12 Aralık 2007 Çarşamba

Bulgur King

Sevgili arkadaşım bilog İstanbul Şişli'de kayda almış bu görüntüyü. Bundan önce sitede gördüğünüz tüm creativityleri unutun. Yaratıcılık budur arkadaş!

EDİT: Aha bu da internet siteleri; http://www.bulgurking.com.tr

Creativity (5)

Bu Adam Benim Hocam!

11 Aralık 2007 Salı

Bir Yalnızlık İşareti

Bir cam gibi önünde
yüzümü elinle sil
Hohlayarak üstüne
seyret boş bir sokağa
hüzünle yağışını yağmurun.
Sonra kaplasın yavaşça
ılık buğusu soluğunun
yüzümü baştan başa.

Ve bırakıp gittiğinde
bir küçük boşluk kalsın
alnını dayadığın yerde;
bir yalnızlık işareti
işleyen ta içime.

Metin ALTIOK

10 Aralık 2007 Pazartesi

Pazartesi Notları #5

  • Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ve bir dönemin sonuna geldik. Geldik gelmesine de finaller, projeler üst üste geliyor. 9 günlük tatil var ama bana durmak yok.
  • Britanya küresel ısınma sorununu en aza indirgemek için nükleer enerji yerine rüzgâr enerjisi kullanacakmış. Ne dersiniz hoş olmaz mı? Keşke herkes böyle yapsa.
  • Küresel ısınma ile ilgili bir gelişme de Almanya'dan... "Aydınlık için 5 dakika karanlık" sloganı doğrultusunda geçtiğimiz günlerde Almanya'da bir gece yarısı ışıklar 5 dakikalığına kapatılmış. Bazılarının bir imzasına bakarken, başka yerlerde insanlar toplu halde mücadele ediyorlar. Garip!
  • Cuma günü Kabadayı giriyor vizyona. Kendimi kandırıp görmem lâzım ilk günden. Ne kadar ertelersem o kadar kötü.
  • İspanya'da Katalanlar süper bir olayı hayata geçirmişler. Bicing adını verdikleri bu sistem dahilinde ülke genelinde bisiklet istasyonları açılmış. Herhangi bir istasyondan kiraladığınız bisikleti yine herhangi bir istasyona bırakabiliyor, bu sayede güzel seyahatlere imza atabiliyormuşsunuz. Türkiye'de görmek isteriz en kısa zamanda. Tek eksiğimiz de buydu ya!
  • Britanya'da iktidar partisi seçimlerde oy kullananlara belli bir ücret ödeneceğini açıklamış. Katılımı artırmaya çalışmanın da bu kadarı. Türkiye'deki iktidarın böyle bir yola başvurduğunu düşünmek bile istemiyorum.
  • 14-20 Aralık 2007 tarihleri arasında TÜRSAK tarafından düzenlenecek olan 10. Uluslararası Sinema Tarihi Buluşması'nda Rainer Werner Fassbinder'in 16 saatlik filmi de gösterilecekmiş. Ben Yüzüklerin Efendisi'nin 3 filmini dahi arka arkaya izleyemiyorum, bunu hiç izleyemem herhalde. Sorunun bende olduğunu da düşünmüyorum. O kapasiteye sahip biri yoktur dünyada. İnsanı sinemadan soğutur vallahi.
  • "Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak..."
  • Aşırı derecede Coca-Cola tüketiyorum. Sonum iyi değil. Durduramıyorum efendim!
  • Helyum gazı satılır mı? Almak istiyorum.
  • Yağmur bitmesin, yağsın durmadan. 365 gün yağsın. 6 saat artıyor... Süperim!
  • Yargıya da el atıldı. İktidar yargıda kadrolaşmanın önünü açacak yasayı hazırladı, iktidarın cumhurbaşkanına da sadece imzâlamak düştü. Yakında Arapça yazmaya başlarsam şaşırmayın. Zorunda kalabilirim, belli mi olur!
  • Türk halkının %21'i hiç diş fırçası kullanmıyormuş. Başka bir şeyle fırçaladıkları hakkında umut mu etmeliyim, "Vay halimize" mi demeliyim?
  • Hayalimdeki TRT Genel Müdürü Can Dündar'dı, olmadı.
  • Tarık Akan ve Halit Akçatepe'nin oynadığı ve her izlediğimde gözlerimi dolduran Canım Kardeşim filmini hatırlatmak istedim. Bu vesileyle televizyon kanallarına haykırmak istiyorum "Bırakın her gün eklenen saçma sapan dizileri de bana Kemal Sunal verin, Şener Şen verin, Adile Naşit verin, Münir Özkul verin; Canım Kardeşim verin, Neşeli Günler verin, Tosun Paşa verin, Üç Kağıtçı verin... Verin oğlu verin" diye.
  • Sabah uykusuna dayanamıyorum.
  • Sadece beyaz peynir, tereyağı, sıcak ekmek ve çayın olduğu sade kahvaltıları özledim. Yeter be!
  • Bir de ne özledim biliyor musunuz? Biri dut ağacını sallarken altına büyük bir masa örtüsü germeyi... Sonra o örtüyü bohça haline getirip kaçmayı ve afiyetle yemeyi.
  • Fotomaç Gazetesi bıraksın artık "Hasan Şaş'ırttı, Hakan'a Şükür, Selçuk'a İnan" gibi manşetler atmayı. Sıkıldım artık!
  • Magnum acı biberli çikolata çıkarmış. O ne ola ki?
  • Türk insanını birçok konuda anlayamadığım gibi gazete okuma konusunda da anlamam. Gazeteciye gidip gazete almazlar ama yanlarında gazete okuyan birini gördükleri zaman yan gözle bakarak okurlar. Garibiz biz vallahi.
  • Milli Piyango yeni yılda 25 Milyon YTL verecekmiş. Annemin "Bir bilet de sen al" diye başlaması muhtemeldir.
  • Facebook'ta en güzel ve en yakışıklı Facebook üyesini seçecek olan bir grup kurulmuş. İşin garibi an itibariyle 1000'e yakın boş üye bu gruba üye olmuş. İçlerinde arkadaşlığımı yeniden gözden geçirmem gereken bir de arkadaşımı gördüm. Allah akıl fikir ihsan eylesin. Amin!
  • Ghost Whisperer izleyen var mı?
  • "Bu haftalık da bu kadar. Beni özleyin anacım. Baaaay!"

