını satayım...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Half-Blood Prince

En iyi kitabın filmi geliyor. Fragmanlar çok fena gaza getiriyor, kitabı yeniden ele almaya teşvik ediyor. Kültür Sepeti heyecanı iliklerini kadar hissetmek isteyenler için ekranlara getiriyor... İşte Harry Potter and the Half-Blood Prince:




Bu da ilk ve tek afiş. Belki resmi değildir ama "Olmuş" bence;





















Çok ağlayacağız bence... Sence?

18 Kasım 2008 Salı

Sıcak Bir Kış

Saçlarını gittikçe kısalttığın günlerde
sen söylemiştin bu sözleri unutmadım
Her aşk bir ayrılık gizler, ayrılıklarsa
bir merhabanın sıcaklığını taşır kendisinde

Kalıcı olan hiçbir şey yok diyordun
An’lar var yalnız ömrü karşılayan
Şimdi sımsıcak bir kar yağıyor yine
yüreğimin üstüne yağıyor hiç durmadan

Ellerin nasıl da üşüyor, bozacının
karlı sesi doluyorken odamıza
Hava gittikçe kirleniyor bu kentte
ve aralıksız kar yağıyor, kar yağıyor

Kar ayrılık hüznüdür ve ne çok
ayrılıklar yaşandı şu son birkaç yılda
Yurdundan ayrılanları düşünüyorum ve birisi
"Özledim" diyor, "ülkemin kar kokusunu da özledim"

Hiçbir an’ını tanımlamaya kalkmadan
kısacık ömürler biçiyoruz kendimize
Sonra yolculuklara çıkıyoruz, bir kentten
ötekine giderken özlüyoruz bir başkasını

"Özlediğimiz birileri olmalı" diyordun
yanındayken bile özlediğimiz birileri
Öyleyse kalkıp Ati’ye gitmelisin, İstanbul’a
belki hâlâ saklıyordur bir gülü kimbilir

Yaşandı mı o sıcak kış, yaşlandık mı
aynalara bakmaya vakit bulamadık
dönüp dönüp birbirimize bakmalardan
Yaşandı mı o sımsıcak kış, ne dersin?

Ahmet TELLİ

17 Kasım 2008 Pazartesi

Lost - Sezon 5

Heyecanlı bekleyiş 21 Ocak 2009 Çarşamba akşamı son buluyor. Lost yeni sezonunu 3 saatlik bir sezon galası ile yapacak. Çarşamba akşamı önce bir saatlik özet bölüm ekrana gelecek ve aynı akşam Lost'un 5.sezonunun ilk iki bölümü olan Because You Left ile The Lie arka arkaya yayınlanacak. Bu sırada biz de ağzımızın suları ile meşgul olacağız.

LOST season 5 [Promo]
Yükleyen Production-K3vYn

Pazartesi Notları #52

  • 52 oldu, 52!
  • Yazıyla “Elli iki!”
  • 1 yıl yahu!
  • Bir halt mı? Değil!
  • Şimdi, buzlu çay iyidir, hoştur. Herkes bunun şeftalili olanını içerken bir benim galiba limonlu olanına abayı yakan. Bir de, sabah demlediğiniz çayın içine bir dilim limonu boca edin. Sonra soğumaya bırakın. Aynı işlemi şeftali ile denemek pek mantıklı görünmüyor. Sonrası... Alın size ev yapımı buzlu çay. Aslında düşündüm de, almasanız daha iyi sanki.
  • İstanbul’un suları o kadar kirli ki yıkanmak için banyoya giriyorsunuz, çıktığınızda bir bakmışsınız aslında daha fazla kirlenmişsiniz. O kadar yani...
  • Ben bunu yazarken üç ayrı camiiden aynı anda okunan ezanı dinlemekteyim.
  • O değil de ben bu Kurtlar Vadisi Pusu’yu çok seviyorum. Ne güzel, yayınlandığı 2-3 saatlik zaman dilimi içerisinde ne sokaklarda kıro kalıyor ne de İstanbul’da trafik...
  • Her mutlu çift bir gün ayrılığı tadacaktır!
  • 21 Kasım'da Sürmanşet, 26 Kasım'da Sunay Akın Beşiktaş Kültür Merkezi'nde. Gitmek lazım...
  • Hulusi Kentmen aramızdan ayrılalı tam 15 sene olmuş. Dün gibi hatırlıyorum. Rüyamda bana "Elveda" bile demişti. Varın bu tonton adamın üzerimde bıraktığı intibayı siz düşünün.
  • Bu haftaki "Kültür Sepeti ile Yeni Bir Şeyler Öğreniyoruz" köşesine hoşgeldiniz. Biliyor muydunuz ki filler dünyadaki sıçrayamayan tek canlıymış. Bilmiyorsanız öğrendiniz, biliyorsanız bana yazıklar olsun.
  • Hani bazen gömlek giyiyoruz ya ve bu gömlek beyaz oluyor ya, sonra aynanın karşısına geçiyoruz ya nasıl göründüğümüzü görmek için, işte o an içimizdeki atletin belli olduğunu görüp inceden bir küfür basarız ya, "Hayatta böyle anlar neden var ki" diye sormak lazım belki de.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Buluşmak Üzere

Diyelim yağmura tutuldun bir gün
bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
ne de olsa yaz yağmuru
pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni

Diyelim için çekti bir sabah vakti
erkenceden denize gireyim dedin
kulaç attıkça sen
patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi, deniz
seslenmiyor
Derken bi' de dibe dalayım diyorsun
içine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
lapinalar, gümüşler var ya
eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
çakmak çakmak gözleri
meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
herkes orada sen de oradasın
Herif bizden söz ediyor, bu ülkenin çocuklarından
"Yürüyelim arkadaşlar" diyor, "yürüyelim"
özgürlüğe mutluluğa doğru
"Her işin başında sevgi" diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi' de başını çeviriyorsun ki
yanında ben varım

Can YÜCEL

Dinlenmesi Gerekenler (40) - Mavi Kuş



Mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış,
onun için hiç yüz vermiyor
Oysa güzel şarkıları vardı
yıldızlara ve denizlere
ama söylemiyor ki bizlere, susuyor
Suç işlemiş eller gibi
perondaki boş trenler gibi
ucu görülmeyen tüneller gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş

Saksağanın şakası sandılar
muhabbet kuşları ve papağanlar
belki de arkadaşındırlar
kargalar gibi karaladılar
Kırlangıçlar ve serçeler
bize biraz yalan söylediler
Çok saftık
Zararsız küçük yalanlar gibi
yağmurdan kaçanlar gibi
bütün vapurları kaçıranlar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş

Mavi kuş sanki bir düş
kaşla göz arasında
geceyle gündüz ortasında
Sokaklar bile sokaklara kesişir
gölgeler ki güneşe bağlı
biz ikimiz de öyleyiz ama bilmeyiz
Ağıramamış aydınlıklar gibi
kireç tutmuş çaydanlıklar gibi
hiç sevişmemiş insancıklar gibi
gel hiç üzülme
salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş

Mavi kuş her daim sarhoş
biraz da bize kızmış...

Bülent ORTAÇGİL