20 Mayıs 2008 Salı

"19 Mayıs Allah'a İsyandır"

Dün yazmış olduğum Pazartesi Notları'nda belirtmiştim 19 Mayıs 2008 günü bir belediye otobüsünde rastladığım olayı. Okumadıysanız aramamanız için tekrar edeyim. Önümde oturmakta olan kara çarşaflı biri bir ilkokulun bahçesinde 19 Mayıs'ı kutlamakta olan çocukları ve onları mutluluk içinde seyretmekte olan ebeveynlerini parmağı ile göstererek yanında oturan kıza sordu: "Bunlar neyi kutluyor ki?"... Tutamadım kendimi. Sinirimden ne diyeceğimi de bilemedim ya, ağzıma gelenleri söyledim. Pek etkili olduğunu da söyleyemek doğru olmaz. Ancak bugün daha çok üzüldüm ağzımdan çıkan cümlelerin "Sen bugün bu topraklarda rahat rahat nefes alıp veriyorsun, kafan estiği gibi giyinip, dinin emrettiklerini kendince uyguluyorsun ya, işte bu çocuklar da onu kutluyorlar" olmadığına. Bugün bir şey okudum ve bunları söylemediğime biraz daha fazla üzüldüm. Çünkü artık bazıları ağızlarına geleni söylemekten çekinmiyor. Ben ve benim gibiler daha ne kadar bekleyecek konuşmak için? Okuduğum ve beni bunları yazmaya zorlayan yazıdan birazdan bahsedeceğim. Bundan önce farklı bir konuda daha dil dökmek istiyorum.
Okuduğum üniversite bu dönem bir ders aldım. Dersin adı Intercultural Communication. İngilizce bilmeyenler için dilimizdeki karşılığını da vereyim: Kültürlerarası İletişim. Bu ders kapsamında bizi dönem boyunca bir konferans odasına kapattılar ve Amerika'nın Nebraska eyaletinde bulunan Lincoln Üniversitesi öğrencileri ile görüntülü konferans yaptık. Dersin amacı farklı kültürlerin birbirini tanımasıydı. Pek çok sunum yapıp ülkemiz hakkında bilgi verdik. Aynı şekilde onlar da... Dönem boyunca en çok şaşırdığım ve sevinsem mi yoksa üzülsem mi bilemediğim durum Amerikalı öğrencilerin Mustafa Kemal Atatürk'ü ve onun ideolojilerini bizden daha iyi anlamalarına tanıklık etmiş olmamdı. Hatta bir gün derse başlarken dev bir Atatürk posteri açmışlar ve biz de onları alkışa boğmuştuk. Bunun yanında pekçoğu Türkiye'ye gelmeyi ve özellikle Anıtkabir'i ziyaret etmek istediklerini söylediler. Değerini bilemediğimiz Atamız ile gurur duyduk bir kez daha? Peki biz Mustafa Kemal'i ne kadar anladık? Buraya da biraz sonra geleceğim.
Yine derslerden birinde Amerikalı öğrencilerden biri hazırladığı sunumunda Amerikan ordusunu tanıtma yolunu seçmiş. Biz zaten yaptıkları icraatlardan tanıyorduk kendilerini de, bu arkadaş ordularını bir melek gibi göstermeye başlayınca "Hah, orada dur işte" demek lazımdı kendisine. En nihayetinde arkadaşın biri tutamadı tabii kendisini ve söz isteyip "Irak savaşı hakkında ne düşünüyorsun?" diye sordu çocuğa. Utana sıkıla "Biz oraya özgürlük götürüyoruz. Amerika Irak halkına demokrasi vermek için orada" gibi bir cevapla kurtulduğunu sanmıştı ki, arkadaşım karşı atağa kalktı: "Amerika ile Irak'ın arası kaç kilometre? Size mi kaldı Irak'a özgürlük götürmek?"... O an derste kayış koptuğu an oldu. Buraya da değineceğim.
Şimdi bandı geriye saralım. İlk paragrafta bıraktığımız yere geri dönelim. Neden bu yazıyı yazıyorum. Evet bir şeylere çok sinirlendim ama neden? Bu sabah internette rastladığım bir yazı karşısında ne yapacağımı şaşırdım. Söz konusu yazı Saadet Partisi'nin Trabzon'un Of ilçesinin gençlik kollarının 19 Mayıs tanımı hakkındaydı. Sitede yer alan bir makaleye göre 19 Mayıs Allah'a isyanmış. 19 Mayıs gelmeden 1 ay önce okullar şer yuvası halini alıyormuş. 19 Mayıs'ın amacı kızları soyup ortalıkta dolaştırarak gençlerin maneviyatını köreltmekmiş. Peki şimdi soralım. Bunu söyleyenler hiç mi tarih okumadılar? Biz 19 Mayıs'ı boşu boşuna gençlik eğlensin kutlasın diye mi bayram eyledik? 19 Mayıs'ı sadece eğlenceden ibaret sanan zihniyetin şeriatçı beyni bu kadarına da mı basmıyor? Özgürlük özgürlük diye inlemeyi bilip sizinle aynı inanç değerlerine sahip olmayanları "tu kaka" olarak göstermek de neyin nesidir? 3 yaşındaki kız çocuğunun etek altını sansürleyen zihniyetin yanında sizin gibi ilkokula giden kızları dahi cinsel bir obje olarak gören zihniyetin ne gibi bir farkı var?
Şimdi hepsini toparlayalım. 19 Mayıs 1919'un Milli Mücadele'nin ve dolayısıyla Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı olduğundan ve 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı'nın da bu yüzden bayram addedildiğini bilmeyen zihniyetin dedeleri Kurtuluş Savaşı'nda birileri vatanı, milleti, dini kurtarmaya çalışırken düşmanla işbirliği içinde miydi? Bugün 19 Mayıs'ı Allah'a isyan kabul edenler Kurtuluş Savaşı'nı kazandırıp dolayısıyla kutsal kitabın yakılıp, camilerin de yıkılmasını önleyen Mustafa Kemal Atatürk'ün anısına bir kez olsun rahmet okudular mı acaba? Madem bu kadar dindardınız sırf ninelerinizin namusunu kurtadı diye, sırf babalarınız anasız babasız büyümedi diye, sırf bugün rahatça yaşayabildiğiniz dininiz ayaklar altına alınmadı diye Mustafa Kemal'e vefa borçlusunuz. Bahsettiğim Amerikalı çocuğa kulak verin siz. Onun inanıp da anlattığı masallara kanın. Ancak burnunuzun dibinde, Irak'ta Müslümanlar'a ve onların dini değerlerine yapılanları hep görmezden gelin. Ve tüm bu olanlara da "Eee, özgürlük abi!" deyip geçin. Siz Müslümansanız ben değilim.