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 16

We fish a lot, and every night, we read a book. He's so smart, Jenny. You'd be so proud of him, I am. He, uh, wrote you a... a letter, and he says I can't read it. I'm not supposed to, so I'll just leave it here for you. Jenny... I don't know if mama was right or if it--it's lieutenant Dan. I don't know... If we each have a... destiny... or if we're all just floating around accidental-like on a breeze... but I -- I think... maybe it's both. Maybe both get happening at the same time. But I miss you, Jenny. If there's anything you need... I won't be far away... - (Forrest Gump - Tom Hanks)

Dinlenmesi Gerekenler (10) - Nefesim Nefesine

Yatar gül harmanı gibi
Canımın dermanı gibi
Her yanında çiçek açmış
Binboğa ormanı gibi

Nesine yâr nesine
Ölürüm ben sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine

Canım sese mi geldin?
Kadem basa mı geldin?
Sağ olsam gelmez idin
Öldüm yasa mı geldin?

Nesine yâr nesine
Ölürüm ben sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine

Saçın yüzüne perde
Yüreğim düştü derde
Ayaküstü duramam
Seni gördüğüm yerde

Nesine yâr nesine
Ölürüm ben sesine
Bir daha vursa idi
Nefesim nefesine

Zülfü LİVANELİ

The Butterfly Effect

Bir yetenek düşünün. Öyle bir yetenek ki zamanda yolculuk yapabilmenize olanak tanıyacak. Yalnız bu yeteneği sınırlandıralım biraz. Geleceğe gitme konusunu kaldıralım mesela ortadan. Yeteneğimizi sadece geçmişimize gidebilmek için kullanabildiğimizi varsayalım. Yine de isterdi herhalde insan böyle bir özelliği olmasını. İnsanoğlunun en büyük düşü değil midir zamanda yolculuk yapmak? Her ne kadar imkân dahilinde olmasa da öyledir. Ancak madem ki varsayıyoruz, sadece geçmişe gitmek için kullanabilecek olsak da böyle bir yeteneğimiz olmasını isterdik sanırım. Bunun ne gibi bir kötü yanı olabilir ki sonuçta?
"Her şey başlangıçta son bulur" gibi başarılı bir motto ile yola çıkmış bir film The Butterfly Effect. Senaryosu ile bağdaştırınca başarılı olduğunu söylesem daha mantıklı olur sanırım.
Evan Treborn çocukluğundan kalma hatırlamak dahi istemediği anılarla yüzleşmek zorunda kalan genç bir adamdır. Babasından kendisine kalan bir de yetenek vardır. Bu yetenek sayesinde kendi geçmişine yolculuk yapıp, geçmişindeki olayları değiştirebilmektedir. Yalnız geçmişinde en ufak bir oynama yaptığı her olay çevresindekilerin ve kendisinin geleceğini farklı olarak etkilemektedir. Bir zaman sonra bazı hatalarını düzeltmek için geçmişine yaptığı her yolculuk giderek büyüyen bir felaket halini alır.
Arkadaşlarımın baskısı yüzünden biraz geç izleme fırsatı buldum bu filmi. Gecenin bir yarısında izlediğim için de filmin yarısına kadar olayları kavramakta güçlük çektim. Film bittiğinde bana hakim olan düşünce filmin benden ortalamanın üstünde not almış olmasıydı. Yönetmenliğini Eric Bress kişisinin yaptığı filmin başrollerinde ise son zamanlarda adı Demi Moore ile anılan genç aktör Ashton Kutcher ve hastası olduğum hatın Amy Smart yer alıyor.
Kısa oldu bu yazı. "Havamda değilim" diyelim.

9 Aralık 2007 Pazar

Bana Old And Wise'ı Çal

Erkan Can hastalarının mutlaka izlemesi gereken 24 dakikalık bir kısa film Bana Old and Wise'ı Çal. Film ismini tahmin edebileceğiniz üzere The Alan Parsons Project'in ünlü şarkısı Old and Wise'dan alıyor. Film aynı zamanda bir türlü beğenemediğim yönetmen Çağan Irmak'ın ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturtması bakımından ayrı bir önem taşıyor. Kendisi asistanlık yaptığı dönemden kazandığı para ile bu filmi çekiyor ve 1998 İFSAK Kısa Film Festivali'nde bu film ile birincilik ödülünü kazanıyordu.
Bana Old and Wise'ı Çal öyle bir film ki ya gerçekten beğenirsiniz ya da hiç beğenmezsiniz. Ortası yoktur yani. Gerçekten beğenmek istiyorsanız filmi gecenin bir yarısı izlemenizde fayda var. Çünkü film yalnızlık ve gece temaları üzerine oturtulmuş. Filmin atmosferini de bu doğrultuda az çok tahmin edebilirsiniz. Anlayacağınız elinize geçerse bu film, gidip de güneş size en tepeden bakarken izlemeye kalkmayın.
Oğuz bir radyo kanalında gece 00:00 ile 05:00 arasında program yapmakta olan bir DJ'dir. Programının adı da Yalnızlar Saati'dir. Programı doğrultusunda gecenin ilerleyen saatlerine uygun slow parçalar çalmaktadır. Bir gece yine rutin bir program sırasında programa biri telefonla bağlanır ve Old and Wise adlı şarkıyı Eda (soyismini hatırlamıyorum ama vardı) isimli birine armağan eder. Bu olay ertesi gün de tekrarlanınca bizim Eda isimli bayan dayanamaz ve gecenin bir yarısı Oğuz'un yayın yaptığı stüdyoya gider. O sırada Oğuz ile aralarında ilginç bir muhabbet başlar. Eda'nın anlattığına göre parçayı kendisine armağan eden adamın bunu yapabilmesi imkân dahilinde değildir.
Filmin kısıtlı oyuncu kadrosunda ise görmekten keyif alacağınız isimler mevcut. Bunlardan biri ve en önemlisi ilk cümlede de belirttiğim gibi Erkan Can. Kanımca en iyi ikinci Türk oyuncusudur bu adam. Erkan babanın dışında filmde Derya Alabora ve sinemamızın yüzü bilindik ama ismi duyulmamış kahramanlarından Nedim Doğan'ı görüyoruz.
Kısa filmin yazısı da kısa olur. Sevgiye, ölüme, aşka, yaşanmışlıklara ve birine adanmış şarkılara dair bir film izlemek isterseniz Bana Old and Wise'ı Çal'ı izleyebilirsiniz pekâlâ. Son olarak dediğim gibi bu filmi gecenin bir yarısı izleyin. Sonra da film sizi kendiliğinde herhangi bir radyo kanalına bağlayacaktır. Buna emin olabilirsiniz.

