14 Kasım 2008 Cuma

Shichinin No Samurai

Clint Eastwood, John Wayne, Lee van Cleef, Sergio Leone... The Good, The Bad and The Ugly, For A Few Dollars More, My Name Is Nobody, Sabata, A Fistful of Dollars... Hepsi ve aklıma gelmeyen birçoğu eşittir Amerikan Western sineması... Tüm bildiklerinizi unutun kovboy filmleri hakkında. Menşei Hollywood sayılan Western filmlerin atası ile sinemaya pek çok yeni teknik kazandıran film ile tanışma vaktidir şimdi.
Japonya'nın dünya sinemasına kazandırdığı bir değer Akira Kurosawa... Ran, Kagemusha, Ikiru, Yojimbo, Rashomon, Runaway Train gibi efsanevi yapımları şöyle dursun, Kurosawa'yı Kurosawa yapan film hakkında birkaç kelamım olacak. Film afişte de gördüğünüz üzere; Seven Samurai. Sadece sanatsal açıdan başarılı bir film değil Yedi Samuray. Dünya sinemasına birçok miras bırakan, izleri hâlâ günümüz sinemasında ısrarla takip edilen bir yapım. Peki nedir 1954 yılının bir ürünü olan, üzerinden yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen modası bir türlü eksilmeyen Yedi Samuray'ı pek çok filmden ayrı kılan. Söz konusu sinema olunca şiddetle yinelenmesi gereken bir söz vardır: "Bir film zamanına göre değerlendirilmelidir" Biz de öyle yapacağız zaten.
Bir Japon filmi düşünün, sonra bir de bu filmin günümüzden 54 sene evvel çekildiği halde sinemanın en iyilerinden olduğunu göz önünde bulundurun. Mesela, yukarıda da bahsini ettiğim üzere, Amerikan patentli bildiğimiz kovboy filmlerinin aslından bu filmden ilhamla kayda alınmaya başladığını aklınızın bir köşesine yazın. Hollywood'un mali gücünün dünya bağımsız sinemasını bir kara delik gibi yuttuğuna şaşırın.
Akira Kurosawa'nın doğa, insan, yaşam, ölüm kavramlarını tek bir tema altında izleyiciye sunduğu film izleyenleri 16'ncı yüzyıl Japonyası'na götürüyor. Küçük bir köy ve yaklaşmakta olan hasat zamanı. Lâkin yaklaşmakta olan tek şey hasat değildir elbette. Ekmeğini çalıp çırmaktan kazanan haramiler her hasat mevsiminde olduğu gibi yine gözlerini köylere dikmiştir. Malum köylüler savunmasız ve diz çöktürmenin kolay olduğu insanlardır. Japon kast sisteminden hatırlayabileceğimiz gibi Japonya'nın efsanevi savaşçıları samuraylar köylüleri küçümser ve aralarına almaya tenezzül etmezler. Fakat ülke bir içsavaş içindedir, herkes bulabildiği bir lokma ekmeğe talim etmek zorundadır. Japonların o dillere destan gururu ön plana çıkar ilk önce. Fakat teslimiyet öyle kolay kabul edilebilir bir şey değildir. Köylünün kendilerini 40'a yakın haramiden koruyabilecek birilerine ihtiyaçları vardır. Köyün ihtiyarları savunma için yedi samurayın kiralanmasına karar verir vermesine de samuraylar ne ile kiralanacaktır. Sefaletin diz boyu yaşandığı ülkede adeta sefilleri oynayan samuraylar ise karın tokluğuna köyü korumayı kabul ederler.
Akira Kurosawa 1998'deki ölümüne değin üretmekten başka bir şey düşünmeyen bir yönetmendi. Yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendiği filmler hiçbir uluslararası festivalden eli boş dönmedi. Yedi Samuray ile 2 dalda Oscar'a da aday gösterilmiş olmasına karşın altın heykelciği kucaklayamadı. Üstadın tek eksiği Oscar olsun!
Kurosawa'nın her filminde yıldızlaşan birileri illa ki olur. Yedi Samuray'da ise yan rollerde görülen köylülerin bile zaman zaman dönemin şartlarına göre kendilerini aştığını söyleyebilirim. Ülkemiz sinemasında sokaktaki adamın hâlâ, ısrarla kameranın içine içine gülerek sıçıp batırdığını düşündüğümüzde, bu filmdeki figüranlar "1954 yılındayız, sıçıp batırsak ne olur ki yani?" demeden yaşamaları gereken tüm duyguları adeta birer maske yapıp başarıyla yüzlerine oturtabilmişler. Bir de ana karakterler var tabii ki onların da haklarını yememek gerek. Samurayların ilki Kambei'yi canlandıran Takashi Shimura filmin başından sonuna dek Morgan Freeman'dan kesitler sunuyor. "İnsanlar çift yaratılmıştır" derler ya, hah işte, Takashi Shimura'yı görünce bu söze bir kez daha inanıyorsunuz işte. Bir insan hem oyunculuğu hem de tipi ile dünyadaki öteki eşine bu kadar mı benzer?