İLGİLİ LİNKLER:

LİNK 1
LİNK 2
LİNK 3

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Bu Hayat

Kaçağım, eşkiya aşklar yaşarım durmadan
Kaşla göz, dağla uçurum arası konar göçerim.
Sürgünlüğümü yurtlanmaz yerleşik sevdalar,
sığsın isterler defnelerim, küçücük saksılarına.
Yetmez, dağbaşlarının teslimiyeti istenir,
ya katlim, ya ihanetim.

Bilmezler bir başka yolu olduğunu.
Yani ben, eşkiya her yanı pusu.
Gözlerindeki dumanlı dağlara sevdam,
zülfünde gölgeye sığınmam bundandır
O zaman keyif çatarım silah diye
sevdanın doruğuna.

Buzullar erir nehirler yatak değiştirir
Sevdalarını ışıklarında yıkarlar
Sonra da yürekleri seslerinde
gürül gürül akarlar
Çıplak suretleri dağ başlarını resmeder
O dem iklim değişir, hüzün olur.

Yüreğimden gayrısına sır vermediğim doğrudur,
kaçaklıktır.
Hadi gel Şahrud'um dağlara gövde verelim,
göğsüm tahtasının altı ol.
Yoksa vuracak beni hasretim bir tenhada
Yakışır mı bir kaçağa ecel eliyle ölmek?

Hayat denen sonsuzluğun
karşısında bir çocuğuz
Düşe - kalka büyürken
kalkamayız birçoğumuz

Bu hayat böyle mi olur
Düşen hep yerde mi kalır
Gün olur belin doğrulur
Kim n'olacak belli m'olur

Ama bitmez yolculuklar
Belki biraz canın yanar
Düştüğün yerde doğrulup
başlar yine ilk adımlar

Bu hayat böyle mi olur
Düşen hep yerde mi kalır
Gün olur belin doğrulur
Kim n'olacak belli m' olur?