6 Aralık 2007 Perşembe

Paris, Texas

İnsanlar vardır ya hani birbirlerini çok severler. Bu sevgi sonraları yerini aşka bırakır. Baktıkları her yerde sadece birbirlerinin gözlerini görürler. Bunun mutlu olurlar sadece. Başka hiçbir şeyin önemi yoktur. Sadece beraber olmaktır tek dilekleri, ebediyen. Sonra evlenmeye karar verir iki insan. Bu sonsuz aşkı tamamına erdirmeye, ölünceye kadar tüm zorlukları el ele karşılamaya hazırdırlar artık. Önce nişan yüzüğü takılır. Bir süre sonra da dünya evine girilir. Bu an ile birlikte perde iner. İkinci perdeyle birlikte hiçbir şey mazideki gibi değildir artık. Öncesinde mutlu bir yuva kurmanın heyecanı içinde yanıp tutuşan bünyeler birbirlerine yabancılaşmaya başlar, beraber bulundukları dört duvar içinde birbirlerine yabancı oluverir eski aşıklar. Genelleme yapılamaz, ancak büyük oranda böyledir bu. Her köşe başındakie evde bir şekilde yaşanan hikâyenin sözcüklere vurulmuş halidir bunlar.
10 numara bir yol filminden bahsedeceğim şimdi. Aslında film olmaktan çok öte, hayatın kendisinden bir bölümdür o film. Paris, Texas'dır o film. İzleyeni avuçlarına alan, ona istediğini yaptırmakta son derece başarılı olan bir yapımdır Paris, Texas. İlk dakikalarında Texas'dan muhteşem görüntüler eşliğinde başlar yolculuğunuz, avucun içinde ısınmış bir haldesinizdir. Texas'dan Los Angeles'a dek uzanan yolculuğun gizemine kapılırsınız bir yandan, diğer taraftan tatlı bir gülümseme konar yüzünüze. Sonra durum değişir. Ruh halinizle kedinin fare ile oynadığı gibi oynar yönetmen Wim Wenders. Zamanı gelince anlarsınız ki mutluluğunuz yerini hüzne bırakmıştır. Lâkin film bittiğinde yine de mutlusunuzdur. İyi ki de izlemişsinizdir bu filmi.
Travis'in aniden ortadan kayboluşunun üzerinden 4 yıl geçmiştir. Gidişiyle kendisi gibi ortadan kaybolan karısı gitmeden önce tek oğulları Hunter'ı Travis'in kardeşine bırakmıştır. Tüm aramalara rağmen kimse Travis'den haber alamaz. Bir sabah erkek kardeşi Walt Henderson çalan telefonu açtığında bir gariplik olduğunu sezer. Kendisini arayan Texas'taki bir hastanedir. Travis, Los Angeles'dan kilometreler ötede bir hastanede bulunmuştur. Toparlanan Walt Texas'a gider. Hastaneye ulaştığında Travis yoktur, sabah hastaneyi terk etmiştir. Walt bir süre kendisini Texas'ın kavurucu sıcaklıktaki çöllerinde aradıktan sonra Travis'i bulur. Issız çölün ortasında bilinçsizce yürümektedir Travis, tek bir yöne doğru; Paris! (Not düşmekte fayda var. Paris bildiğiniz Paris değil!) Walt Travis'i hemen aracına alır. Walt bir türlü Travis'i konuşturamadığı gibi Travis zaman zaman yine kendini çöle atmaya çalışır. Travis'in geçmişi hakkında unuttuğu çok şey vardır. Artık Walt abisinin hafızasını geri getirmek için her şeyi yapmaktadır. Los Angeles'a ulaştıklarında ise yap-bozun parçaları yerli yerine oturmaya başlar. Travis oğluna kavuşmuştur. Şimdi ulaşması gereken bir kişi daha vardır; karısı Jane. Çünkü tüm cevapsız soruların cevabı ondadır.
Muhteşem bir senaryo, harikulade oyunculuklar, sağlam bir kurgu, kusursuz bir görüntü yönetmenliği... Bunların hepsini yönetmen Wim Wenders takdir edilesi bir ustalıkla harmanlamış ve ortaya 1984 yapımı Paris, Texas çıkmış. Oyuncu kadrosuna baktığımızda ise kayıp ve gizemli adamımız Travis rolünde emektar oyuncu Harry Dean Stanton'ı görüyoruz. Daha önce birkaç filmini izlediğim bu aktör hiçbir filminde beni bunda olduğu kadar etkilememişti. Sonra filmde az ama öz görünen bir bayan var. Bu bayan ki babamın gençlik yıllarında posterleri ile duvarlarını süslermiş. Daha fazla lafı dolandırmaya gerek yok. Bu kadın Alman aktrist Nastassja Kinski. Filmi ilk izleyişimde babama fazlasıyla hak verdiğimi hatırlıyorum. Bu isimler dışında filmde çok tanıdık başka yüzler yoktu hatırladığım kadarıyla. Yalnız küçük Hunter'ı canlandıran çocuk karakter Hunter Carson'ın performansı beni çok etkilemişti. Kendisi şimdilerde 30'unun üstünde olmalı.
Peki nedir bu filmin insanı bu kadar etkilemesine sebebiyet veren şey? Bir kere bunu cevabı 139 dakikalık filmin yarısında sonra, yavaş yavaş Travis'in 4 yıllık gizemi aydınlanmaya başladığında veriliyor. Kısacası Travis oğlunu da yanına alıp eşi Jane'i bulmak üzere yola çıktığı anda başlarsınız etkilenmeye. O ana kadar normal bir filmden farkı yoktur çünkü Paris, Texas'ın. O andan sonra ortaya çıkar ve diğer filmlerden kendini ayırmaya başlar. Çok fazla detay verip izlemeyenlerin o zevkten mahrum kalmasına gönlüm razı olmaz. Bu yüzden kanımca çok da kilit olmayan bir şeylerden bahsetmek isterim. Travis, Jane'i bulur. Ancak Jane onu bıraktığında hiç de aklına gelmeyecek bir yerdedir. İkisi de utanır. Birbirlerinin yüzüne bakamazlar ki o sahneyi anlatamamak içimi eritiyor şu anda. İkisi de kendi öykülerini birbirlerine anlatmaya başlarlar. 8,5 dakika sürer bu sahne. Kesintisizdir. Deyim yerindeyse dikkat kesilirsiniz sahneye ve bitmemesi için dua edersiniz. Sonunda belki de gözyaşları içinde "Budur!" diye mırıldandığınızda anlarsınız ki bu film bir yol filmi olmaktan çok ötedir... Bir aşk filmidir. Harika bir kompozisyonun ekrana yansıtılmış halini izlersiniz. Son sahne ile can evinizden vurulursunuz. Travis karakterine mi yoksa Jane karakterine içinizin parçalanması gerektiğine karar veremezsiniz. Gönlünüz birini seçer. Benim gibi Travis'i seçenlerden olursanız söz konusu sahnenin ardından alıp başınızı uzaklara gitmek, yürümek, kaybolmak, geçmişinizi unutmak için ardınıza dahi bakmadan çekip gitmek istersiniz öylece. Film bittiğinde ise afalladığınızla kalırsınız. Ne yapacağınızı bilememek koyar size ve en yakın zamanda Travis ve Jane'in, hatta Hunter'ın öyküsünü yeniden izlemek için söz verirsiniz kendi kendinize.