Es geçilmemesi gereken bir diğer isim ise Japon sinemasının efsanevi oyuncusu Toshirô Mifune. Kendisi filmde aslında samuray olmayan fakat yüreği ve çılgınlığı sayesinden "yedi"den biri olmayı başaran Kikuchiyo'yu canlandırmakta. Akira Kurosawa'nın filmleriyle özdeşleşen aktörü sinefiller Rashomon, The Magnificent Seven, Yojimbo, Tsubaki Sanjûrô ve Steven Spielberg imzalı 1941 gibi yapımlardan tanıyor. Clint Eastwood'a özgü bilinen saman çineme ve enseyi kaşıma gibi hareketlerin aslında Eastwood'a Mifune'den miras olduğunu da yeri gelmişken belirtelim. Yedi Samuray'a hiç kuşkusuz en önemli imzayı atan oyuncu olan Mifune aynı zamanda George Lucas tarafından Obi Wan Kenobi rolü için ilk düşünülen aktördü.
Yedi Samuray karakter çözümlemesi bakımından da dünya sinema tarihinin belki de ilk başarılı yapımıdır. Filmde başrolde oynayan yedi samuraya ve daha fazlasına son derece farklı hikayeler yazılmış ve bu hikayelerin hiçbiri havada kalmamıştır. Uzun yıllardır kılıcını kınından çekmemiş bir samuray emeklisi, az konuşup çok iş yapan bir kılıç ustası, kendini kanıtlamak isteyen lâkin biraz da korkak bir genç, yüreğinin yaydığı deli cesaretini parmak uçlarına kadar yaşayan bir hiperaktif, eski görkemli günlerinden hiçbir şey kaybetmediğini kendisine hatırlatmak isteyen bir başkası, ve dahası... 207 dakikalık filmde hepsinin iç dünyasına, tutkularına, gelecek takıntılarına, zayıf noktalarına eksiksiz bir şekilde değinmiş Akira usta. Tüm bunlara oyuncular da başarıyla eşlik edince yönetmenin büyük bir ustalıkla yoğurduğu hamur, fırından lezzet kokuları eşliğinde çıkmış.
Yedi Samuray'ın Hollywood başta olmak üzere pek çok ülkede birçok kez yeniden çevrildiğini belirteyim. Hatta Türk sineması hafızası geniş olanlar yıllar evvel ülkemizde de bir benzerinin çevrilmiş olduğunu rahatlıkla anımsayacaklardır. Üstelik dünya çapındaki bu çevrimler sadece sinema filmi olarak kalmadı, ayrıca televizyon dizisi olarak yapımcıların para basmasına vesile oldu. Şimdi sıkı durun, çünkü Yedi Samuray, Merkez Bankası görevi görmeye 2009 yılında da devam edecek. Hollywood, The Seven Samurai adı altında filmin yeniden çekimlerine başladı bile. Son dönemde yeniden uyarlamalar haricinde bir iş yaptıklarını görmüyoruz zaten. Ya az bilinen ama öz bilinen Avrupa ve Uzak Doğu filmlerini, sanki ilk defa kendileri çekmiş gibi izleyiciye sunuşlarını izliyoruz (Bkz: Il Mare, Bkz: Old Boy) ya da Batman'i, Superman'i ve Spider-Man'i tekrar tekrar önümüze sunmalarına seyirci kalıyoruz.
Filmin dünya sinemasına bıraktıklarından konuşuyoruz madem, slow motion teknolojisinin de ilk defa 1954 yapımı bu filmde kullanılmış olduğunu pas geçmeyelim.
Velhasılı kelam herhangi bir Kurosawa filmi izlememişseniz eğer Yedi Samuray başlangıç için ideal bir yapım. Buna mukabil sıkı Kurosawa takipçileri bilirler ki Kurosawa sinemasında doğa teması her filmde ön plandadır. Tabiat giyineceği elbiseyi karakterlerin etrafında örülen olay çemberine göre seçer. Shichinin No Samurai'de de böyledir. Japonlar'ın o bilindik telaşlı halleri, bir işi koşmadan halledememeleri, umutsuzlukları, korkuları, mutlulukları tabiat ananın kulağına nasıl davranması gerektiğini fısıldıyor. Ve zulüm tabii ki... Hülasa bir "Her eşkiya dünyaya hükümdar kalmaz" filmi Yedi Samuray. Fakat bunu klâsik bir "İyiler mutlaka kazanır" altbaşlığı içinde sunmuyor izleyiciye. İnsanoğlunun tüm zalimliklerine, harap etme gücüne inat bir yerlerde çiçeklerin inadına açmakta, ağaçların insanları umursamazca dimdik ayakta kalmalarına selam eder bu başyapıt.