Tunay BOZYİĞİT

Pazartesi Notları #28

  • Pazartesi Notları'nda 27 haftayı geride bırakmışız. Nereye kadar dayanabileceğim bakalım!
  • MSN'e o kadar alıştık ki millet olarak sanki ailemizin bir ferdi gibi. Aynı ev içinde bile aile bireyleri ile MSN'de muhabbet eden tipleri geçtim artık duruşmalara dahi MSN'den katılmak mümkün olacakmış. İmam ve cemaat ilişkisine ne kadar da çok benziyor değil mi?
  • İktidar 200 bin kadar işçiyi ilgilendiren yaş çay alım fiyatlarını 85 YKr olarak açıklamış. İşçiler isyan etmiş haliyle. Ama siz getirmediniz mi zaten bunları başa? Müstehaktır efendim.
  • Geçtiğimiz hafta Başbakanlık Basın Merkezi'nin internet sitesi hack'lenmişti. Siteyi hack'leyen kişinin internet sitesini de hack'lemişler sonra. Üstelik siteye girildiğinde sizi karşılayan yazı aynen şöyleymiş: "Hacked by R.T.E."...
  • Tuncay Özkan hakkında da bir şeyler söylemek istiyorum. Biraz yatışmam gerek. Belki bir sonraki haftaya.
  • Milli Gazete Arçelik'in anneler günü için hazırladığı reklama sansür uygulamış. Afişte yer alan mankenlerin etek boylaı uzatılıp, omuzları kapatılmış. Arçelik dava açıyormuş. Ulan, ulan...
  • Bir Pippa Bacca davası daha... Danimarka'dan bisikletiyle dünya turuna çıkan bir kadın turist Yozgat'ta tecavüze uğramış. Adamı erkekliğinden utandırıyor bu adiler.
  • İnsanların MSN iletilerini okumak, okurken gülmek, gülerken sandalyeden düşmek kadar güzel bir haz yok.
  • Kullananlar bilir... Bir yerimiz burkulduğunda ya da incindiğinde ki bunu genelde futbol oynayanlar yaşar, can havli ile ilk sarıldığımız merhem Ben-Gay'dır. Çoğunluk nefret eder ama ben o merhemin hem kokusuna hem de sürülen yeri hafif yakmasına bayılıyorum. Mazoşist miyim neyim?
  • Kahve Dünyası'ndaki Çikolata Fondü ne muhteşem bir şeydir! Çilek ve muz parçalarını sıcak çikolataya daldırıp ağza atmak yerine, meyveleri olduğu gibi çikolata havuzuna bırakmak ve yaklaşık yarım dakika sonra alıp ağza atmak daha muhteşem bir şey.
  • Bugün bindiğim bir belediye otobüsünde önümde kara çarşaflı bir teyze oturuyordu. Evet, kara çarşaflı amca oturacak değildi tabii. Belki bir anlatım bozukluğu, bilemiyorum. Herneyse... Bir ilkokulun önünden geçerken içeride 19 Mayıs'ı kutlayan çocukları gördü ve yanındaki kıza dönüp "Bunlar neden böyle eğlenip, dans ediyorlar?" diye sordu. Sinirlerim tepeme vurdu tabii. "Yahu siz neden varsınız bu dünyada? Hiçbir şeyden haberiniz olmayacak. Hiçbir şeyi bilmeyeceksiniz. Öyle ot gibi yaşayıp, ot gibi ölüp, ot gibi ahirete gideceksiniz. Sahi ne amaçla varsınız siz?" demeden duramadım.
  • Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramınız bu vesileyle bir kez daha kutlu olsun.

19 Mayıs

Ulu önder Mustafa Kemal'in doğum günü olarak kabul ettiği ve Milli Mücadele sürecini resmen başlatan tarih olan 19 Mayıs 1919'un üzerinden 89 yıl geçmiş. Mustafa Kemal'in doğum günü, ulusumuzun da Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun. İzinden yürüyenler oldukça bu cumhuriyet payidar kalacaktır!

18 Mayıs 2008 Pazar

Bir Film Neden Tercih Edilir?

Evet, sağ sütunda 1 ay boyunca bu sorunun yanıtını arayacağız. Blogun sadık takipçilerinden sevgili Mobius uzun zaman sonra gelen yeni anketin fikir sahibi. Evet, o olmasaydı bu anket olmayacaktı :)

NOT: Ankette birden fazla seçeneği işaretleyebilirsiniz.

Gil Galad

Gil Galad was an elven king
of him the harpers sadly sing:
The last whose realm was fair and free
between the mountains and the sea.
His sword was long, his lance was keen,
his shining helm afar was seen;
the countless stars of heaven’s field
were mirrored in his silver shield.
But long ago he rode away,
and where he dwelleth none can say;
for into darkness fell his star
in Mordor where the shadows are...