EDİT: Tabii belirtmek gerek bu filmin Cannes'dan büyük ödül dahil 3 ödülle döndüğünü.

Being John Malkovich

Dünyaya bir başkasının gözünden bakmak hoş olsa gerek. Her şeyi, hayatınızı, geçmişinizi ve hatta geleceğinizi geride bırakıp başka bir insanının beyninde bitivermek; onun baktığı yerlere bakıp, onun yaşadıklarına tanık olmak... Kısacası bir anda o kişi oluvermek, kontrolü ele geçirmek. İnsan böyle bir şeyin olabileceğini bilse peşinden gider mi düşünmeden? Bence gider. Peki yine aynı insan peşinden gittiği yolda sonradan pişmanlık yaşar mı? Belki de daha önceden geri dönüşün çok zor olacağını tahmin edebilse her şey start çizgisinden kalırdı.
Craig Schwartz için hayat dahil her şey sıradandır. O kendi halinde bir kuklacıdır. Gece gündüz atölyesinde kukla yapımı ile uğraşır. Kişisel saplantıları onu zamanla farklı arayışlara yönlendirir. Örneğin sapıkça hareketler sergilemeye başlar; kuklalarını cinsel fantazilerine alet etmek gibi. Bundan filmin erotizm koktuğu görüşünü çıkarmamışsınız umarım. Çünkü hiç alakası yok. Eh, en azından çok alakası yok. Schwartz evlidir aynı zamanda. Eşi kendisinden de sıradışıdır. Filmi izlerken ne işle meşgul olduğunu çözememiştim ama hayvan delisi olduğunu hatırlıyorum o kadının. "O kadın"ın kim olduğundan sonra bahsedeceğim ama filmde kim olduğundan bahsettim sanırım. Craig'in eşi demiştim sanırım. Evet, manyaktır bu kadın. Evi hayvanat bahçesine çevirmiştir misal. Bilimum hayvanı küçücük evde bulmak olasıdır. Craig hayvanlar konusunda takıntılı karısı ile yavaştan anlaşamamaya başlar. Çünkü sahip olduğu tek yetenek olan kuklacılıkta dünyanın en iyisi olduğuna inansa da kimse onu keşfetmediği sürece o dünyanın en iyisi değildir. Haliye haneye yeteri kadar para girmez. Birilerinin çalışmayı artırması gerekmektedir. O birisinin kim olduğu bellidir aslında ama bundaki maksat kuklacılığa ayrılan sürenin artırılması değildir elbette ki. Evet, Craig ek iş aramaktadır. Aslında çok da aramaz ve bir kurumda arşivci olarak çalışmak üzere işe girer. Olaylar da bu andan itibaren garipleşmeye başlar. Arşiv dairesi şirketin bulunduğu koca binanın 7 buçukuncu katındadır. Evet, böyle bir kat vardır. Asansöre binersiniz. 7. ve 8. katların arasına geldiğiniz an kapı aralığına değnek benzeri bir cismi sokarsınız ve 7 buçukuncu kat önünüzdedir. Tabii haliyle tavan ile taban arasındaki mesafede ona göredir. Bu sahne son derece ilginçtir mesela. İşler hafiften yoluna girmeye başlamıştır Craig için. Ancak bir gün ofisinde tesadüf eseri gizli bir geçit keşfeder. İnsanın başına felaket getiren iki şeyden biri olan merak bu noktada hissettirir kendisini. Craig geçidi kullanır. 1 dakika sonra bambaşka bir yerdedir. O artık Craig Schwartz değil, ünlü aktör John Malkovich'in ta kendisidir. 15 dakikalığına dünyayı Malkovich'in gözü ile görmeye başlar. O nereye giderse o da oradadır. 15 dakika biter ve Craig kendini otobanın kenarında bulur. Tam da o noktada Craig'in kafasında bir ampul yanar. Güzel iş arkadaşı Maxine ve eşi Lotte'nin yardımlarıyla insanların para karşılığında 15 dakikalığına John Malkovich olmalarına olanak sağlarlar. Ancak bir yerlerde John Malkovich'in kendisi bir şeylerin ters gittiğinin farkına varırken, Craig ise 15 dakikalık süreyi sınırsız yapıp John Malkovich'i adeta kendisine başarı merdivenlerini teker teker yükseltecek bir kukla yapmanın planlarını yapmaktadır.
Being John Malkovich hikâyesi itibariyle böyle bir film. Gerek senaryosu, gerekse kurgusuyla beni benden alan, izlerken zamanın nasıl geçtiğini insana sorgulatan bir film. Bu süper filmin yönetmeni Spike Jonze. Oyuncu kadrosu ise görenlerin yüzlerini güldürecek cinsten. Bir kere üzerine kurulduğu adam John Malkovich filmin her yerinde desem yanlış olmaz herhalde. Malkovich'in dışında beğendiğim aktörlerden biri olan John Cusack de Craig Schwartz karakterine hayat vermiş. Craig'in eşi Lotte'u ise Cameron Diaz canlandırmış ve sizi temin ederim ki bu filmdeki Cameron görüp görebileceğiniz en çirkin Cameron ki beni hayalkırıklığına uğratmadığını söylesem kendimle çelişirim.