Creativity (24)

12 Kasım 2008 Çarşamba

"Aldım Tüm Yetkimi"

"Birbirimizi çok sevmiştik ama insanlar aramızdaki ilahi aşkı kıskandı. O da bendeki üstün yetenekleri görünce kıskanmaya başladı. ... Halbuki ondaki o zevkin, o aşkın tek iksiri bendim. Ben onun yanında olduğum için olduğu yere erişebildi. Bu ilahi aşkı çekersem, havada kalan bir taş gibi doğrudan yere düşecekti. Tahmin ettiğim şey oldu. Şu an yerde! Onunla asla konuşmayacağım. O da halk gibi sadece beni televizyondan izleyebilecek. Ondan tüm yetkimi aldım." (Ajdar ANIK)

Blog yazarının kişisel notu, ya da onun gibi bir şey: Şimdi bu adam bir gün sokakta bana rastgelse, güvercin adımlarla yaklaşsam, ensesine bir tane patlatsam en okkalısından... Başka bir şey istemiyorum Tanrım! Ne olur çok görme bunu bana.

Biz Bu Filmi Daha Önce Zilyon Kere Gördük!

Başlığın hayvanca uzun olmasını bu konudaki yetersizliğime verin. Önemli olan boyu değil içeriği zaten :) Her neyse, dün Cem Yılmaz'ın 5 Aralık'ta vizyona girecek olan yeni filmi A.R.O.G.'un son fragmanı yayınlandı. İzlerken güldüm, evet. Lâkin "Dur şimdi, ben bunu bir yerlerden çıkaracağım" demeyi de ihmal etmedim. Yamulmamışım! İşte önce A.R.O.G.'un yayınlanan son fragmanı ve akabinde Nike'nin bir hayli eski reklamı...

Bir A.R.O.G. reklamı;

A.R.O.G - Teaser 5 - The Game - The funniest movie is here. Find it

Bir Nike reklamı;

Nike Devil Comercial! - Click here for another funny movie.

Kadıköy

Kadıköy, martı seslerinin en huzurlu yansımasıdır.
Kadıköy, rıhtımda korkuluklara yaslanıp izlemektir koca şehrin hengamesini.
Kadıköy, sarının yanına kırmızının gelmediği yerdir.
Buna rağmen güzeldir Kadıköy.
Kadıköy, balık pazarıdır, Kadıköy Bahariye'dir...

Kadıköy, solcudur.
Kadıköy, Khalkedon'dur.
Kadıköy, dünyanın en büyük kütüphanesidir.
Köydür aynı zamanda, en büyüğünden...
Kadıköy, Mario Levi'nin İstanbul'udur.

Kadıköy, Boğa'nın buluşma yeri yapıldığı yerdir.
Kadıköy güzeldir.
Yağmurla daha bir güzeldir.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 53

"If you and I were to die in a plane crash it wouldn't matter, because our souls would keep on going and we would love each other from place to place - because it is infinity." (Arizona Dream - Johnny Depp)

10 Kasım 2008 Pazartesi

Gülmek...

...çok zor şu günlerde!
Yok mu ağzımın kulaklarıma varmasına vesile olacak biri?

10 Kasım

"Türk milleti, Atatürk'ü Allah'a borçlusun, diğer her şeyi de Atatürk'e..."