Das Leben der Anderen

George Orwell'in en ünlü eseri 1984'ü herkes bilir. Okumamış olanların bile bir yerlerden kulağına çalınmıştır ismi. En azından herkesin bu eser hakkında ucundan da olsa bilgi sahibi olduğunu biliriz. Her fırsatta da dile getirmekten çekinmem; Aldous Huxley'in Brave New World'ü ve Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'i ile birlikte en beğendiğim kitapların başında gelir. Bu eserlerde totaliter rejimlerin toplum üzerindeki dayatmalarına tanıklık ederiz. Kendi kurallarına uyulduğu takdirde toplumların daha yaşanılabilir kılınacağına dair inançları dile getirilir. Özgür düşünce diye bir şey yoktur. Kısacası baştakiler ne derse odur. Siz de paşa paşa uymak zorunda kalırsınız. 1984 devletin büyük gözünün daima halkın üzerinde olduğuna dair kaleme alınmış bir romandır. Toplum içindeki her birey 7 gün 24 saat devletin gözetimi altındadır. Attıkları her adımın, ciğerlerine çektikleri her havanın sayısı devlet tarafından bilinir. Devletin ideolojisine karşı olduğunuz an ipiniz çekilir. Tarih olursunuz diyeceğim ama tarih de olmazsınız. Bir zamanlar bu yeryüzünde nefes alıp verdiğinize dair tüm deliller yok edilir. Bu roman piyasaya sürüldükten sonra haliyle büyük yankı uyandırdı. Kitabı okuyarak sayfalar arasından burunlara vuran umutsuz kokuya maruz kalan herkes bunun sadece bir kitapta yer alan distopik bir öykü olmasını ümit etti. Ancak öyle değildi tabii. Yıllar geçtikçe eserin yazarı Orwell'in bile bir zamanlar devlet tarafından birinci derecede takip edildiğini öğrendikten sonra en yalnız olduğumuz anlardan bile şüphe eder olduk. Winston Smith ve Julia karakterlerinin nasıl yakalandıklarını hatırlayın!
Orwell'in bu eserinin ardından benzer konseptte birçok kitap kaleme alındı, bir o kadar da sinema filmi çekilip, tiyatro oyunu oynandı. Hatta bunlardan biri de 1984'ün aynı yıl Michael Radford tarafından çekilmiş sinema filmiydi. Her ne kadar okumayı sevmeyen kitlelerin 1984'ü tanımaları açısından etkili bir film sayılsa da bunun dışında başrolde oynayan John Hurt'ün bile kalburüstü bir yapım olmasını engelleyemediği bir filmdir. Aynı olay örgüsüne sahip yapımlardan en sonuncusu ve kanımca en başarılılarından biri olan 2006 yapımı Das Leben der Anderen de devletin "başkalarının hayatları" üzerindeki müdahalesini son derece ustalıkla işliyor. Film bayrağı George Orwell'in kitabında 1984 yılının kasım ayında bıraktığı yerden devralıyor. Yalnız bayrağın devralındığı yer bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyet kontrolü altında kurulan ve sosyalist bir rejimle yönetilen Doğu Almanya. 1980'lerin ortasında Doğu Almanya'da hüküm süren durumu bir düşünün. Son demlerini yaşamakta olan komünist rejim, devletin üzerinden yavaş yavaş elini çekmekte olan Sovyetler Birliği, Berlin Duvarı'nın inşası ile birlikte Batı'ya kaçış umutları sona eren halkın oraya ve oradakilere duyduğu özlem... Kayıt altına aldığı 17 milyon vatandaşın dosyası ile aşmış istihbarat kurumu Stasi de işin cabası... Stasi ajanları ülke genelinde "başkalarının hayatları"nı yakın takibe almış, özel yaşam olgusunu yerle bir etmiş, Batı Almanya yanlılarını tespit etmeyi görev bellemiştir. Üniversite yıllarında okulunu en yüksek derece ile bitirerek devlet ilkelerine son derece bağlı bir Stasi ajanı olan Hauptmann Gerd Wiesler'in geçirdiği inanılmaz dönüşüme ve bunun beraberinde getirdiği drama tanıklık ediyoruz film boyunca.
Georg Dreyman son derece başarılı bir tiyatro yazarıdır. Yazdığı oyunlar devlet tiyatrosunda kapalı gişe oynamaktadır. Bunun beraberinde getirdiği ünün de sahibidir aynı zamanda. Ancak bu tip devlet düzenlerinde bilinir ki sanatçılar takip edilecekler listesinin en başında gelir. Kültür Bakanı olan Bruno Hempf ise Dreyman'ın oyuncu sevgilisi Christa-Maria'na vurgundur ve onun özgüven eksikliğini sömürmektedir. Fakat kadının kendisine yüz vermemesinden de yüz bulan bakan tiyatro yazarı Dreyman'ın takip edilme derecesini Batı Almanya'ya olan eğilimlerinden şüphe edilmesi yüzünden en üst seviyeye çıkarır. Bir gün Dreyman ve sevgilisi Christa-Maria evde yokken Stasi çiftin evine sessiz sedasız girer ve evin dinlenmesini sağlayacak olan tüm düzenekler yerleştirilir. Evin dinlenmesi görevi ise Wiesler'indir. Filmin başlarında işkenceye karşı çıkan bir öğrencisi üzerinde eksi yönde kanaat kullanacak kadar Stasi ilkelerine bağlı olan ve görevi kendi isteği ile kabul eden Wiesler ise baskıcı bir rejim içerisinde, devlet görevini yerine getirebilmek yıllarca eğitimini aldığı ideolojiden ödün vermeyen bir karakterdir. Fakat Dreyman'ı takip sürecinde oyun yazarını ve sevgilisini tanımaya başladıkça ve onların gerçekten de Doğu Almanya'nın üzücü durumunu Batı Almanya ile paylaşma isteklerini gördükçe tökezlemeye başlar. Çiftin müzik, edebiyat ve özgür düşünce dolu dünyasının içine dahil oldukça kendi yaşamındaki boşlukları da doldurmaya başlar. Bir gün evde kimse yokken eve girer ve Dreyman'a doğum gününde hediye edilen Bertolt Brecht kitabını alıp, okumaya başlar. Başlangıçta tahmin bile edemediği bir dönüşümün içindedir artık. Yalnız bir sorun vardır. İçindeki insanı keşfetmeye başlayan Wiesler, Dreyman hakkında topladığı bilgileri sakladığı takdirde Stasi'deki kariyeri sona erecek, açıklarsa da Dreyman'ın masum hayatıyla oynamış olacaktır.
BAFTA, Avrupa Film Ödülleri ve Cesar Ödülleri'nin de içinde bulunduğu birçok uluslararası festivalden toplam 54 ödülle dönmüş ve bunlara kaldırdığı en iyi yabancı film Oscar'ını da eklemiş olan Başkalarının Hayatı'nın yönetmenlik koltuğunda Alman yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck'ı görüyoruz. Kendisi son dönemde gözle görülür bir şekilde çıkış yakalayan Alman sinemasının tanınmış yönetmenlerinden. Filmde yönetmenden çok sergiledikleri oyunculuklar ile önplana çıkmayı hak eden isimlere değinmek istiyorum. Bunların başında duruşu ve görünüşü itibarıyla insanda Alman sinemasının Kevin Spacey'i izlenimi yaratan Ulrich Mühe var. Filmde Stasi ajanı Wiesler'i canlandıran Mühe tam da dünya sinemasının kendisini yavaş yavaş tanımaya başladığı dönemlerde, geçtiğimiz yaz, mide kanserine yenik düşerek bizleri büyük bir üzüntüye boğdu. Kendisi bu filmdeki performansıyla pek çok ödülü silip süpürürken herhalde yönetmenin Oscar'a uzanmasındaki en büyük pay sahibi olmuştur. Kendisi aynı zamanda - belirtmeden geçemeyeceğim - filmin son sahnesinde ettiği "No, it's for me" kelamı ile de gözlerimi doldurmuştur. Mühe'nin dışında filmde kesinlikle es geçilmemesi gereken bir isim daha var ki o da hayatı başlı başına bir drama olan tiyatro yazarı Dreyman'ı canlandıran Sebastian Koch. Özellikle mimiklerine olan hakimiyeti ile gönlümde taht kurmuştur kendisi. Her ne kadar Dreyman karakterinin üzerine giydirilen bir elbise olsa da filmin son sahnelerindeki oyunculuğu Wiesler'inki ile birleşince izleyici nirvanaya ulaşıyor.
Başkalarının Hayatı'na aldığı tüm ödüllere rağmen her daim tebriklerle yaklaşılmadı. Doğu Almanya'daki yönetimi abartılı, Batı'yı da kelebeklerin uçuşup kuşların şakıdığı bir yer gibi göstermeye çalıştığı yönünde eleştiriler de geldi. Hatta öyle ki bu eleştiriler zaman zaman son derece şiddetli bir boyut aldı. Eleştirilerin en büyük çıkış noktası ise filmin anti-sol bir tavır takınmasıydı. Bu yazdıklarımın izlemeyenleri etkilemesini istemem. Şayet ben filmde böyle bir şeye de rastlamadım. Bu tip propagandaların gözümüze sokularak yansıtıldığı birçok film sayabilirim. Ancak şunu da söyleyebilirim ki Das Leben der Anderen o filmlerden biri değil. Bu söylediklerimin dışında filmin en çok beğendiğim özelliklerinden biri klasik Hollywoodvari bir mutlu sonla bitmemiş olması. Hani mutlu sonla biten her Hollywood filminde başkahraman mutluluğu para ve erkte bulur ya Başkalarının Hayatı ana karakterine mutluluğu huzur bulmasına yardım ederek vermiş ki benim Avrupa sinemasının en sevdiğim yanını bu oluşturur. Son olarak belirtmek istiyorum ki bu yazı "HGW XX/7'ye ithaf edilmiştir".