4 Aralık 2007 Salı

Pazartesi Notları #4

  • Eveeet, bu hafta da salıya sarktık, hakkımızda hayırlısı artık. Lâkin bahanelerim var. Yarın (yani bugün) gereksiz ders fizikten sunum yapmam gerek. Ona hazırlandım diyelim.
  • Erol Mütercimler'den aldığım Türk Devrim Tarihi'nde sınıfın en yüksek ikinci notunu çaktım. Kim demişti "Erol hocanın notu kıttır" diye? Yoksa iş bende mi bitiyor?
  • 3-13 Aralık arası Akbank Sanat'ın katkıları ile 4.Ks. Flm. Fstvl. başlıyor. Takip etmeye çalışacağım.
  • Portekiz, İsviçre, Çek Cumhuriyeti.
  • Vivident Cube hoş bir şeymiş. Sayesinde artık sakız çiğniyorum, evet.
  • Sağlam olmayan kaynaklardan edindiğim bilgilere göre CMYLMZ önümüzdeki ilkbaharda yeni filmi AROG'un çekimlerine başlayacakmış. Filmin adını sondan başa doğru okuyun bir de.
  • Aylık sinema dergilerine hayranım. Sayelerinde DVD arşivim daha da genişledi.
  • "Lie With Me filmini Türkiye'de istiyoruz" diyenler... Birleşin!
  • Altın Pusula... Nasıl olacak bakalım? Üçlemeler her zaman risk taşır. İlki tutmazsa yapımcı firma batar.
  • Waffle'a tadını veren muzdur arkadaş. Başka malzeme olmasa da olur.
  • Cuma = Hand of God, Cumartesi = Papazın Çayırı
  • "Fıstık benim olacak. Vurucam kırbacı, vurucam kırbacı."
  • Her ne kadar tanışıklığımız olmasa da rahat uyu Kerrigan.
  • Hazır el atmışken... Isparta'da hayatlarını kaybedenlere de Allah'tan rahmet diliyorum.
  • En yakın zamanda kendime bir Şener Şen haftası ayarlamalıyım.
  • Sonunda! Apocalypse Now'ın DVD'sini görmek... Sonunda!
  • Çocukluk kahramanım, Tsubasa... İlk göz ağrımız Benjamin olsa da onun yeri farklıdır işte. Sonunda ele geçirdim Road to 2002'nin bölümlerini. Benden mutlusu yok...
  • Facebook'ta ilkokul arkadaşım olduklarını iddia edenlerin sayısı gün geçtikçe artmakta. Ulan ne boktan bir hafızam varmış benim. Ayıp ettik adamlara. Biraz daha yumuşak olsaydım keşke. Yumuşak derken... Tavır bakımından yani :)
  • Nestle'nin sıcak çikolatası süper.
  • 14 Aralık gelse de tatil yapsak. Kafam şişti hafiften.
  • Hafta sonunu hasta geçirdim. Gitti güzelim plânlar.
  • Her hafta sonu dışarı çıkıp en az iki DVD ile geri dönmek makes me happy. (I run each teen me -- hö?)
  • Bir Yunan filmi izledim dün gece. Adı Vassiliki... Garip film. Yakında hakkında yazacağım zaten. Yalnız bir Türk filmi izler gibi oldum. İki millet birbirine bu kadar mı benzer! Neyse bunları da yazacağım.
  • Kinder Bueno vs. Ferrero Duplo... And the winner is Duplo :)
  • Laptop çok ısındı. "Yat artık" diyor bana...