Pazartesi Notları #51

  • Öncelikle şöyle bir haber var; böyle. Bu haber kimler tarafından, nasıl bir zihniyetle yönetildiğimizin en basit resmidir. Hiç başka işimiz gücümüz yok. Herkes gidiyor Mersin’e, biz gidiyoruz tersine. Budur yani!
  • Devlet bizim ahlak bekçiliğimizi yapmaya devam ediyor. İnternet denen şeytan icadından olumsuz yönde etkilenmememiz için çok yakın bir gelecekte “internet mahkemeleri” kurulacakmış. Sanık; Kültür Sepeti... Ahuahuahuahua...
  • Şimdi rüyalarımızın birçoğunu hatırlamayız. Sadece uyanmamıza yakın olanları hafızamızda yer eder. Belki de dejavu dedikleri bizim bu hatırlayamadığımız rüyalarımızdır. Olamaz mı, olabilir!
  • Evet, rüyalarımızın birçoğunu hatırlayamıyoruz. Öyle emredilmiş... Bir de bazı sabahlar kalktığımızda yatağın desenleri olduğu gibi bedenimize, elimize, kolumuza geçmiş olur. Acaba rüyalarımızda yatağımızla kavga falan mı ediyoruz ya da ne yapıyoruz ki?
  • “When you walk through a storm
    hold your head up high
    and don’t be afraid of the dark
    at the end of the storm is a golden sky
    and the sweet silver song of a lark”
  • Evde dinleniyor olabilir miyiz? Telefonumuz arada sırada kendi kendine çalıyor. Kendi çalıp kendi oynuyor. Hayır biri işletiyor desem, benden uzaktaki ailemden başka telefon numaramı bilen yok. Tüm bu saçmalıklar silsilesinin telefon numaramın açıldığı günden bu yana devam ediyor oluşu ise ayrı bir muamma. Şimdi sıkı durun, çünkü daha da garibinden bahsedeceğim... Sinirden bir elim telefonda yaşamaya başladım. Geçtiğimiz gün yine telefon klâsik tek çalışlarından birini gerçekleştirdiği an ahizeyi kaldırdım. Aman Allah’ım! Bir evin içindeyim. İçindeyim derken kulaklarım içinde sadece. Evet, telefonun böyle bir özelliği var. Bilmiyor muydun ki! Her neyse, evin içindeki o 1 dakikalık süre zarfı içinde yapılan tüm konuşmalara isteyerek kulak misafi oldum. İsteyerek ve kulak misafiri olmak. Ben yaparım arkadaş! Tekrar “her neyse”, evin annesi oğluna ve kızına “Kazaklarınızı almayı unutmayın”, eşine de “Bey kapıyı iki defa kilitlemeyi unutma” dedi ve bu çıkışının ardından muhtemelen evlatlarının ellerinden tutup sokak kapısına doğru yöneldi. Ben dinlemeye devam ettim. O sırada evin beyi hanımına “Bilmem nesini ne yaptığımın karısı” dedi... Evet, karı dedi... Cibiliyetsiz! Ardından “Çat” diye bir ses. Tam o anda kapının kapandığını ve evde bir Allah’ın kulunun kalmadığını anlamıştım ki beni çok daha fazla korkutan bir şey oldu; kapının kapanmasıyla telefon bağlantısının kesilmesi aynı ana tekabül etti. O gece korkudan yorgan altına soktunuz lan beni! Aha bak yine çalıyor... Anaaaam!
  • Yakında güzel ülkemde internete bağlanan cep telefonlarına da ihtiyaç kalmayacak. O yüzden telefonunuzun böyle bir özelliği varsa en kısa zamanda kurtulun derim! Dedim!
  • Alt kat komşumuzun adı Garip! Yahu ebeveynler neden evlatlarına böyle isimler seçer? “Garip amca” demeye dilim varmıyor. Varıyor mu, işte o zaman gözlerim doluyor.
  • İtiraf edin... Hemen! Süt Kardeşler’i izlerken sallana sallana gelen Gulyabani’den korkmuyor musunuz? Ben çocukken altıma s.çardım onu görünce. Bir de müziği vardı, Tanrım! Gulyabani’nin kendisinden korkunç!
  • Bu haftaki Pazartesi Notları için Blogger’in otomatik yayınlama özelliğini kullanıyorum. Türkçe meali; “Aslında ben bu yazıyı geçtiğimiz hafta ortasında yazdım ve bugün yayınlanması için Blogger’e emir verdim...” Bunu neden mi yaptım? Sizleri düşündüğüm için. Biliyorsunuz dün Galatasaray Fenerbahçe’ye konuk oldu. Şayet şu an mağlup olan taraf konumundaysak bugün Pazartesi Notları falan olmazdı. Ben içerdim, içerdim, içerdim, içerdim... Sonra da ayılamazdım. Salı günü de Pazartesi Notları olmazdı. İşte sırf sizleri düşündüğümden işi garantiye alıyorum. Uzun lafın kısası, siz bunları okurken ben Boğaz Köprüsü'nün parmaklıklarına tutunmuş hayata son bir bakış fırlatıyor olabilirim. Allah korusun tabii!
  • Yeni cumhurbaşkanımız da Obama oldu... Ay dilim sürçtü, tabii ki Amerika Birleşik Devletleri’nin... Neler diyorum ben! Bir de bu başkan müsveddesinin masallarına inananlar var ki ben kendilerine hiçbir şey söylemiyorum. Sizi gidi Pollyannalar sizi... Olumlu bir şeyler olacaksa Amerikan halkına olacak. Yoksa sana bana olumlu bir yaptırımı olmayacak bu adamın! Bir de “Amerika tarihinin ilk siyah başkanı” olayı var tabii. Martin Luther gökyüzünden sevinsin buna, yıllarca mazlumu oynayan siyahiler sevinsin; benim külahım ise işte burada!
  • “No matter what happens now
    I won’t be afraid
    Because I know today has been the most perfect day I’ve ever seen!”
  • Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara çok sinir oluyorum efendim ben. Bir söz vardır; “Biliyorsan söyle alim sansınlar, bilmiyorsan otur adam sansınlar...” Ne de güzel söylemişler. Bir ders sırası... Tartışma hararetli... Kız arkadaşlardan biri sazı eline alır: “Hocam ben anlamıyoruuaaam, hem başlarını örtüyorlar hem de McDonald’s’a gidiyorlar. Bu nasıl çelişkidir...” Ne işi var sizin gibilerin üniversitede anlamıyorum. Anlamıyorum!
  • Zamanında ne taso biriktirirdim yahu! Ben bir de bilyeler yardımıyla maç yaptırırdım bunlara... Nasıl yani ya!
  • Bugün bir bayan arkadaşa “Yahu sen hiç Türk’e benzemiyorsun. Ne bileyim daha çok İspanyol tipi var sende” dedim. Mutluluktan havalara uçtu garibim. Bu kadar mı aşağılandı Türk olmak! Yoksa İspanyol olmakta mı bir albeni var!
  • Sabahları kalktığımızda boyumuzun 3 cm uzadığını biliyor muydunuz? “Evet, biliyorduk. Yoksa sen...” diye başlamayın hemen, dalarım! Vallahi de billahi de dalarım. Bir ek bilgi vereyim bunun hakkında... Kısa süre içinde yerçekiminin etkisiyle yine kısalıyormuşuz. Buradan anlıyoruz ki biz insanoğlu çok esnek yaratıklarız.
  • Bence Papia, Vakit’ten daha dayanıklı. Hem de üç kat...
  • Babamın lise ve üniversite yıllarında almış olduğu kitaplar hâlâ ilk günkü gibi yepyeni duruyor. Şeffaf kapla kaplanmış, ilk sayfasına da alınış tarihleri bir bir not düşülmüş. Eski kitaplar çok daha güzelmiş, çok daha naifmiş...
  • Şehirlerarası otobüs yolculukları esnasında, verilen her molada yolcular neden daima lokum satın almak zorunda hissederler kendilerini? Lokum denen şey her memlekette gayet de kolay bulunabiliyor. Ben insanımızı anlayamıyorum, hiç anlamıyorum!
  • Israrla dinleyin... Jehan Barbur’dan Mamoş. Dalyan Deltası da olur esasında...
  • "...ama karar ver, tutamıyorum zamanı!"
  • Tüm sevenler için Emel Sayın’dan geliyor efendim; Ayrılmalıyız Artık!