Hasta Siempre

Dedicated to Che!

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Fidel'e Şarkı

Haydi gidelim,
ateşli peygamberi şafağın,
gizli patikalardan ulaşalım
o yeşil timsahı kurtarmaya, aşkla sevdiğin.

Haydi gidelim,
isyankâr ve marslı yıldızlarla dolu
cepheyle aşağılanmayı bozguna uğratarak
zafere erişmeye ya da ölümle buluşmaya yemin edelim.

Duyulduğunda ilk atış sesi ve uyandığında
çalılıklar bakirelere yaraşan bir şaşkınlıkla,
orada, yanıbaşında, olgun savaşçılar olarak,
bulacaksın bizi.

Saçıldığında sesin dört rüzgara doğru
adalet, ekmek, özgürlük, tarım reformu,
oradai yanıbaşında, aynı vurgularla,
bulacaksın bizi.

Ve yerini bulduğunda bunca emeğin sonunda
zalime karşı doğruluğun uğraşı,
orada, yanıbaşında, bekçilik edeeken mücadelenin sonuçlarına,
bulacaksın bizi.

Yaralı böğrünü yaladığı gün canavar
milliyetçi bir mızraktır onu orada vuran,
orada, yanıbaşında, gururlu yüreklerimizle,
bulacaksın bizi.

Sanma ki bozabilirler bütünlüğümüzü
rüşvetle kuşanmış yaldızlı bitler,
tek istediğim bir tüfek, mermiler ve bir siper.
Başka hiçbir şey.