3 Aralık 2007 Pazartesi

George Bernard Shaw

George Bernard Shaw'un hayat hikâyesi, düşünce yapısı, karizması, yakıp yıkan aforizmaları beni her zaman etkilemiştir. Hani bazı insanlar vardır ya okula gitmenin gereksiz olduğuna inanan, bu adam da öyle işte. Yaşamı boyunca her fırsatta okul eğitiminin hayat okulunda alınacak eğitimden sıradan olduğunu savunmuştur Bernard Shaw. Aslına bakılırsa haklıdır da. Tabii ki okul yaşantısı boyunca alınacak olan pratik bilgiler son derece mühimdir, lâkin yaşamın kendisini bireye tecrübe ettirdiği anlar vardır ki hiçbir kalıplaşmış okul bilgisi bunu size veremez. Çevremize baktığımızda da bu böyledir. Çok uzaklarda aramaya gerek yok. Dünyada belli bir yere gelmiş, ölümlerinin ardından çok uzun yıllar geçmesine rağmen geride bıraktıkları sayesinde gelecekte de hatırlanma onuruna nail olmul kişilerin biyografisine üstünkörü bir bakış atmak yeterli olacaktır bunun için. Ne için yeterli olacaktır? Bu önemli şahısların büyük çoğunluğunun geldikleri noktaya okul eğitimi olmadan geldiklerine tanıklık etmeye elbette ki.
Bernard Shaw ciddi ve başarılı görünmenin anahtarı olarak hiç tebessüm etmemeyi ya da espri yapmamayı görenlerden değildir. Aksine kendisi ciddi görünümüne karşın son derece gülümser bir kişiliktir. Onun zekâsını var eden de zaten budur. Sözünü ettiğim ünlü düşünür 26 Temmuz 1856'da Dublin'de, evin üç çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya gelir. Kendisinden büyük iki kız kardeşi vardır. Üç kardeş çocuk yıllarının büyük bölümünü anne ve babalarının şiddetli kavgalarına tanıklık ederek geçirirler. Bu durum en sonunda öyle bir noktaya gelir ki anneleri başka bir adamla birlikte Londra'ya gider.
Kendisinden büyük olan iki kız kardeşi anneleri ile birlikte giderken küçük Bernard babası ile kalmayı seçer. Babası tarafından okula gitmesi için zorlansa da gittiği hiçbir okulda tutunamaz. En nihayetinde de okulu bırakıp bir emlakçının yanında çalışmaya başlar. Tam da o noktada farkına varır iş hayatının kendisine göre olduğunun. 1876 yılına gelindiğinde ise kız kardeşlerinden biri hayatını kaybeder. Böylece Bernard Shaw Londra'ya annesinin yanına gitmek zorunda kalır. İngiltere'deyken ailesinin kendisine verdiği düşük haftalığı kütüphanelerde harcamaya karar verir. Anlaşılacağı üzere kendi eğitimini kendisi verir. Aynı zaman zarfında Vandeleur Lee takma adı altında müzik eleştirileri yapmaya başlar. Daha sonra bu yazılarını derleyerek Toyluk isimli kitabını tamamlar. Ancak aksilikler peşini bırakmaz ve kitabı yayınlatamaz.
1884 yılına gelindiğinde Bernard Shaw sosyal ve siyasal görüşünü de Fabian Derneği'ne girerek belli eder. Bu derneğin üyeleri sosyalizmi savundukları gibi Marksist devrimi olduğu gibi reddediyorlardı. Toplumun bir günde değiştirilemeyeceğini, işçilerin başlarındakileri devirseler bile toplumun bunu idrak etmesinin zaman alacağını belirtiyorlardı. Bu yüzden tek ihtiyaçları olan şey zamanın kendisiydi.
1891 yılında İbsen'ciliğin Özü adlı eserini piyasaya sürdü. Aynı yıl Dul Erkeklerin Evleri adlı tiyatro oyununu tamamladı. 1924 yılında ise kendisine açık bir şekilde sosyalizmi anlatması için mektup yollayan bir kadın için Akıllı Kadının Kapitalizm ve Sosyalizm Rehberi isimli eserini yayınladı. Bu eserin hazırlanması 3 sene sürdü. Yani 1924 yılında almış olduğu mektup kendisini o kadına borçlu hissettirmiş olacak ki 3 yılın sonunda 1927'de bu eseri tamamladı ve özellikle İngiltere'de büyük beğeni topladı. Öyle ki birçokları tarafından İncil'den sonraki en önemli eser olarak nitelendirildi.
Bu eseri kaleme aldığı yıllarda kendisini onore edecek büyük ödüller peş peşe gelmeye başlamıştı. 1925 senesinde Nobel Edebiyat Ödülü'nü kucakladıktan sonra 1938'de sinemaya uyarlanan eseri Pygmalion ile de Oscar'a uzanarak bu bakımdan ilk ve tek oldu.
Tüm bunların dışında George Bernard Shaw benim ve birçoklarının gönlünde olağanüstü aforizmaları ve hazırcevaplığı ile taht kurmuştur. Bunu belirtip de örnek vermemek olmaz tabii. Mesela kendisi büyük bir savaş karşıtıydı. Bunu da "Kahramanca can vermek, yeteneksiz kişilerin ünlü olabildikleri tek yoldur" diyerek özetliyordu. Yine Winston Churchill ile aralarının limoni olduğu bilinir herkes tarafından. Rivayet odur ki bir oyununun galası için Churchill'e gönderdiği davetiyeye "Davetiye iki kişiliktir. Bir dostunuzu alıp gelebilirsiniz, tabii varsa" diye eklemekten geri kalmamıştır. Gerçi sonra cevabını yine bir mektupla almıştır: "Galaya değil ama ikinci oyuna gelebilirim, tabii sahnelenirse".
George Bernard Shaw 1 Kasım 1950 tarihinde hayata gözlerini yumar. Geride ise birçok değerli eser ve gülücükler saçan bir zekâ bıraktı.

Creativity (4)

25 Ocak 2008

2 Aralık 2007 Pazar

Man Cheng Jin Dai Huang Jin Jia

Başlığa bakıp da "Bu ne lan?" diye sormayın lütfen. Yukarıda okuduklarınız Curse of the Golden Flower isimli filmin orijinal dilindeki yazılışıdır. Hangi dil olduğu konusunda pek fazla düşünmeye de mahal yok sanırım. Evet, hepinizin tahmin ettiği gibi Çince'dir. Yazı hakkında fazla ve gereksiz ayrıntıya girdikten sonra Altın Çiçeğin Laneti (Türkçe'sini de yazıp karizmayı yapalım) hakkında yazmaya başlayalım.
Çoğumuzun Hero filmiyle tanıdığı Yimou Zhang kişisinin 2006 yılında çektiği Curse of the Golden Flower kısa süre içinde gerek kurgusu gerekse senaryosu ile kült kategorisine girmeye hak kazandı diyebiliriz. Özellikle filmde kullanılan kamera teknikleri, yüzyıllar öncesinin Çin'inin günümüze olduğu gibi taşınmış olması takdire şayan.
İnsanların bazı sırları vardır. Ne pahasına olursa olsun dile getirilmemesi gereken ölümcül sırlar... Öyle ki açıklandığı takdirde binlerce insanın sonunu felakete çevirebilir bu sırlar. 10.yüzyılda Çin'de hüküm süren Tang Hanedanlığı'nın imparatorunun sadece kendisinin değil, hanedanlığın geleceğini de etkileyecek bir sırrı vardır ve açığa çıkması herkes için felaket olacaktır. Bunun yanı sıra İmparator, hasta olan İmparatoriçe ve iki oğlu arasında soğuk rüzgârlar esmektedir. yoksa ölümcül sır taşıyan tek kişi İmparator değil midir? Bu kadarını söyledikten sonra cevabını anlamışsınızdır sanırım :) Yine de burada bırakacağım senaryo hakkında brifingimi. Çünkü filmin kendisi sürprizlerle dolu ve olur ya bir gün izlemek isterseniz diye, zevkinizi kaçırmak istemem.
Beni oldukça etkileyen bu filmin oyuncu kadrosu hakkında da bir şeyler çiziktirmek isterdim ama kurtarmıyor maalesef. Yalnız İmparator rolünde oynayan Chow Yun-Fat hakkında bir şey söyleyebilirim belki. Kendisini tanımamız gerek bir yerlerden. Birkaç Hollywood yapımında da boy göstermişliği var çünkü. En basitinden Pirates of the Caribbean: At World's End desem bir şeyler çağrıştırır belki. Onu bunu bilmem de bu filmde harbiden süper rol yapmış kendisi, kutlamak gerek.
Tüm bu anlattıklarımın dışında filmin yarattığı atmosfere de dokundurmak lâzım. Bir kere film adeta bir renk cümbüşü. Her yerden altın sarıları, kırmızılar, maviler fışkırıyor. Gökkuşağını izliyorsunuz deyim yerindeyse, bu biiir. İkincisi; savaş sahnelerinden haz alıyorsanız Man Cheng Jin Dai Huang Jin Jia tam size göre. Hele ninja kılıklı oradan oraya uçan tipler var ki - neyse anlatmayayım, izlenmeli onlar.
Uzun lafın kısası klişe Amerikan sinemasından bunaldıysanız eğer, ki buna eminim, atın kendinizi sokaklara, gezin mağaza mağaza, arayın bu filmi. Malum büyük olasılıkla artık sinemada izleme şansınız olmayabilir bu filmi. İzleyin işte, uzatmayın!