8 Kasım 2008 Cumartesi

Hareket Vakti

Bundan 2,5 sene öncesi... Bir yaz günü, Ekşi Sözlük yardımıyla tanışıyorum Emre Aydın ile... Başlığın adı aynı zamanda şarkının da adı: Belki Bir Gün Özlersin! O vakitler her şarkı demlenme sebebi benim için. Belki Bir Gün Özlersin ile birlikte teker teker yuvarlanan lobutlara benziyorum, hatta onlardan biri oluyorum. Bir şeyler çıkaracağım o şarkıdan ama ne? En sonunda basbayağı kendimi çıkarıyorum.
Kısa bir süre sonra ise Afili Yalnızlık raflardaki yerini alıyor. Öyle bir albüm olmuş ki günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca sıkılmadan dinlenebilecek; "Yahu bir albümde tek bir tane bile kötü şarkı olmaz mı?" sorumun işareti olabilecek durumda... O kadar ağırlaştırıyor ki beni kaldırabilene aşk olsun. Uzatılan eller için cevabım "Önce Emre Aydın'ı susturun" oluyor. Kendimi çok sevdiğim için değil de, Emre Aydın'a hayranlık duyduğum için...
Bundan birkaç ay öncesine kadar belli değildi 2008 MTV Europe Music Awards'da Türkiye'yi kimin temsil edeceği? Adaylar belliydi aslında. Ya Hadise gidecekti ya da Emre Aydın... Başından beri Emre Aydın'ın gitmesinden yanaydı bu gönül. Hadise'nin Eurovision'da sahne alacak olması ise kanımca Emre Aydın'ın önünü açmıştı. Dün akşam da büyük geceydi. MTV'nin yayın yaptığı 26 ülkenin gönderdiği sanatçılar arasından büyük bir başarıya imza atarak sıyrıldı ve Avrupa'da 2008 yılının en sevilen sanatçısı ödülünü aldı.
Zaman Emre Aydın için hareket vaktidir!

NOT: Resimde de Michael Scofield gibi çıkmış vallahi :)

5 Kasım 2008 Çarşamba

The Breaking of the Fellowship

When the cold of winter comes
starless night will cover day
In the veiling of the sun
we will walk in bitter rain

But in dreams
I can hear your name
and in dreams
we will meet again

When the seas and mountains fall
and we come, to end of days
in the dark I hear a call
calling me there,
I will go there
and back again.

4 Kasım 2008 Salı

God of War 3: Chains of Olympus

PlayStation 3 almak farz oldu!

God Of War 3 E3 08 Trailer
Yükleyen dpadmagazine

Yağmur Candır!

Yağmuru çok seviyorum!
Hatta ben istiyorum ki her gün yağmur yağsın.
Her günden kastım, basbayağı her gün!
365 gün!
Güneşi 6 saat görmek yeterli olacaktır.
Sonrası yine yağmur.
Yağmur iyidir.
Her zaman!
Yürürken ardınızda bıraktığınız izleri siler mesela.
Bir zamanlar yeryüzünde olanların, buharlaşmasının ardından yeniden yeryüzüyle kavuşmasıdır yağmur...
Candır!
Tüm kir, çer, çöpten kurtarır bizi.
Kimisi bana küfreder...
Evlerini basan suyu ben mi dışarıya atıyorum ki?
Tatlı bir telaş alır şehri yağmur yağdığında.
Önce ağaçlar emer usul usul...
Sonra dallardan düşer damla damla...
Bense ne zaman yağmur yağsa ellerim cebimde en yakın sahilin yolunu tutarım.
Evet, yağmur candır!

Dinlenmesi Gerekenler (39) - Song to Say Goodbye

You are one of God's mistakes.
You crying, tragic waste of skin.
I'm well aware of how it aches
and you still won't let me in.
Now I'm breaking down your door,
to try and save your swollen face.
Though I don't like you anymore
you lying, trying waste of space.

My oh my.
A song to say goodbye.
A song to say goodbye,
A song to say goodbye,
A song to say,
before our innocence was lost,
you were always one of those,
blessed with lucky seven's,
and the voice that made me cry.

You were mother nature's son,
someone to whom I could relate,
you're needle and your damage done,
remains a sorted twist of fate,
now I'm trying to wake you up,
to pull you from the liquid sky.
Cause if I don't we'll both end up
with just your songs that say good bye.