Ve şayet engellerse yolumuzu demir,
Amerika tarihine geçen
gerillaların kemiklerini örtmek için
bir mendil isteriz Kübalıların gözyaşlarından.
Başka hiçbir şey.

Che GUEVARA

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 34

"Dünyanın bütün meşhurları bununla traş oluyor. İngiltere kralı, rahmetli başkan Kennedy, taçsız kral Pele, Beckenbauer, kaleci Maier, Nadia Comaneci, Brigitte Bardot, Fenerbahçeli Cemil". (Neşeli Günler - Şener Şen)

Garden State

Çok uzun zaman geçmişti Garden State'yi izleyişimin üzerinden. İzlediğim o kadar çok filmin arasında unutup gitmiştim nasıl gelişip nasıl son bulduğunu. Ancak çok hoş bir film olduğunu unutmamıştım. Yine de hafızamı tazelemek fena olmazdı. İzlenilen filmi tekrar izlemek yerine izlenmemiş bir filmi izleme taraftarı olan ben bu kuralı bir kereliğine bozdum. Yaklaşık 4 saat önce ayaklarımı DVD arşivime doğru yönelttim ve Garden State'yi aramaya başladım. Arşivde olup olmadığını hatırlamıyordum ki bir anda gözüme çarptı film. Çok fazla aramam gerekmedi anlayacağınız. Sanki kendini izletmek istiyormuş gibi rafın en önlerinde bir yerde duruyordu. Çektim aldım filmi ve yeniden izledim. Sıcağı sıcağına da bloga aktarmam gerektiğini düşündüm. Şimdiye dek blogda hakkında en ufak bir söz söylememiş olduğuma üzüldüm. Aslında "Büyük Filmlerden Büyük Replikler"de bir kez değinmiştim, evet.
Garden State çoğunluğun Scrubs adlı televizyon dizisinden aşina olduğu Zach Braff ilk senaristlik ve yönetmenlik denemesi olma özelliğini taşıyor. Sinema sanatında ilkler her zaman zor olsa da Zach Braff'in çıkardığı iş son derece takdire şayan. Üstelik bu filmde başrolü de kendisinin oynadığını eklemek gerek. Herhangi bir insanın yaşayabileceği bir hayatı bir karakterin üzerine muhteşem oturtmuş ve ortaya Garden State çıkmış.
Andrew Largeman 9 yaşındayken kazayla da olsa annesinin felç geçirmesine neden olmuştur. Babasının da bu olay yüzünden kendisini suçlaması üzerine tamamen içine kapanık ve haplara bağımlı bir çocuk olmuştur. Okulu bitirince de kasabasından uzaklara, Los Angeles'e kaçmıştır. Yeni şehrinde hayatını az da olsa bir düzene sokmayı başarmış ve bir film yıldızı olmuştur. Aradan geçen 9 sene içerisinde kasabasına bir kere bile dönmemiş, babasıyla ya da herhangi bir arkadaşıyla dahi iletişim görmemiştir. Bir sabah uyandığında babasının telesekretere bıraktığı mesaj sonucu kasabaya geri dönme vaktinin geldiğini anlar ve yola koyulur. Annesini kaybetmiştir. Garden State'ye annesine karşı son görevini yerine getirmek için dönen Andrew burada babasıyla ve kendisiyle hesaplaşacaktır. Los Angeles'e dönmeye hazırlandığı günlerde tanışacağı biri ise Andrew'in içindeki derin boşluğun yavaş yavaş dolmasını sağlayacaktır.
Zach Braff yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği bu filmin aynı zamanda başrol oyuncusu ve filmde Andrew Largeman karakterini canlandırıyor. Hayatı boyunca hep suçlu gibi hisseden, iki kelimeyi biraraya getiremeyen ve içinde derin bir boşluk bulunan bir karakteri layıkıyla oynamış kendisi. Braff dışında diğer başrolde öyle bir isim var ki izlemeye doyamıyor insan; Natalie Portman. Portman bu filmde öyle saf ve bir o kadar da sevimli görünüyor ki filmin hiç bitmemesini istemenizin sebeplerinden birini oluşturuyor bu.
Filmin senaryosu, bağımsızlığı bir kenara film ile bütünleşen, hatta başlı başına ayrı bir film olan muhteşem müziklerinden bahsetmeden olmaz. Filmin açılış sahnesinde çalan Coldplay imzalı Don't Panic, Remy Zero imzalı Fair, Zero 7'ın seslendirdiği In The Waiting Line ve filmin final sahnesini süsleyen Travis'in Love Will Come Through'su Garden State'yi kaçırmamak için sahip olmanız gereken nedenlerden sadece birkaçı.
Garden State aynı zamanda çok ince detaylara ve hayran olunası sahnelere sahip olan bir film. Filmin son 20 dakikasına girilirken Andrew'in en yakın arkadaşlarından biri onun içindeki boşluğu ona anlatabilmek için Andrew'i kaptığı gibi insanda terk edilmiş hissi yaratan bir yere götürür. İzleyenler bilir gittikleri yer son derece ironi kokan bir yerdir. Filmi inceden takip edemeyenler bu sahneyi gereksiz bulabilir ancak kesinlikle öyle değildir tabii. Sahne hakkında küçük de bir ipucu... Andrew, Mark ve Sam sağanak halinde yağan yamurun altında barakaların üzerine çıkarlar ve... Herneyse! O değil de uzun zamandır bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında yüzümü göğe kaldırıp, kollarımı da yana açarak duramıyorum ya bu beni çok hüzünlendiriyor. Lan yağmur gibisi var mı şu dünyada?