Taxi Driver

Martin Scorsese'yi tanırsınız. Raging Bull, The Color of Money, Goodfellas ve The Aviator gibi birçok önemli filmin yönetmenidir kendisi. 65 yaşındadır aynı zamanda. En son geçen sene The Departed gibi kalburüstü bir filmle hem en iyi film hem de en iyi yönetmen dalında Oscar'ı kucakladı. Daha önce de yönetmenlik koltuğunda bulunduğu filmler Oscar almıştı tabii ancak kendisi çok kez aday olmasına rağmen en iyi yönetmen dalında bu ödüle ulaşamamıştı. Oscar jürisi artık kendisine daha fazla ayıp etmemeye karar vermiş olacak kendisine bu ödülü Köstebek ile verdiler. Bir bakıma iyi de ettiler, ne diyeyim. Ancak, her zaman da dile getiririm, üzüntüm şudur ki kendisi bu filmle en iyi yönetmen ödülünü almayı hak etmemişti. O yüzden geçmişte çektiği daha başarılı filmlerle alamayışı garip gelmiştir bana. Mesela Taxi Driver... Scorsese bu filmle Oscar'a aday bile olamamıştır. Filmden bahsetmiyorum, yönetmenin kendisinden bahsediyorum. Ancak bana soracak olursanız bu filmdeki yönetmenlik performansı Köstebek'te olduğundan çok daha iyidir. Tek kusuru yönetmenin yükseliş dönemine denk gelmesidir bu filmin. Yine filmden bahsetmedim dikkat ederseniz. Ancak şimdi filme geçiyorum. Çünkü film hakkında söyleyeceğim şeyler de var. "Overrated" olarak değerlendiririz ya bazı filmleri, işte benim nazarımda bu film o kategoride. Açıklamasına geçelim.
Taxi Driver güzel filmdir, sıkmadan izletir kendini. Hatta öyle sahneler vardır ki harbiden çok hoşunuza gider. Ancak bundan fazlası değildir benim gözümde. PR'ı iyi yapılmış bir yapımdan ötesi değildir. Konusu hakkında biraz bilgi vereyim ondan sonra bir şekilde devam ederim yine.
Travis Bickle geceleri uyku sorunu çeken bir adamdır. Sırf bu yüzden gecelerini değerlendirme yolunu seçer ve bir taksi durağına iş başvurusunda bulunur. Talebi kabul edilen Travis koca New York'da sarı siyah damalı arabasıya dolanmaya başlar. Dolandıkça ve taksisine müşteri aldıkça birçok garip insanla tanışır. Rastladığı kimse normal değildir aslında. Sonra bir gün yaklaşan başkanlık seçimleri için aday durumunda bulunan senatörün kampanya merkezinin yanından geçerken içerideki Betsy'i görür ve ona aşık olur. Cesaretini topladığı gibi gider konuşur kendisiyle ve onu sinemaya davet eder. Ancak bu işi eline yüzüne bulaştırır. Takip eden günlerden birinde arabasına çok küçük yaştaki bir hayat kadını biner. Küçük kızın durumu onu çok etkiler ve onu bu hayattan kurtarmaya çalışır. Fakat işler yine istediği gibi gitmez. Hiçbir şekilde istediklerini yapamayan Travis toplumu düzene sokmanın sadece silah kullanmaktan geçtiğini kavrar.
Hakkında daha yazmak isterdim ama zaten yazdığım her sinema yazısında gereğinden fazla anlattığımın farkındayım. Bundan sonrası izlemek isteyenlere sürpriz olsun. Neyse... Efendim film güzel dedik ama abartıldığı kadar da yok diye de ekledik. Sonra bir de çok hoşuma giden, gerçekten büyük izleyene büyük keyif veren sahneler olduğundan da bahsettik. Mesela hayatta porno filmlerden başka filmlerin olabileceğinden habersiz olan Travis'in aşık olduğu kadını bir porno filme götürmesi gerçekten ironi kokuyor. Bunun dışında silahlanma yolunu seçtiğinde kendini dünyanın hakimi olarak görmesi ve sonrasında gelen meşhur "You talkin' to me?" sahnesi. Bunlar gibi birkaç tane daha var ama şu an için hatırlayamayacağım.
Oyunculara da değinmek gerek. Filmi izlerken Scorsese'nin üzerinize yıldız yağdırmış olduğunu anlarsınız. Kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koymuş Robert De Niro, küçük yaştaki hayat kadını rolünün altından ustalıkla kalkan 14 yaşındaki Judie Foster, filmdeki güzelliği ile göz kamaştıran Cybill Shephard ve usta oyuncu Harvey Keitel... Evet, hepsini bir arada bulmak mümkün.
Geçen hafta okuldaki Cep Sineması'nda yeniden izleme fırsatı buldum bu filmi. Filmden çıktıktan sonra arkadaşlarla konuştum. Çoğunluğun yorumu "Ne biçim film bu böyle yaaaa" oldu... "Tabii size Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu'nu izletmek lâzım" dedim ben de.