My oh my.
A song to say goodbye,
A song to say goodbye,
A song to say,
before our innocence was lost
you were always one of those
blessed with lucky seven's,
and a voice that made me cry.

It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye

It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye
It's a song to say goodbye

It's a song to say goodbye

Placebo

3 Kasım 2008 Pazartesi

Ölümü Ektim Randevu Yerinde Beklemekten Ağaç Olsun

Zembereği boşalmış sözcüklerin
Akreple yelkovan öpüşüyor onikide
Bütün ziller vaktinde vuruyor, tembellik edip gitmeyeceğim
Kusura bakma ölüm
bugün de gecikeceğim.
Sessizlik çökmüş kentin sokaklarına,
martılar uykuya dalmış,
kar bütün izlerini örtmeye hazır.
Randevularımıza sadığımdır,
sektirmem saatini ama bu sefer tembelliğim tuttu,
ölüm daha çok beklersin beni...
Şimdi "Kış ölümün vaktidir" derler ve
tecrübelerimden bilirim kışın ölene söverler.
Kusura bakma ölüm ben ardımdan sövdürmem,
ben randevuya asla gelmem.
Bu şiirin içinden tren de geçebilir,
uçak da,
vapur da,
bütün teknolojik ölüm aletleri de...
ama hiçbirine binmeyeceğim.
Kusura bakma ölüm gelmeyeceğim.

Gelecek öyle uçsuz bucaksız duruyor ki
ve ben ne olacağını merak ederken
hani filmin en güzel sahnesinde sinemadan çıkar gibi
hayattan çıkıp gidemem.
Kusura bakma ölüm,
adın çok soğuk, gelemem.
Bunca mazeretim varken yaşama dair,
ölümü aklımdan bile geçirmem.
Seviyorum seni hayat,
tüm kötü sürprizlerini de...

Erol ZAVAR

Pazartesi Notları #50

  • Ahahah! Ben buna gülüyorum ya; http://www.ntvmsnbc.com/modules/habervideo/video.asp?CatID=3&cbVideo=7960&cbQuality=1... Bu adam mümkünse şiir okumasın. Zira ne zaman okusa başı derde giriyor. Ahahah! Ben buna gülüyorum ya.
  • Bence imkânınız varsa yapın... Bir akşam vakti, güneşin tamamen battıktan sonrasıdır kastım, Boğaz’ı vapurla geçerken True Love Waits’i dinleyin. Ne bileyim, tüyleri dikeliyor insanın! En azından benim öyle...
  • Vedat Türkali’nin Bekle Bizi İstanbul’unu Onur Akın’ın yorumuyla dinlemek de fena oluyor.
  • Az evvel Ali Sami Yen’de efsane parça Daddy Cool’u bütün futbolculara ve sevgili! Rakibimiz Fenerbahçe’ye uyarladık. Bir anda, devre arasında, doğaçlama gerçekleşti her şey. Anam anam diyorum, muhteşem oldu. Özellikle “Harry, Harry Kewell” süperdi! Hâlâ söylüyorum ya...
  • “Emre Aydın yeni albüm çıkarsın” adlı bir kampanya başlatmak istiyorum. Nasıl olur dersiniz?
  • Şimdi, doğalgaza zam geldi. Bunu biliyoruz. Çoluk çocuk tek bir odaya kapanacağız. Açıklaması budur! Mart ayında da indirim geliyormuş. Arabistan’da elektrikli sobaların bedava dağıtılması gibi bir şey bu!
  • Din İşleri Yüksek Kurulu, jinekologlarla beraber “kadının regl hali”ni tartışacakmış. Daha da ilginci söz konusu kurulda tek bir kadının dahi olmayışı...
  • Melih Gökçek denen şahıs televizyonlara çıkmaktan işini yapacak vakit bulabiliyor mu acaba? Bu doğalgaz zammının altından da bunun imzası çıkacak gibi görünüyor. Hayırlısı bakalım!
  • Ortaokulda bir müzik öğretmenimiz vardı. Öğrenciler derste kendi aralarında konuşmaya başlayınca sınıfı terk ederdi. Her derste konuşurduk biz de...
  • Penguen’in geçen haftaki kapağı süperdi. Hani şu “Google Arama Motoru Müdürlüğü” hikâyesi...
  • İnternet sitelerinin bir bir kapanması aslında Türk internet kullanıcılarına hava, yol ve su olarak geri döndü. Yahu bu kapatmalardan önce ne DNS ayarı biliyorduk ne de ztunnel’i... Uzmanlığa az kaldı, devletim nerede?
  • Basın özgürlüğü konusunda 103’üncü sıradaymışız. Başbakanı karikatüristlerle uğraşan bir ülke için yine bile iyi sayılırız!
  • Birkaç hafta önce Arel Üniversitesi’nde yapılan Genç Bakış’ta bir öğrenci “AKP’nin alternatifi mi var? Ekmeğiniz, suyunuz elinizde, daha ne istiyorsunuz anlamıyorum” demişti ve kendisine yöneltilen “Okulun bitince iş bulabilecek misin?” sorusuna laubali bir tavırla “Elbette bulacağım” demişti. Kendisine taptaze bir hatırlatma... Zonguldak’ta maden ocaklarına alınacak 3 bin işçi için 1196 üniversite mezunu iş başvurusunda bulundu. Ekmek suya tamah edene, 1 kilo kömür bonusmuş...
  • Artık; “Sylar Forever”...
  • Bir Münir Özkul vardı, ne oldu ona? Televizyon kanallarının aklına neden şimdi gelmiyor bu adam!
  • Bir anketle bitirelim... Sorum şu; "Sizce Google'ye erişim ne zaman engellenir?"
    a) Her an engellenebilir
    b) Büzük yemez!
    c) Yazı/Tura Google'ye vurduğunda
    d) Belki engellenmiştir bile!
  • Ha bir de... Şaka maka 50'yi bulmuşuz... Bir seneye 2 hafta kaldı...
  • İyi haftalar!