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Bir Başarı Hikâyesi

Apple ve Pixar'ın yaratıcısından kısa bir hayat dersi...

Üç Maymun

NBC ne yapmış böyle ya!

Kent

"Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim", dedin
Bundan daha iyi bir başka kent bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
bir ceset gibi gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma!
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.

Konstantinos KAVAFİS

Creativity (15)

EURO 2004 Final Bileti: 60 Euro
Barcelona Atkısı: 12 Euro
Bere: 4 Euro

Finalde kaybettiği gün Figo'ya Barcelona atkısı atmak: Paha biçilemez!

Dinlenmesi Gerekenler (25) - Nayu

NOT: Şarkının sözleri tersten okunduğu için bu kez sözleri yazamıyorum. Şarkı adını ters okumakla yetinin bu kez :)

12 Mayıs 2008 Pazartesi

Eski Açık Sarı Desene

Futbolu ele alan filmler ve bunların hedef kitleleri bellidir. Goal ismindeki Tsubasa'nın filme çekilmiş versiyonu tam bir fiyaskodur. Ancak yine de bir dönem sabahları Tsubasa'yı izleyebilmek için erken kalkan erkek çocukları için caziptir. İzlerken "Bu ne böyle kardeşim, biraz gerçekçi olun" deselerde yanlarındakine çaktırmadan "Helal olsun be" diye içlerinden haykırmıyorlarsa ben de adam değilim. Demem o ki bu filmler erkek sinema izleyicisine hitap etmektedirler. Aynı filmleri izleyen bayanlar varsa belki de "Ah keşke böyle bir erkek arkadaşım olsaydı" diye düşünüyor olabilirler, bilemeyeceğim. Zira filme bundan başka bir gözle bakabileceklerine inanmıyorum. 2003 yılında çekilen Eski Açık Sarı Desene isimli Türk yapımı ve futbol temalı film ise bu açıdan diğer filmlerden sıyrılıyor. Ömer Ali Kazma'nın yönetmenliğini yaptığı film tek başına bir futbol filmi olmaktan çok öte. Hepsinin haricinde bir futbol filmi bile değil belki. Bir kültürün, bir ruhun, bir armanın, bir formanın ve turuncudan iz taşıyan tok bir sarı ile vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızının hikâyesi... Galatasaray'ın bir sezonunun öyküsü.
Eski Açık Sarı Desene teknik direktör Fatih Terim'in Galatasaray'ın başına ikinci kez geldiği 2002/2003 sezonunun bir maç süresine sığdırılmış kısa öyküsüdür. Her zaman maç öncesi ve maç sonrası soyunma odasındaki atmosferi merak edenlerin merakını giderecek türdendir. Filmde Fatih Terim'in takımı maçlara nasıl hazırladığı, soyunma odasında maç öncesi motivasyonu nasıl sağladığına tanıklık ediyorsunuz. Futbolun yeşil zemin üzerinde oynanandan ne denli farklı olduğunu keşfediyorsunuz. Filmin oyuncu kadrosunu ise filme alındıklarından bile bihaber olan futbolcular, yöneticiler ve teknik heyet oluşturuyor. Dolayısıyla Fatih Terim'i görüyoruz, Ümit Karan'ı görüyoruz, Hasan Şaş'ı görüyoruz, rahmetli Turgay Vardar'ı görüyoruz, belki Hakan Şükür'ü göremiyoruz ama büyük kaptan Bülent Korkmaz'ı görüp seviniyoruz.
"Futbol asla sadece futbol değildir" diye boşuna demiyoruz. Bu ayrıntı kokan cümleye dahil birkaç örnek görmek mümkün bu filmde. Hepsinden öte Galatasaray var bu filmde. Film ne kadar kötü olabilir ki yani? Evet, böyle de sübjektif yazılar yazarım ben. Zaten objektif olacaksam neden takım tutuyorum ki, değil mi ama?

Her Yağmur Yağdığında...

Her yağmur yağdığında ilk önce ben gelmeliyim aklına,
sonra toprağın kokusu.
Sevdiğin şarkıyı söylemeli damlalar,
"Bitmesin" demelisin!
Islanmaya çıktığında bahçene,
kedin dolaşmalı ayaklarına.
Her zamankinden daha çocuk gülümsemelisin yağmura,
aklında ben,
sonra toprağın kokusu!

Sana şiirler yazdığımı hatırlamalısın,
ve hatta ezberlediğin birini okumalısın hemen,
ya da boşver vazgeçtim,
Attila İlhan’dan olsun şiir,
hem de en gözlüklüsünden.
Yağmur da dinlemeli seni,
ki bana getirsin sesini,
Önce seni getirsin aklıma,
sonra toprağın kokusu!