Büyük Filmlerden Büyük Replikler - Volume 15

He could build a house, but he couldn’t build a home. (The Lake House - Keanu Reeves)








NOT: Biliyorum, pek büyük bir film değil ama filmin akışı doğrultusunda etkileyici bir söz.

Dinlenmesi Gerekenler (9) - Gücüm Yetene Kadar

Güneş burada da var, ta ki batana kadar
Yıldızlar yine parlak, şafak atana kadar
Bilsen şimdi nerdeyim çılgın gecelerdeyim
Uzun bir seferdeyim gücüm yetene kadar
Gonca güllerim vardı burcu burcu kokardı
Rengi soldu sarardı sevip tutana kadar

Bir yağmur ki dinmiyor, fener söndü yanmıyor
Yüreğim dayanmıyor hasret bitene kadar
Bilsen şimdi nerdeyim çılgın gecelerdeyim
Uzun bir seferdeyim gücüm yetene kadar
Gonca güllerim vardı burcu burcu kokardı
Rengi soldu sarardı sevip tutana kadar

Şükriye TUTKUN

1 Aralık 2007 Cumartesi

Rabbit-Proof Fence

Avustralya kıtasında kıtayı baştan sona saran çitler vardır. Bu çitlerin amacı tamamen çiftçilerin ekinlerini korumaktır. Çünkü bölgedeki tavşanlar kalabalık şekilde çiftçilerin mahsullerine saldırarak harap etmektedirler. Bu nedenle hükümet tarafından tavşan geçirmez çitler olarak bilinen bu çitler çekilir. Bu çitler bir bakıma çiftçiler ile tavşanlar arasında geçilmesi yasak bir sınır görevi görür.
Kıtada hükümetin yaptığı tek iş bu değildir. 1900'lü yılların başından 80'li yıllara dek süren bir hükümet politikası vardı. Buna göre ülke genelindeki tüm melez çocuklar (Aborijin'lerden biri ile beyaz ırktan birinin evlenmesi sonucu dünyaya gelen çocuklar) devlet tarafından çok küçük yaşta ailelerinden zorla kopartılıyorlardı. Bu ırkçı politikanın tek bir amacı vardı; vasıfsız insanlar olarak gördükleri bu melez çocukları özel kamplarda eğitmek ve ileride beyazlara hizmet etmeleri için yetiştirmek. Onlar için çocukların ailevi duygularının pek bir önemi yoktu.
Yukarıda anlattığım iki olay da gerçek. 2002 yılı Avustralya yapımı olan Rabbit-Proof Fence'de bu iki olay çok güzel bir şekilde birbirine bağlanmış. Doris Pilkington Garimara'nın Follow The Rabbit-Proof Fence isimli kitabından uyarlanan filmde 14 yaşındaki Molly ile 8 yaşındaki kardeşi Daisy ve 10 yaşındaki kuzeni Gracie'nin hikâyesine odaklanıyoruz. Öncelikle filmin ikinci olayla ilişkisinden başlayalım. Tahmin edebileceğiniz üzere bu üç küçük kız melezdir ve diğer melez çocukların başına gelen felaket onların üzerine doğru hızla yol almaktadır. Molly, Daisy ve Gracie annelerinden yürek burkacak bir şekilde koparılırlar. Götürüldükleri yetiştirme kampına alışamamışlardır. Küçük kardeşi Daisy ve kuzeni Gracie'nin haline üzülen Molly'nin önünde tek seçenek vardır; şimdiye kadar kimsenin kaçmayı başaramadığı bu kamptan onları kaçırmak. İlk aşama tamamlanmıştır ancak ufacık ayakların işi artık çok daha zordur. Çünkü aşmaları gereken 2000 kilometrelik bir mesafe vardır. Yani bu nereden baksanız Türkiye'nin batı ucundan doğu ucuna uzanan mesafe demektir. Üstelik arkalarında iz sürme konusunda çok başarılı bir yerli ile tüm kuvvetlerini seferber etmiş bir hükümet varken bu kaçışı yapmak zorundadırlar. İşte bu noktada yukarıda sözünü ettiğim ilk olaya konuyu bağlama vakti. Herkesin zekasından şüphe ettiği Molly'nin bu zorlu yolda aklından geçen plân çok farklıdır. Molly, kaçış yolunda köylerinden geçmekte olan tavşan geçirmez çitleri hatırlar. Ona göre çite ulaşabilmek işleri kolaylaştırmakla aynı anlamdadır.
Yönetmenlik koltuğunda Aziz ve Kemik Koleksiyoncu gibi filmlerden tanıdığımız Phillip Noyce'un olduğu filmin görüntü yönetmeni olan Christopher Doyle'u da ayrıca tebrik etmek gerek. Şöyle söylemeliyim ki uzun zamandır izlediğim yapımlar içinde kameranın böylesine ustalıkla kullanıldığı hatırlamıyorum. Zaten böyle bir filmde bu ustalık sağlanamasa yapım böylesine çarpıcı olamazdı. Oyuncular hakkında da bir şeyler karalamak lâzım. Özellikle başroldeki çocuk oyuncular ayrı bir parantezi hak ediyor. Kendilerinin ilk kamera önü deneyimi olmasına rağmen pek çok oyuncuya taş çıkarttıklarını söylemek kesinlikle yanlış olmaz. Oyuncular demişken... Az önce de sözünü ettim birçoğunun ilk oyunculuk deneyimi olduğundan. Filmin DVD'sinde çekimler ile ilgili ayrı bir bölüm var. Özellikle o yılları yaşamış, gerçekten de o kamplara götürülmüş insanların çekimler sırasında hüngür hüngür ağlamalarına tanıklık etmek ve yönetmenin bu yüzden yaptığı "stop"ları görmek insanı ayrı bir hüzne boğuyor.
Son olarak bir şeyler söylemek gerekirse adeta bir sistem eleştirisi olan bu filmi kaçırmayın derim. Kaçırmayın!