2 Kasım 2008 Pazar

Hayat...

...benim için bazen iki kale direği kadar dar.
Hareket etmek imkânsız, bunalmaya müsait...

120

Koca bir tepenin ardında her sabah gün doğuyor. Güneş alabildiğine parlak, yükseliyor... Kendisine engel olamayarak yükselmeye devam ettikçe, üzerine doğduğu şehirlere bir süreliğine egemen olmuş karanlığı defediyor. Sayısız hanede sayısız insan gözlerini açıyor. Yepyeni bir güne, fakat aynı rutin yaşama bir kereliğine daha sessizce selam çakılıyor. Geride bırakıp sıcaklığımızı verdiğimiz yatağı, yüzümüzü ıslatıyoruz, sırlı camda kendimize bakıyoruz. Söz yok, sual yok... Her gün olduğumuz yerdeyiz çünkü, bir değişiklik yok... Dünyayı biliyoruz, sırlı camın ne olduğunu biliyoruz... Kendimizi ise bildiğimizi sanıyoruz.
Sonraki aşama "Sepeti koluna, herkes kendi yoluna..." Ya para peşine düşüyoruz ya da okul yollarını aşındırıyoruz. Eğitim ve öğretime sol kulağımızı açıyoruz, sağı da kapatmıyoruz. Belki de aslında ikisini birden kapatıyoruz. Kızlara sataşıyoruz, ip üzerinde oynayabilecek en iyi cambaz oluveriyoruz. Kitaplarımızı sabah aldığımız yere bırakıyoruz, 3 ay önce satın almış olmamıza karşın hâlâ ilk günkü kadar yıpranmamış olduğuna şaşırıyoruz nedense. Aç olduğumuzun farkına varıyoruz. Buzdolabı da ne güzel şey! Televizyon da izlemek gerek tabii... Ülkemizde, dünyada olup biteni öğrenmeden olmaz. Off'u On'a getiriyoruz. Sonra başlıyor en büyük hipnoz anı...
Biri akşam yapılabilecek yemekler konusunda ev hanımlarına öneriler sunuyor, bir başkası iki insanın gönlünü yapıp, parmaklarına alyansları kondurma telaşı içerisinde. Hoşumuza gidiyor... İzliyoruz! Maalesef bitiyor... Bir başka kanala atlıyoruz ve ta da! Karşımızda genç bir kız... Rahatı kıçına batanlardan... "Keşke İngilizler'e mağlup olsaydık da inandığımız değerleri özgürce yerine getirebilseydik."
Geç oluyor... İçinde bulunduğumuz günün bir benzerine gözlerimizi açabilmek için önce kapatmamız gerekecek. Duşa giriyoruz, bir yandaki vana yardımıyla sıcaklığını ayarlıyoruz. "Mayışmak da ne hoş şeymiş kardeşim!" Allah'tan ayaklarımızda patiklerimiz var, donmuyor ayaklarımız ne hikmetse. Dişlerimizi de fırçalıyoruz, oh mis! Sabah gözleri yaşlı bıraktığımız yatağımızla yeniden kavuşma vakti işte! Ellerimizi ovuşturuyoruz, bırakıyoruz kendimizi... Lâkin bir gariplik var, yatak buz gibi. Düşünülecek şey mi şimdi bu da? Yorganımız var ya... O da mı yetmedi? Bir de battaniye alırız üstüne. Hâlâ mı üşüyoruz, eh, kaloriferin icadı bu soruna çare olabilmek için değil miydi? Dizler karna çekilip gözler de yumulunca, çok yorulduk gün boyunca, hak ettik biz dinlenmeyi, sonrası tamamen karanlık...
Rüyada karlı bir ovanın tam ortasındayız. İçinde bulunduğumuz zamanın çok öncesi olduğu belli. Fakat yontma taş devri mi, yoksa cilalı taş devri mi olduğunu ayırt edemiyoruz. Neyse ki etrafta koşuşturan birinden aslında 1915 yılında olduğumuzu öğreniyoruz. "Çok da değilmiş be!" Kimse bizi görmüyor ama biz ahalinin konuşmalarına kulak misafiri oluyoruz. Ülke Balkan Harbi'nden yeni çıkmış, haliyle bir hayli yorgun. Birinci Dünya Harbi ise kapıya dayanmış. Ha, bir de Van'daymışız. Ermeniler'in gözünü diktiği, Ruslar'ın bir kaplan gibi üzerine atlamak için gün saydığı kentte. Oysa ki İstanbul, İzmir ne de güzeldir şimdi... Orada ne işimizin olduğunu soruyoruz kendimize. Kalorifere, battaniyeye, yorgana, patiklere rağmen buz kesmiş durumdayız. Geri dönemiyoruz... Savaş yorgunu ülke cephede Rus birliklerine karşı direnmeye çalışıyor. Öte yandan Millet-i Sadıka'daki bir tutam kopukluk da cabası... Ortam bizi