Sevdiğin şarkıyı da söylemeli damlalar.
Sana yine şiirler yazmalıyım,
yasaklanmalı gözyaşların
ve ağlamalıyım yine
sana daha çok sarılamadığım için!

Her yağmur yağdığında ilk önce sen geleceksin aklıma,
sonra toprağın kokusu.
İçimde ıslanacak yine
seni sevmek korkusu!

İskender ADA

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 33

- Evet, nedir cevabın? (Cem Erman)
- Eşşoleşşek! (Kemal Sunal)

(100 Numaralı Adam)

Pazartesi Notları #27

  • Şampiyonluğumuz kutlu olsun. Metin Oktay'a, Ali Sami Yen'e, sarıya kırmızıya selam olsun! Hem bir yengeç vardı, ne oldu ona?
  • Saatler bir kez daha 20:45'e ayarlandı 10 Mayıs 2008 gecesi tüm Türkiye'de.
  • Kahve Dünyası'nın içi kahveli çikolata topları ne leziz bir buluştur. Akıl edenin aklını seveyim. Fiyatı da uygun sayılır hem.
  • Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu fakir ailelere dağıtılan kömürler yüzünden devletten 141 milyon 36 bin 221 YTL alacaklı olduğunu açıklamış. Seçim döneminde dağıtılan kömürlerin kerameti ortaya çıktı.
  • Samsun'un bir ilçesinde belediyeye koruması amacıyla DSİ tarafından tahsis edilen piknik alanına mescit icat edilmiş. Penguen karikatüristlerinden biri de bu olayı çok güzel karikatürize etmiş; "Allah korur"...
  • Hakan Şükür ve Deniz Baykal'ı birbirlerine çok benzetiyorum. Tip olarak değil tabii ki. Her ikisinde de keçi inadı var. Biri futbolu öteki CHP'nin yakasını bırakmamakta ısrar ediyor. Gerçi Hakan'a saygım sonsuz. Hakan candır.
  • Yaz geldi sayılır. Karpuz kabuğu denize düşeli epey oldu. Dolayısıyla börtü böcek de kendini insanoğluna gösterme derdinde. Kardeşim iyi güzel de hep benim penceremi mi buluyorsunuz içinden geçecek. Deli oluyorum size. Sinir oluyorum size. Girmeyin lan benim odama! Bak yersiniz gazeteyi. Bozmayın lan huzurumu benim. Aaaaaaa!
  • Finallerin bitmesini ve dolayısıyla Antalya'ya dönmeyi dört gözle bekliyorum. Fırsat bulduğum takdirde Karadeniz'i aratmayacak bir güzelliğe sahip olan dedemlerin sakinlerinin bir kısmını oluşturduğu yaylaya gideceğim. Uçsuz bucaksız arazide tepelerini kar bürümüş dağlara karşı haykıracağım. Sonra da o dağlar aynı şekilde bana karşılık verecek. Yankının eşsizliğine hayranım.
  • Van Gölü'nü kirletme yarışması tüm hızıyla devam ediyor. Elimizden pek bir şey gelmiyor tabii. Ancak bilgilenmek ve en azından çorbaya tuz katmak için http://www.vangolukirlenmesin.com/ sitesini ziyaret edebilir ve tabiata sahip çıkmak için çalışanlara ufak bir yardım manasında bir imza atabilirsiniz. Van Gölü çok sevinir buna.
  • Zamanda yolculuk mümkün müdür bilinmez. Her zaman kafamı kurcalar bu kurgu. Bu yüzdendir ki Back to the Future serisi en beğendiğim filmlerin başında gelir. Zaman ve mekanda yolculuk ile ilgili bulabildiğim her şeyi incelerim. Nikola Tesla'nın deneyleri bunların başında gelir mesela. Philadelphia Deneyi her zaman ilgimi çekmiştir. İnsanlar "Zaman makinası yapılabilseydi gelecekten bugüne gelirlerdi" tezini öne sürse de nereden biliyoruz ki gelmediklerini? Ben kendimi bununla avutadurayım, bahsini edeceğim şey biraz farklı zaten. Günümüz teknolojisi ile belli dönemlerin müziklerini dinleyebiliyoruz. 60'lar, 70'ler, 80'ler... Öncesi ve ötesi... Belli bir zamanda gelip gitmek, o dönem moda olan şeyleri öğrenebilmek için müzikten iyi bir zaman makinası olabilir mi acep?
  • Bir dönem cep telefonu sahibi öğrenciler arasında birbirine çağrı bırakma gibi hiçbir amaca hizmet etmeyen bir alışkanlık vardı. Ben buna çok sinir olurdum. Ne alaka lan?
  • 7 Mayıs 2008 günü http://www.blograzzi.com/ adlı internet sitesi Kültür Sepeti'ni "Günün Blogu" seçmiş. Neye göre, kime göre? İyiydik biz böyle.
  • Çıldırın, çıldırın!