içine çekiyor, merakımız uyanıyor bir anda... Tam o sırada biri avazı çıktığı kadar bağırıyor meydanda. Anlaşılan direnmekte olan bir tümen cephane sıkıntısı yaşıyor. Düştükleri takdirde "sonra" diye bir şey olmayacak. Birilerinin cephane yardımı yapması gerekiyor. Kar, kış, tipi alabildiğine... Koca koca adamlar evlerini savunmakta iken yaşları 12 ile 17 arasında değişen 120 çocuk birer adım öne çıkıyorlar. Hepsi hayatlarının baharında, yaşama yeni yeni tutunması gereken fidanlar... Fakat bir şeyin çok iyi bilincindeler; fedakarlık yapmadıkları takdirde zaten hep o yaşta kalacaklar. Sırtlarındaki yük ağır, önlerindeki yol uzun, hava şartları olabilecek en zor hâldeyken kendilerini bekleyen tümene doğru aşmaları gereken dağlara doğru yol almaya başlıyorlar. Sonrasında olan biteni görüyoruz, ağzımız en aptal haliyle açık sularını dökmekte... O an bir uykudan uyandığımızı fark ediyoruz. Sabah çoktan olmuş. Yatağın içinde titriyoruz ama kalkmamız lâzım. Neyse ki elimizin altında internet denen bir güzellik var. İçimize mi doğdu, yoksa ne oldu... Tarih, yer, ülke, durum... Hepsi rüya ile birebir eşleşiyor. Afallıyoruz, daha yarım saat önce yukarıdan baktığımız karların altında hapsolmuşuz sanki. Rüya sandığımız gerçekmiş meğer, halbuki biz ne kadar duyarsızmışız tarihimize... Aslında kendimize!
2008'in başında Recep İvedik'in o devasa silueti ardında sessizce izleyici karşısına çıkmış ve yine aynı sükunetle huzurlardan çekilmiş bir film 120. Kültür Bakanlığı ve Ziraat Bankası'nın sponsorluğunda, devletten hepitopu 400 bin YTL destek alabilmiş, toplam bütçesi 3 milyon Dolar olan bir yapım ayrıca. Hikâyesi ise birebir tarihimizle ölçüşmekte. Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, karda kışta cephanesiz kalmış bir tümene cephane taşıyan 120 genç yüreğin trajik öyküsü anlatılıyor. Tüm diyalog kopukluklarına, hızlı akışına, zaman zaman dönemin şartlarının yansıtılamamış olmasına karşın "Başarılı" payesini kotarabilmiş. Yönetmenliklerini Murat Saraçoğlu ve Özhan Eren'in yaptığı film maalesef ülkemizde pek fazla ilgi görmedi. İlgisini Recep İvedik gibi yapımlardan yana kullanmayı seçen sinemaseverlerimiz!, muhtemelen bilgi sahibi olmadıkları tarihimiz hakkında, üstelik okumak zorunda kalmayacakları halde, yapılmış bir yapımı salonlarda yalnız bıraktı. 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda yeniden vizyona girdiğinde ise aynı hızla kaldırıldı. Kadrosunun genele yakınını amatör oyuncuların kapladığı filmde Burak Sergen, Özge Özberk ve Cansel Elçin gibi bu topraklarda yetişen üst düzey oyuncuları da görmek mümkün.
Söz konusu milli duygular olduğu zaman bu topraklarda yaşayanların çoğu hazır ola geçer. Tarihi boyunca küçük büyük pek çok savaş verdiği düşünülen bir millet için aslında doğal karşılanabilecek bir durum bu. Bunun ne kadar doğru olduğu tartışılır, fakat tartışılmayacak bir şey var ki o da maalesef tarihimizden bihaber oluşumuzdur. Çok klâsik bir tabirle bu topraklar kolay kazanılmadı. Şimdilerde ne oldum delisi olmak yolunda hızla ilerleyen, marka düşkünü gençliğimiz ne yazık ki ayak bastıkları, rahatça nefes alıp verebildikleri bu toprakların geçmişine karşı son derece kayıtsız. Üstelik bunu bildikleri halde tersine çevirme konusunda en ufak bir adım atmıyorlar. Ya bizden öncekiler öğretemediler ya da biz öğrenmek istemiyoruz. Başka bir açıklaması olan varsa dinlemeye hazırım. Neticede 120 günümüz Türk gençliği için hazırlanmış tatlı bir şamar sanki ve bizim rahatımız için rahatlarından vazgeçen atalarımıza karşı geç kalmış bir saygı duruşu.